Masalın, mitin, rüyanın çağrışımları ile
uğraşmak,günümüz erkek dünyasında,kadınca ve gereksiz bir iş olarak görülür.
Filmde kadın meşe palamutlarının düşüşünü ölen tüm şeylerin ağlamasına
benzettiğini söylediğinde adam “doğru ama bu anlattığın bir çocuk masalı
olsaydı” diye küçümser onu... Kadının ruhsallığına geçit vermeyen bir
erkekliğin kadını da kendini de getirdiği halin öyküsüdür Anti-Christ.
Filmdeki terapist, bilişsel davranışçı metodu
tek yöntem kılar. Psikiyatriyi ve psikanalizi dışlar. Ve çuvallar. Felsefi
olarak kaba materyalizmin sembol okuyamaması, sembol kodlarıyla çalışan
bilinçışını anlayamaması beklendik olandır. Aynı görüşün kutsalı akıl olduğu
için de anlayamadığını yok sayar. Kendi soyutlama becerisini geliştirmekten de
“dişi” olanı anlamaktan da uzaklaşır. İşte bu gaflettir. Bir tarihsel, kültürel
anı dondurarak evrensel gerçekmiş gibi kavramak, bedeli ağır bir gaflettir.
Anti-Psikiyatri
Dosyasına Neden Anti-Christ Filmini Seçtim?
Trier yıkıcı bir yönetmen. Annelik, aşk,
erkeklik, kadınlık, yeni çağın dini olarak da nitelenen psