11 Ekim 2017 Çarşamba

SÖZ ZOR   


Birazdan saat yine 10.04 olacak. 
Taş bir avludan aniden güvercinler havalanacak.
Onlarin ardından bakakalacağım.
Damlaların sesi geçen zaman 
2 yaşında o gün doğan çocuklar
Veysel hep çocuk Dicle hep genç kalacak.
Bizim bir yanımız hep ihtiyar
Ve gözümüzden akan bir damla yaş hep kandan ve o andan
Beri ömür testisine dolan
Söz zor ama tek gelecek olanağı
Ve biterken bitirirken
Selam olsun kendisinden ötesini görene gözetene


10.10.2017

9 Ekim 2017 Pazartesi

Anti-Christ   

     Anti-Christ gibi sembollerin yoğun kullanıldığı eserlerin handikapı, izleyici, okuyucu tarafından anlaşılabilmesi için genellikle aşırı basitleştirilmesi, semboldeki çoğulluğun yorumcu tarafından yok edilmesidir. Örneğin “ilk sahnede çocuk camdan düşerken yağan kar spermi sembolize eder”demek (o kadar çok rastladım ki bu yoruma), anlamı böylece indirgemek, rüyada görülen nesnelerin ne anlama geldiğini anlatan rüya sözlüğü kitaplarının yaptığını yapmaya benzer. Kar ve beyazlık ölüm soğuğunu, ölmekte olan kanı çekilmiş bir bedeni ya da saflığı, temizliği, yeniyi çağrıştırabilir. Yahut karla işaret edilen kış, yeniden doğmak için ölen doğayı temsil edebilir. Binlerce başka söz de üretilebilir buradan. Sembol okumak için ruhsallığınızdaki kadını, doğurganlığı harekete geçirmeniz tıpkı hamur mayalar gibi sembolü mayalamanız ve ruhsallığınızın bereketinden faydalanmanız gerekir. Sunulan sembol görende bir karşılık oluşturup, duyguları harekete geçirirken, bir yorumda anlamın sabitlenmesi anlatının sonlandırılması ve bu anlamda öldürülmesi anlamına gelir.

     Masalın, mitin, rüyanın çağrışımları ile uğraşmak,günümüz erkek dünyasında,kadınca ve gereksiz bir iş olarak görülür. Filmde kadın meşe palamutlarının düşüşünü ölen tüm şeylerin ağlamasına benzettiğini söylediğinde adam “doğru ama bu anlattığın bir çocuk masalı olsaydı” diye küçümser onu... Kadının ruhsallığına geçit vermeyen bir erkekliğin kadını da kendini de getirdiği halin öyküsüdür Anti-Christ.

     Filmdeki terapist, bilişsel davranışçı metodu tek yöntem kılar. Psikiyatriyi ve psikanalizi dışlar. Ve çuvallar. Felsefi olarak kaba materyalizmin sembol okuyamaması, sembol kodlarıyla çalışan bilinçışını anlayamaması beklendik olandır. Aynı görüşün kutsalı akıl olduğu için de anlayamadığını yok sayar. Kendi soyutlama becerisini geliştirmekten de “dişi” olanı anlamaktan da uzaklaşır. İşte bu gaflettir. Bir tarihsel, kültürel anı dondurarak evrensel gerçekmiş gibi kavramak, bedeli ağır bir gaflettir.

Anti-Psikiyatri Dosyasına Neden Anti-Christ Filmini Seçtim?

     Trier yıkıcı bir yönetmen. Annelik, aşk, erkeklik, kadınlık, yeni çağın dini olarak da nitelenen psikoterapi Anti-Christ filminin hedef tahtasında yer alanlardan… Ama psikiyatri ile bir karşıtlık ilişkisi kurmaz aslında bu filmde. Hatta anti-psikiyatri değillemesi yaratır bir anlamda. Psikiyatrinin yöntemlerini reddeden terapistin yanılgılarını bize göstererek “kadın psikiyatri kliniğinde kalsa daha iyiydi” dememize yol açar.  Böylelikle anti-psikiyatriye yakın bir bakışın uygulamasını gözümüzün önünde çürütür.

     Ama Trier’in anti-psikiyatri ile bu biçimde mesafelenmesi onun bu görüşle düşünsel akrabalığını ortadan kaldırmıyor. Anti-psikiyatri akımı psikiyatriye karşı güçlü bir karşı çıkış gerçekleştirerek onu yıkmayı hedefledi. Ancak psikiyatri karşıtının eleştirilerinden de güç alarak, kendini geliştirdi ve varlığını korudu.Zamanla anti-psikiyatri akımıpsikiyatri içindeeridi. İşte Trier’in akrabalığı da burada gizli. Trier anti’lerin yönetmeni. Yıkıcılığın sinemasını yapıyor. Kutsala ve kutsamaya karşı... Ama onun yıkımı kutsalla sınırlı değil. Tutarsızlıkları, ikiyüzlülükleri, riyayı çarpıcı biçimde anlatıyor. Adeta zihinsel bir balyoz üretiyor film karelerinden. Ama tüm bu derdi anlatırken yeniden yapmaktan ve umuttan o kadar uzağa düşüyor ki, karşıtlık yaparken karşıtına yakınlaşan, hatta ona sığınan bir sona ulaşıyor genellikle.

     Daha yönetmenlik hayatına başlarken “ben kaybedenleri anlatmak istiyorum” diyen Trier, zamanla aslında sadece yıkımı ve yok oluşu anlatmaya doğru ilerliyor.İnsanlığın sıkışmışlığını ve varoluşsal sorunlarını kurcalarken işi öyle boyutlara vardırıyor ki Anti-Christ’in ardından çektiği Melancholia’da insanlığı yok ediyor.

     Tüm bunlara rağmen ya da tüm bunlarla birlikte Trier önemli bir yönetmendir. İnsana dair dimağımızı, merakımızı diri tutan düşünceler, düşler içerir onun filmleri ve soruları… Trier filmlerini bir esrime ile çekiyor bundan kuşkumuz yok. Bu esrimeye seyirciyi de dahil ediyor başarıyla... Anti-Christ seyri esnasında içimizdeki ormanda dolaştığımızı hissediyoruz örneğin. Sakince duran bitkileri izlerken ansızın kıpırdayan eğrelti otlarını görüp ürperiyoruz, tedirginlikle harekete yaklaşıp hemen otların dibinden bize doğrulan tilkinin gözlerine bakıyoruz, vahşice kendi etini yedikten sonra Trier’in sesiyle “Kaos hüküm sürecek” dediğini duyuyoruz. Tüm bunlar adeta gerçekten ve o anda oluyor. Sembol yüklü bir anlatının içine izleyiciyi de dahil etmeyi öykünün dehşetini yaşatmayı başarıyor. Ancak uyanmaya tahammül edebilmekle, rüya dışına da bakabilmekle ve burada sorumluluk almakla ilgili sorunları olduğu da açık...

     Peki ya umut? Onun demediğini ben diyeyim. Neden kaybettiğimizi anladığımızda, kötülüğe bu kadar yakından hatta içeriden baktığımızda güçlenecektir belki de. Trier’in filmlerine bakmak biraz içimizdeki kötülüğe, umutsuzluğa ve yıkıma bakmak çünkü… Varsa buna gücümüzfilme dönebiliriz.

Çocuğun, Çocukluğun, Umudun Ölümü

     Film Handel'in Lascia ch'io pianga adlı harika aryasının tınıları eşliğinde biraz yavaşlatılmış siyah-beyaz sevişme görüntüleri ile başlıyor. Daha ilk sahneden bir adam ve kadının cinsel birleşme anını, diğer odada yatan 4 yaşlarındaki çocuğun uyanmasını, yatağından kalkmasını, anne ve babasına sevişirken bakmasınısonra camı açıp aşağı atlamasını izliyoruz. Seyirci için tamamı şaşırtıcı, rahatsız edici sahnelereşliğinde sert bir giriş yapıyoruz filme...

     Çocuğun ölümü, kaybın çok boyutlu, yasın derin olduğu bir yaşantıdır kuşkusuz. Evladın kaybı, anne-baba rolünün kaybı, bir diğerini koruyabileceğine olan inancın kaybı, geleceğe ilişkin duygusal yatırımın kaybı, hayallerin kaybı... Çocuğunu kaybetmek her zaman yoğun suçluluk duyguları ile boğuşmayı beraberinde getirirken ölümün filmdeki gibi gerçekleşmesi baş etmeyi çok daha zorlu kılar.
Filmde çocuk camdan düştüğünde seyircininkaygıları ayaklanır ve film boyunca da bir türlü sakinleşmesine izin vermez yönetmen. İzleyici yoğun endişelerleolayın sorumlusunu aramaya başlar. Yönetmen ihmalden kimin sorumlu olduğunun yanıtını arayan seyirciye gösterdikleriyle filmin girişindeki kışkırtıcılığını sürdürür.

     Çocuk camdan düştüğü anda kadın ve adam sevişiyorken adamın yüzü kadına, sırtı cama dönüktür. Yani adam tüm ikircimli hallere sırtını, hazza yüzünü dönerken kadın gözlerini açsa, sevişmeye konsantre olmasa çocuğu görebilecektir. Kadın hazzının cezalandırılması, tüm kadınlara dayatılan ya anne ya kadın olmak ikileminin bir görüntüsü gibidir yaşananlar... Daha öykünün başında haz ile görev,kadınlık ile annelik arasında sıkışır kadın. Ve film ilerledikçe ilk sahnede yaşananların nedenlerini sadece bir kaç karede değil binlerce yıl öncesinde ararken buluruz kendimizi...

     Filmin giriş sahnesinde kadının çocuğun uyandığını anlamadığı ve anlayamayacağı görüntüsü varken, son sahnelerden birinde, sevişirken gözünü açtığı çocuğun uyandığını ve cama doğru ilerlediğini gördüğünü anımsar kadın. Acaba hangisi doğrudur? Bize ilk sahnede gösterilen mi? Kadının anımsadığı mı? İki seçeneğin de doğru olduğu düşünülebilir. Belki kadın, çocuğun uyandığını duymadı görmedi ama sonradan olayın anısı hasar gördü. Suçluluk duyguları nedeniyle gerçekte olanı çarpıtır ve farklı anımsar oldu. Böylesi çok mümkün olurdu çünkü çocuğunu kaybeden bir annenin bilinci ve olaya ilişkin belleği zaman içinde bulanıklaşabilir, anı bozulabilir. Ya da sevişirken çocuğun uyandığını gördü ama ölebileceğini öngöremedi ve hazzına ara vermek istemedi. Film bu noktada bize şunu söylüyor; Gerçek, sözünü ettiğimiz olasılıklardan ikiside olabilir ve bazen gerçekleri bilemeyiz. Bazen kişilerin içsel gerçekliğinin baskın hale gelişi dış gerçekliği kavramamızı da olanaksız kılar. Yönetmen bizi bu rahatsızlıkla ve yarattığı huzursuzlukla başbaşa bırakır.

     Filmin devamında anne ve babanın yas süreçlerine tanıklık ediyoruz. Kadın ve erkeğin ölümle baş etme biçimlerine... Adamın cenazede döktüğü gözyaşlarını tabutun arkasındaki halini görmesek onun da çocuğunu kaybettiğini ve yas içinde olduğunu düşünmemize neden olacak bir gösterge bulamayacağız. Kadınsa cenaze sonrasında küntleşmiş, taşlaşmış bir ifadeyle görülür, zamanla acısı derinleşir. Yası çocuğunun ölümünden önce yaşadığı ruhsal sorunlarla birleşerek içinden çıkılmaz bir hal alır.

Psikiyatriye Karşı Psikoterapi “Kibir en sevdiğim günahtır” der Şeytan...

     Cenazeden sonra bir ay boyunca psikiyatri kliniğinde yatar kadın. Kocası terapisttir ve karısı için en iyisini bildiğine karar vererek tedavisini üstlenmek üzere onu evlerine götürür. Kadının “ölmek istiyorum” diye ağladığını, çok acı çektiğini, kendisine zarar verdiğini görürüz. Adam ilaç kullanmasını engeller, bildiği terapi tekniklerini kadına uygulamaya başlar.

     Adam, psikoterapinin de psikiyatrinin de ürettiği bir bilgiye bu bilgiden gelişen bir etik ilkeye (yakınlarını tedavi etmeye kalkışmamalısın) karşı çıkarak terapi sürecini başlatır. Kadın, “psikiyatrist beni tedavi etmenin doğru olmadığını söylüyor” dediğinde adam “teorik olarak doğru” yanıtını verir. İşte kibir bu yanıtta gizlidir. “Teorik olarak doğru, başkaları yapamaz ama ben yaparım çünkü çok akıllıyım ve mesleğimde harikayım” demektedir.Böylece başlayan ihlaller devam eder gider. Seanslar hiç önerilmeyecek biçimde genellikle yatakta gerçekleşir örneğin. Adam karısıyla sevişmemeye çalışır bunu başaramadığında cinsel birleşmeden kaçınır ama genellikle koyduğu kurallara uyamaz.

     Adamın karısını tedavi etme girişimindeki aşırı iddiacılığın ve kibirin ne denli içi boş olduğunu,“Seni benden iyi kimse tanıyamaz” dediği kadını aslında hiç tanımadığını zamanla anlarız. Bu kadar az tanıma ve çabayla bu kadar büyük cüret tam olarak erkekliğin olumsuzluğudur ve film aynı zamanda bu halin de eleştirisi gibidir. Bu erkek kibrini, terapist kibri olarak da görebiliriz kuşkusuz.

     Adam, karısının hissettiklerini, yaşadıklarını dinlemeden onun öznelliğini yok sayarak duruma müdahale ediyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Eşinin davranışlarını kafasındaki yas şablonuna yerleştirmeye çalışıyor örneğin. Ya da onun kendisine bir sevgiliden çok bir terapist olarak ihtiyaç duyabileceğine kendi kendine karar veriyor bir çırpıda... Kontrolü eline alıveriyor, kadının kontrol ihtiyacını ise görmezden geliyor.

Ortaçağda Kadın Kıyımları Üzerine ve Anti-Christ Filminde Kadın Cinayeti...

     Adamın kadının yaşadıklarından bihaber olduğunu anlamamızı sağlayan diyaloglardan birinde kadın, tezini bitirmediğini, çalışmasıyla ilgili zorlandığını bu konuyla ilgili tedirginliği olduğunu söyler. Adam şaşırır çünkü bu durumla ilgili bilgisi yoktur. Çünkü erkek, kendiyle ve çalışma hayatıyla meşgulken kadın hem teziyle hem de çocuğunun bakımı ile ilgilenir. Kadının “bizi yalnız bıraktın” dediğini duyarız. Kırgın ve öfkeli biçimde ifade ettiği düşüncesine adamın verdiği yanıt, ölçülü bir terapist ilgisiyle “bu duruma örnek verebilir misin?” olur.

     Kadının çalışma konusu Ortaçağ’daki kadın katliamları... Adam karısıyla ilişkisinde bile kendi ruhsallığını dışarıda tutup duygularını alabildiğine yalıtırken kadının çalıştığı konuyla duygusal olarak mesafelenememesi, tersine ruhsal olarak dağılması, çalışması sırasında dışarıdakinin içeriye nüfuzuna izin verişleri ve sınırlarının geçirgenliği ile ilgili bilgi veriyor bize... Kadının sınırları dışarıdan gelen  duygu ve düşünceyialabildiğine sızdırırken, adam gereğinden fazla katı duvarlara sahip. Adamın yaptığı işle ilgili olarak fazlasıyla yabancılaştığını, o çok sözünü ettiği duyguları tanımaktan yani insandan uzaklaştığı görülürken kadın da iç-dış ayrımının dahi bozulduğunu görüyoruz.

     Adamın kullandığı teknikte hastanın en büyük korkuları ile karşılaşmasının iyi olacağı belirtildiği için kadının korktuğunu söylediği yere yani Eden adını verdikleri ormana ve onun içindeki ahşap kulübeye giderler. Orman, insanlığın ortak bilinçdışına dairdir kuşkusuz. Kadın ormandan korkarken, kendinden, bilinçdışından bilince doğru gelenden korkar aynı zamanda... Ama adam apaçık hale gelene kadar kadının korkularının kaynağındaki tehdidi göremez. Ormanda da bilinçdışında olduğu gibi sezdiğimiz ama göremediğimiz pek çok olay gelişir.

     Kadın korkularını yendikçe yüzüne canlılık gelir, bedensel hareketliliği artar. Ormanda rahat dolaşabilir olduğunda kendini de daha rahat ifade etmeye başlar. Adam, kadının psikotik süreçleri ifade eden cümlelerini duyduğunda, eşlik eden davranışlarını gördüğünde karısı hakkında düşünmeye ve araştırmaya başlar. Fotoğraflara tekrar bakınca çocuğunun ayakkabılarının ters giydirildiğinigörür. Kadının defterindeki el yazısının değiştiğini ve bozulduğunu da... Gördüğü her şeye rağmen eve dönmeyi, hastaneye gitmeyi akıl edemez. Orada kalmaya, yaptıklarını yapmaya hatta kadınla sevişmeye devam eder. Kadınının terapisti, kocası, aklı herşeyi olmak konusundaki iddiasınısürdürür. Yani kadını istismar etmeyi sürdürür. Hem kocası olarak hem de terapisti olarak...

     Kadın kocası ve de terapisti tarafından daha fazla görüldükçe terk edilme endişesi artar. Bu kaygıyla atak geçirdiği bir anda kocasına saldırır. Yine sevişme anıdır. Önce penisine sertçe vurarak sakatlar ama hemen ardından hala boşalıp boşalamadığını işlevini yerine getirip getiremediğini kontrol eder. Adamdan kan gelir. Tıpkı ayakkabılarını ters giydirerek çocuğunun ayaklarını sakatladığı gibi kocasının bacağını da taş tekerlekten bir alete bağlar. Böylelikle terk edilmeyecektir. Derdi, fazla güçlü görünen adamı güçten düşürmektir, öldürmek değil. Belki de yaşadıklarını ona anlatmanın yoludur bu saldırı.

     Burada adamın temsil ettikleri filmde bir yandan bahsi geçen Ortaçağ kadın katliamlarına da bir gönderme gibidir. Sanki kadın, Ortaçağ’da cadılıkla suçlananlardan biridir de işkencecisini, bir rahibi ele geçirmiştir. Filmdeki örnekte kadının erkeğe uyguladığı işkenceden söz edebileceğimiz gibi hastanın terapistine saldırısını da görebiliriz. İnsanı anladığı üstelik değiştirebileceği iddiasındaki psikoloji kadının karşısında çökmüştür.

     Adam yaralı yatarken, kadın, masturbasyon yapmaya başlar ve filmin bakılması en zor sahnelerinden biri gerçekleşir. Kadın masturbasyonun sonunda makasla klitorisini keserek suçluluğunun kaynağı olan hazzı yok eder. Ama önce suçluluğun içindeki hazzı yaşayarak...

     Adam önce kaçar, kadının deliliğinden... Tilki yuvasına saklanır. Yuvadaki karga ile mücadelesi sırasında kadın adamı bulur. Bir yuvada güvende olmak, sığınmak erkek için mümkün olmaz. Doğa onu saklamaz. Tilki yuvasında yarı gömülü yaralı karga... Tilki öldü sandığı kargayı sonra yemek için saklamıştı belki de... Adam yuvada ölü gibi duran kargayı fark edince rahat duramaz, kurcalar ve kargayla savaşı başlar. Karga can havliyle saldırır adama... Tıpkı vahşi kadın arketipinin kadınların içinde durduğu gibi durur karga o inde... Yaralanmış, saklanmış, gömülmüş ama ölmemiş. İçimizdeki cadı... Burada hem vahşi kadını hem cadı kadını olumlu anlamda kullanıyorum. Trier gibi korkutucu bulmuyorum onları.

      Adam kadına saldırmaya başlıyor o yuvadan çıkarıldıktan sonra... Filmin bundan sonrası tarihsel olarak erkeğin gerçeğinin anlatılmasıdır.Kendi canına kast edene kadar kadının yaşamasına izin verir. Sahte bir şefkat ve bakımla eşitmiş gibi görünen ama aslında kesinlikle yukarıdan (daha akıllıyım, daha bilgiliyim, en iyiyi hak edenim, belirleyenim saikleriyle) bir ilişki kurarak “yaşatırken”kadını... Çocuğunun başına gelenleri bilmesine rağmen, kadının ne kadar hasta olduğunu anlamasına rağmen onunla ormanda kalmayı, gündelik hayatını sürdürmeye çalışırken kendi canına kast ettiği anda tüm alarm sistemlerini çalıştırır adam. Etrafına başka bir gözle bakmaya başlar, hayatta kalmak için iyice canlanır. Kendi uzantısı olduğu sürece acımayla yaşaması için çabaladığı kadın, birdenbire ölümcül bir düşmana dönüşür onun için...

      Filmin daha başlarında “Ben de ölmek istiyorum” diyen kadına “Bunun olmasına asla izin vermeyeceğim” diyecek kadar kendisini güçlü hisseden adam, filmin sonunda kadını kendisi öldürür. Tedavi sırasında sürekli gevşeme egzersizleri yaptıran, nefes çalışmaları yürüten,  kadının boğulma hissini gidermeye çalışan adam, kadını boğarak öldürür. Bunu yaparken gözlerini onun yüzünden ayırmaz. Bu da yetmez nefretinin soğumasına. Soğuk, mesafeli erkek ve terapist hali arkasında gizli öfke, nefret ayaklanmıştır bir kez ateşini harlamadan duramaz. Kadının cenazesini yakar.

     Ortaçağ’daki kadın katliamlarına ilişkin zihni bulandığı bir anda kadınları suçlayıcı konuşmalar yapan karısına verdiği yanıtı anımsarız adamın; “Bunu nasıl söylersin sadece kadın olduğu için öldürülen binlerce kişi varken. Senin tersini savunman gerekiyor.” Adam, tam olarak ikiyüzlü olduğunun net biçimde görünür olduğu olaylar yaşar bir Trier karakterine yakışır şekilde. Kadın ölür evet ama adam canını kurtarmış olsa da tüm iddialarını tüketmiştir, yaralıdır.

      Peki kadın neden delirdi? Filmde doğasından koparılmış, kadınlığına yabancılaşmış bir kadınlık hali anlatılıyor.Vahşi kadın arketipini harekete geçirecek biçimde doğada olmak, Ortaçağda kadın katliamlarını çalışmak ve bir çocukla koca ormanda yapayalnız olmak karşısında yeterince donanıma sahip değil. Tüm bunlar için yeterince olgunlaşmamış ve yalnız başına olgunlaşamaz.

      Kadının ya da adamın durumunu tanılarla tartışmak yeterli de değil gerekli de... Kadına borderline demek psikotik atağının biçiminden söz etmek başka bir zeminin konusu... Adamın narsistik varoluşundan da... Filmi bunlarla tartışmak sanatın sinemanın estetiğinden kaçmak, olanı psikolojize etmek anlamına gelir. Tam da film de eleştirildiği gibi. Tam da filmdeki adamın yaptığı gibi...

     Kadınla adamın seviştiği ağacın kökleri dibinde yatan kadınlar, filmin sonunda dağın tepesine doğru yürüyen kadınlar yalnız değiller. Ortaçağ’da kadınlar, erkek otoritesine örgütlü biçimde karşı çıktıkları yani yalnız olmadıkları için öldürüldüler. Ama çağımızın kadını genellikle yalnız. Kadın kadından uzak kalsın istiyor erkek iktidarlar. Kadın erkeğin sözüyle, bilimiyle, bakışıyla anlaşılmaya çalışılıyor. Adamın kadına söylediği ''Beni anlamak zorunda değilsin. Güvenmen yeterli.'' sözü onun manipülasyonlarının ana gövdesini oluşturuyor örneğin. “Beni takip et” diyor kadına. “Söylediğimi yap, anlamasan da ikna olmasan da”... Dolayısıyla burada söz üreten, bilim yapan öznenin biyolojik cinsiyetinden söz edilmiyor yalnızca. Zihninde egemen olan düşüncenin hangi sınıfın, hangi cinsiyetin tarihsel çıkarlarına hizmet ettiğini düşünmekten bahsediyor. Kapitalizm insanlığın sosyal doğasına ve tüm tarihsel birikimine aykırı biçimde tek ebeveynlerin çocuk yetiştirmesini olağanlaştırdığında kadını daha da yalnızlaştırmış oldu. Kaç bin yıldır tüm olanaklarından mahrum ettiği kadını fiilen sosyal yaşamdan da çekipbir de çocuğu sorumluluğunu verdi.  İşte bu durum sınıflı toplumların en büyük iki yüzlülüklerinden biridir. Kadını delirten erkeği sahteleştiren haldir. Trier bu gerçeği kurcalar filmlerinde Anti-Christ’ten sonra çektiği Melancholia’da bir kadın ve bir çocuk öylece izlerler dünyanın yok oluşunu... Yani Anti-christ’te kadını ve çocuğu öldüren yönetmen, tam da anlattığı meseleler yüzünden dünyanın ve insanlığın da sonunun gelmekte olduğu kehanetinde bulunur bir sonraki adımında...

     Ortaçağ’da kadın konusunda filmin söyledikleri de önemli bir yandan... “Tilki, karga ve ceylan belirince gökyüzünde biri ölmeli” diyor kadın... Eski yazıtlarda kadınların gökyüzü olaylarını incelediğini bu bilginin kadından kadına kuşaklarca aktarıldığını görüyoruz. Hatta Almanya’da bir engizisyon mahkemesinde cadılıkla suçlanan kadınların dolu yağdırarak ekinlere zarar verdiğinden söz ediliyor. Yani anlıyoruz ki Ortaçağ’da Hıristiyanlık gelişirken kadındaki bilgiden çok korkuyor. Kadının boyun eğmesi dinin ve feodalitenin gelişmesi ve yayılması için elzem. Binlerce kadın işkenceyle öldürülüyor. Biat etmeyi reddettikleri için... Tarihin gördüğü en büyük kıyımlardan biri bu yaşanan... Bir cinsi bunca büyük katliamlara uğratan erkek, kadına verdiği hasar ölçüsünde hasar alıyor. Ruhsallığındaki kadın, içindeki anne, sevgilisi, aşk yara alıyor. Belki bir daha iyileşmesini çok zorlayacak denli sakatlanıyor insanlık...

     Kadının ve aşkın özgür olduğu Dyonisos şölenlerine atıflar yapılıyor filmde, pagan ayinlerine de... Ama yeni dinlerin gelişmesi için hem bu inanışların hem de onlara sahip çıkan kadının yok edilmesi kendi ihtiyaçlarına uygun, kadının hem doğasına hem çıkarına aykırı yeni bir kadının yaratılması lazım. İşte yok edilemeyen cadılar, itaat etmiş gibi görünen ama içindeki vahşi kadın arketipini koruyan kadınlar bugün hala direniyorlar. Trier’e karşı bile... Tıpkı tilki yuvasındaki karga gibi... Öldüğünü düşündüğünüz anda dahi ikiyüzlülüğün, riyanın yerini işaret ediyor bir karga çığlığıyla, belleğiyle, gücü ve aklıyla...

     Filmde kadın orgazmı gösteriliyor defalarca. Tüm sınıflı toplumlar boyunca bunca nesneleştirilen kadının özneleştiği bu anları görmek, doğasına döndüğüne tanıklık etmek erkekler için şaşırtıcı olmalı... Kendinde olma, kendisi için olma halini içten içe tehdit algılaması olağan. Film bu açıdan da izleyenleri kışkırtırken erkek ve kadın arasında süren gerilimli hava sevişme sahnelerinin erotik ya da pornografik görünmesini de olanaksız kılıyor. Belki de başka hiç bir filmde rastlayamayacağınız kadar anlamlandırılması zor bir görsellik sunuyor.

     “Bu filmde anlatılanlar, paganizm-Hiristiyanlık çatışmasıdır velhasıl Batı kültürü öğeleridir. Biz de ‘doğa şeytanın evi’ değildir. Hiçbir zaman cadı avı da yaşanmadı zaten” diyenlere de birşeyler söylemek isterim bitirmeden. Kadın sünneti hala Müslüman coğrafyalarda uygulanıyor. Yaşadığımız ülkede kadın cinayetlerinin kadın katliamı boyutunda olduğunu hepimiz biliyoruz. Doğu’da milyonlarca kadın bir nevi hapis hayatı yaşıyor, ruhları cenderede... Velhasıl cadı avına da kadının insanın vahşi doğası ile kurduğu ilişkiye de Doğu’dan bakıldığında da tablo çok aydınlık görünmüyor.

      Trier’in bu filmde benim okuduğum sözü şöyle; “Kadını bu kadar yok etmiş bir insanlık ancak algısı çarpık, bastonla yürüyen, geçmişi cinayetlerle dolu bir modernizm yaratabilir. Geldiğimiz noktada başka bir çıkış bulamazsak birbirimizi öldüreceğiz.” Oysa başka bir yol açıldı çoktan ve genişletiliyor bir yandan... Kadınlar, Anti-christ de anlatılanlardan başka, daha umut dolu öyküler yaratıyor her gün... Erkek tarafından ruhen ya da bedenen öldürülmenin kaderleri olmadığını haykırıyor milyonlarcası. Bir araya gelen kadınlar, ormanda yollarını erkeklerin rehberliği olmaksızın arıyor, buluyor. Yanyana gelen kadınlar içlerindeki vahşi kadını, “cadı”yı yeniden güçlendirmek için birbirilerine rehberlik ediyor. İnsanlığın geleceği için açılan umut yolu da bu yürüyüşten besleniyor. 

İnsandan İnsana Kurulan Bağ Kurtaracak Kadınları


“Eğreti Yaşamlar” yazı dizisinde anlatılan hikayeler yalnızca İstanbul Pendik’teki Esenyalı Mahallesinde yaşayan kadınların değil, büyük kentlerin kıyısında “eğreti” duran mahallelerde yaşayan yoksul kadınların ve sanki sadece kadınların sorumluluğunda gibi görülen çocukların ortak öyküsü ne yazık ki... 
Nuran’ın ve Sinem’in, bir anne-kızın dışlanma, aşağılanma, yoksulluk, taciz ve tecavüzlerle geçen hayat hikayelerini okuduk ilkin. Sonra mahallenin eczası Ayşegül’e, terzi Hatice’ye kulak verdik. Ardından Sağlık Ocağındaki doktorun gözlemlerini ve son olarak Esenyalı Kadın Dayanışma Derneğinden Adile ve Yasemin’i okuduk. 

Peki ne gördük? 
1) Devlet yasalarla taahhüt ettiği görevleri yoksul kadınlar için yerine getirmiyor! Kadınların yaşadığı zorlukların yaşamları boyu katlanarak devam etmesinin önemli bir nedeni genel olarak sağlık ve eğitim sisteminin yoksulların ihtiyacını karşılamaktan uzak olması. Kadınların yoksulların da yoksulu olduğunu biliyoruz. Esenyalı’da yaşayan kadınların, sağlık personelinin, oradaki emekçi kadınların anlatılarından görüyoruz ki kadınların ya da çocukların şiddet görmesi durumunda koruyucu mekanizmalar devreye girmiyor. Devletin ilgili bakanlıklarının yürüttüğü zaten yetersiz olan şiddet önleyici çalışmalarsa tümüyle ortadan kalkmış. Doğum kontrol yöntemlerine, şiddete karşı kadınların güçlendirilmesine, ebeveyn eğitimine dair devletin yerine getirdiği cılız işlevlerin de son yıllarda neredeyse tümüyle tükenmesiyle birlikte kadınların içine düşürüldüğü cehalet ve yoksulluk onları erkeklerin insafına terk ediyor. Erkeklerin egemen olduğu bir dünyanın vicdanına terk edilen kadınların durumunun ne olabileceğini ise haberleri izleyen ve neredeyse her gün rastladığımız kadın cinayetlerinden haberdar olan herkes biliyor. Hal böyle olunca da gerçek bir çürümenin, yozlaşmanın, ruhsal zorlanma ve dağılmanın yaşanmasına ve bulunduğu yerden etrafına yayılmasına tanıklık ediyoruz. 

2) Kadınların ruh sağlığı bunca tehdit altındayken çocukların sağlıklı olması beklenemez Nuran’ın hayatı önce aile içi cinsel istismar sonra çocuk yaşta evlilik ardından kocasından gördüğü şiddet, çok sayıda evlilik,tecavüz ve diğer şiddet türlerinin sürmesi, yoksulluğun hiç değişmemesi, çoğunu terk etmek zorunda kaldığı pek çok çocuk doğurma gibi zorlu yaşantılarla devam etmiş. Şu anda da bir kısmı yaşadığı travmalardan kaynaklı çok sayıda fiziksel yıkım var bedeninde. Ruh sağlığının yerinde olmasını zaten bekleyemezdik belli ki iyi değil, “insan gibi olabilmek” için sürdürdüğü mücadeleler bir türlü sonuç vermemiş, “iyi birine benziyor” diye takip ettiği erkeklerin hemen tamamından zarar görmüş. Şimdi çocuklarının yaşamı farklı olsun diye çabalıyor ama bu kadar tükenmişken çocuklarını güçlendirmesi ne kadar mümkün? 
Esenyalı’da uzun süredir çalışan aile hekiminden öğreniyoruz çocukların durumunu. 
Anlatılanlardan kadınların çocuklarıyla evde ne yapacağını bilmediğini, çocukların gidebileceği kreşlerin olmadığını görüyoruz. Çocukların beslenme, güvenlik, sağlık, barınma gibi en temel ihtiyaçlarının dahi karşılanamadığı koşullarda ruh sağlığı hizmetinin öncelikli görülemeyeceğini biliyoruz. Bu nedenle öncelikle mahalledeki beslenme sorunlarının çözülmesi gerektiği ortada. Ardından evlerde gerçekleştirilecek sağlık taramaları, önleyici hizmetler ve eğitimler. Hemen devamında da ruh sağlığı taraması ve destek gerçekleşmeli. Elbette tüm bunların mücadele edilmeksizin gerçekleşmeyeceği de ortada. Neredeyse tüm dünyada sosyal devletin yok edildiği bir dönemde devlet, kendiliğinden yoksulların mahallelerine sunduğu hizmeti artırmayacak. Tersine azaltacak. O nedenle bir psikolog olarak da oradaki çocukların ruh sağlığı hizmetine kavuşmalarının önemli olduğunu ancak öncelikle beslenme ve fiziksel sağlık sorunlarının acil biçimde çözülmesi gerektiğini düşünüyorum. 

3) Kadınların gündelik yaşamı hayatta kalmak üzerine bir uğraşa dönüşüyor Yazı dizisinden yoksulluk ve işsizlik arttıkça birleşen ailelerin, küçük evlerde kalabalık biçimde yaşayanların sayısının artıtığını öğreniyoruz. Kadınların daha çok eve hapsedildiğini ve dini programların izlenme oranın, ailenin, kadının kapalılığının oransal olarak arttığını da... Sağlıkçıların özellikle vurguladığı bir başka nokta bu tablodan beklenebilecek bir sonuç aynı zamanda. Ensestin, taciz ve tecavüzün yani cinsel şiddetin yaygınlığı. Küçük yaştaki gebeliklerin sayısında yaşanan artış. 
Kadınların cinsel bilgilerinin yetersizliği bir başka önemli nokta. Kadınların önemli bir bölümünün cinselliğin erkekler için yaşandığını düşünmesi, doğum kontrolünün günah sayılan, yasaklanan bir uygulama olması kadınların hayatını özellikle zorlaştırıyor. 
Sıklıkla cinsel şiddet içeren travmalara maruz kalan kadınların gündelik yaşamı hayatta kalmak üzerine bir uğraşa dönüşüyor. Yoksulluk, kötü barınma koşulları, bakmakla yükümlü olduğu kişilerin sayısının çokluğu, şiddetin varlığı gibi unsurlar bir araya geldiğinde kadınların sadece gündelik yaşamını sürdürmesi bile bir başarı olarak algılanabilir. 

4) Kadınları ama’sız, fakat’sız destekleyebilecek bir sosyal destek sistemi yok! Judith Herman “Psikolojik travma bir güçsüzlük acısıdır” diyor. Güçsüz bırakılmanın acısından söz ediyor. Yaşanan travmatik olaylar kişiyi kendi bedenine, yaşamına dair karar almak, uygulamak konusunda güçsüz bırakır. Saldırılar, dayaklar, tacizler, tecavüzler... Değersiz hissettirir ve elbette çaresiz. Bu durumda kadınların payına zorla, zorbalıkla güçten düşürülmek ve yapamadıklarının, karşı koyamayışlarının, engelleyemeyişlerinin acısını yaşamak düşüyor. Özellikle etrafında travmayı yaşayanı destekleyen birileri yoksa tersine insanlar genellikle zorbayı, zalimi haklı görüyorsa o zaman travmanın etkilerinin katmerlendiğini biliyoruz. Esenyalı’daki kadınların anlatılarından şiddete maruz kaldıklarında onları ama’sız fakat’sız destekleyebilecek bir sosyal destek sisteminin var olmadığını görüyoruz. 
Ne kadar kötü birşey yaşamış olursanız olun, diğer insanların ne dediği sizin onarımınızı, yaranızın ne kadar sürede iyileşeceğini belirleyen temel faktörlerden biridir. Tanıklar için, güce sahip olandan yana tavır almak kolay ve konforlu olandır. Şiddeti uygulayanın yani zorbanın beklentisi her açıdan karşılanması kolay olandır. Zalim olan tanıklara “Sen hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam et, görme, duyma…” der. Şiddete maruz kalandan yani bu olay ve ilişkide güçsüz olandan yana tavır almak ise pek çok zorluğu beraberinde getirebilir. Şiddete maruz kalanın beklentileri vardır. Acısının, hüznünün paylaşılmasını, anımsanmasını, özen gösterilmesini ister. Bunu yapmak da bazen gücü elinde bulunduranın öfkesini şiddetini tanığın kendi üzerine de çekmesi anlamına gelebilir. Tam da burada eğer tanıklardan “kurban”ın yanında yer alanlar, sessiz kalarak failin yanında pozisyon alan birilerine “neden susuyorsun” derse, diğeri “ama onlar da…” diye başlayan cümleler kurup eski pozisyonuna hızla dönmeye çalışabilir. Tabii tüm bu ilişkiler dinamiktir. Bugün failin yanında yer alan yarın “kurban”ın yanında pozisyon alabilir. Eğer böyle bir olasılık olmasaydı dünyada iyi şeylerin olma ihtimali hiç kalmamış olurdu. Failden, erkek olandan, silahlı olandan, zengin olandan gücü elinde bulundurarak zorbalık yapandan yana olmak genel akışa, eğitimle alınana, toplumsal olarak onaylanana uygun davranmaktır genellikle. Şiddete maruz kalandan yana pozisyon almaksa bireysel ve/veya örgütlü olarak çabalanarak edilinilen yeni bir politik bilinçle olanaklıdır. 
Yazı disinde anlatılanlardan öğrendiğimize göre kadınların önemli bir bölümü çocuk yaşta evlendirmelerinin yanlış olduğunu, hukuken de suç olduğunu bilmiyor. Yaşadığı tecavüzü, tacizi tanımlayacak bilgiden yoksun. Yaşadığı şiddetin karşılığında nerede, nasıl hak arayacağından da genellikle bihaber. Böyle bir durumda cinsel şiddetin tespiti, cezalandırılması, maruz kalanın sağaltımının gerçekleşmesi olanaksız görülüyor. Sağlık hizmetinin yeniden evlere gidilerek verilmesi, bu konudaki eğitimlerin artırılması, kadınların yaygın biçimde hakları konusunda bilgilendirilmesi ve hak arayabilecek bilinci edindikleri yerden de kadın örgütlerinde örgütlenmesi gerekiyor. 

5) Kurtarıcı adamlar aramak yerine kendi kurtuluşunun öznesi olan kadınlar olmak Kadınların öykülerinde sıklıkla rastlanan ortak özelliklerden biri de yanlış adamlara güvenmek... Büyük çoğunluğu okula gitmemiş, işsiz, örgütsüz kadınların sıkıştıkları her defasında bir adamı kurtarıcı olarak görmesi ve “İyi birine benziyordu, sonra beni sattı”, “İyi birine benziyordu kısa süre sonra dövmeye başladı” diye biten yaşantıların içine düşmesi sıklıkla yaşanan bir gerçeklik. Özellikle televizyon dizilerinde her akşam çok yoksul semtlerden “iyi birine benzeyen” adamlarca “kurtarılan” kadınların hikayelerini izleyen ve içinde yaşadığı cendereden kurtulabilmek için yol göremeyen kadınların böyle başlayan öykülerinin olması yadırganamaz. 
BU TABLODAN NEDEN UMUTSUZLUK ÇIKMAZ?
Erkek şiddetinin olduğu bir evde büyüyen kadınların ilerleyen yıllarda şiddet tehdidini görmekte ve algılamakta zorlandığını biliyoruz. Yani şiddete yakın büyüyen kadınların, şiddet uygulayacağı rahatlıkla görülebilecek bir adam hakkında “Hiç bir koşulda beni incitmez” diye düşünebildiklerini, bakışlarla, bağırarak gerçekleştirilen tehditlerin, yalnızlaştırma hamlelerinin risk olarak algılanamadığını da... Bu nedenle şimdi Esenyalı’da yaşayan kadınların yaşadığı şiddet yalnızca kendileri için değil tüm toplum için yaşamsal bir tehdit oluşturuyor. Ensestin, cinsel şiddetin bunca yaygın olduğu bir sosyal dokuda psikolojik ve ekonomik şiddetin ilişkilerin iliğine işlediğinden emin olabiliriz. Böyle olunca şiddetin toplumsal bir döngüye dönüştüğünü, kendi beden sınırlarını da bir başkasının beden sınırlarını da göremeyen, nereden şiddet geleceğini algılayamayan, kendi saldırganlığını dizginleyemeyen birbirine ve ilişkiye geçtiği insanlara zarar veren bir toplumsal çürümenin yaşanması kaçınılmaz hale gelir. Ki bu çürüme tespitini elbette salt Esenyalı için yapmıyorum. Günümüz dünyasında genel bir gericileşme ve toplumsal çürümenin olduğunu, insani değerlere dair yıkımın arttığını, sevginin alanının daraldığını ve nefretin yoğunlaştığını gözlemliyoruz. Söylediğimin umutsuzluğu çağrıştırdığını biliyorum ama umutsuz değilim. Dünya tarihi böylesi dönemlerle dolu ve böylesi dönemlerin kitlesel hareketlerle tersine çevrilmesiyle... Özellikle kadınların alanın daralmasının da bu ruhsal çöküşün önemli nedenlerinden olduğunu düşünüyorum. Mahallelerde kadınlarla yürütülecek çok yönlü çalışmaların sevgiyi, sağaltımı, iyiliği, şiddetin azalmasını, tecavüzlerin son bulmasını sağlayacağını biliyorum. Esenyalı’da mücadele eden kadınların sesi sağaltımın sesi olarak geliyor kulağa. Onlar iyileşmenin yolunu da gösteriyorlar bir yandan... Ancak travmatik olaylara maruz kalanlarla süreğen biçimde çalışmanın zorlukları da unutulmamalı. Dikkatli, özenli, kendini, kendi ruh sağlığını da koruyan uzun vadeli bir çalışma örgütlenmeli. Birbirini gözeten, yorulduğunda dinlenen, tanık olduklarının üzerinde bıraktığı izleri adım adım sağaltma çabasındaki bir çalışma. Yoksa bunca şiddet ona karşı mücadele edeni de ruhsal olarak fiziksel olarak zihinsel olarak yani her yönden zorlayacaktır.

“Cehennemde mucize ne arar?” diye başlamıştı Sevda Karaca anlatmaya... Doğru cehennemde mucize olmaz. Cehennemdeyseniz şans hep zalimden yanadır, kader onlara güler. Cehennemde tek yol insandan insana kurulan bağdır. O da bir anda olmaz, zamanla, emekle... Umutsa onca acı yaşayan Nuran’ın hâlâ bu röportajı yapması, devlet sesimizi duysun, başka kadınların başına bunlar gelmesin, çocuklarımı kurtarayım demesinde gizli belki de... “İnsan gibi hissetmek” isteyişinde...

2 Ekim 2017 Pazartesi

    
 " Senin adın ne ? "

Viva Zapata filminden bir sahne düştü aklıma... Sahne şöyle; Emiliano Zapata yıllarca mücadele ettikten sonra başkan olur köşesine çekilir. Bir toplantı sırasında eşitsizliklerden, haksızlıklardan şikayet eden bir gence doğru öfkeyle bakarak "adın ne senin" der ve tam gencin adını bir çeşit kara listeye not edecekken yıllar öncesinden bir anı gelir aklına. O da gençken karşısındaki bir muktedirle (vali miydi general mi hatırlamıyorum şimdi) tam olarak aynı durumu yaşamıştır. Sonra o anın farkındalığıyla tekrar dağlara çıkar.
Aklıma geldi aklınıza gelsin istedim. Gençler doğal ki eleştirir beğenmez orta yaşlıları (orta diyeyim bari) daha iyisini yapma iddiası vardır, yani umarım vardır, varsa da iyi ki vardır. Bunu hazmedememek asıl ihtiyarlıktır. Ben kendi adıma eleştiri bir gençten geldiğinde farklı yaşıtımdan geldiğinde farklı düşünüyorum, hissediyorum öyle de yapıyorum ama öyle iktidar iktidar bir kürsüden "adın neydi senin" diye sorulduğunda birisine ister bir gülümsemenin ardına gizlensin öfke ister kötü bakışlarla ifade edilsin rahatsız oluyorum. Yapan adına utanıyorum. Hele "ben senin yaşın kadar (psikologluk yaptım, hocalık yaptım devrimcilik yaptım) diye başlayıp devam eden diyaloglardan şimdi gençliğimde olduğumdan daha çok nefret ediyorum.
Neyse demem o ki yapmayın hem çok çirkin görünüyor, hem öfkeniz de niyetiniz de zaten fark ediliyor hem yaşla, deneyimle, bilgiyle kurulan iktidar da iktidardır nihayetinde. Hiç istemeyeceğiniz insanlara benziyorsunuz o an... 

  Tam da filmdeki tonda "Senin adın neydi?" diye sorsa biri Zapata diye yanıtlayasım geliyor tüm eleştirel gençlerin adına...
   İSPANYA'DA

İspanya'da ya da dünyanın bir çok ülkesinde ya da dünyadaki bir çok ilişkide devlet-halk, anne-çocuk, baba-çocuk, kadın-erkek, erkek-erkek "ya benimsin ya toprağın" biçiminde özetlenebilecek dipsiz kopkoyu bir nefret devrede... Büyüyor, büyüyor gitgide... 
Oysa biz birbirine "gönlün bilir, aklın bilir" "ben kavuşmayı da ayrılmayı da sevinmeyi de üzülmeyi de becerebilirim" diyebilsin insanlar isterdik. Oysa biz "Afrika dahil" her yerde güç sahibinin uyguladığı şiddet kabul edilebilir görülmesin isterdik. Ona buna şuna boşanma, ayrılma ya da tersinden "ayrıl onunla yoksa gebertirim" denmesin isterdik. Biz dünyanın her yerinde kendini ayrıksı hisseden ve kabalıkla edilen sözden incinen herkes için her gün her gün kalbi acıyan, gözünde yaş, yumruğunda öfke biriktirendik. 
İspanya'da akan kan ne çok yalanı teşhir ediyor bir kez daha...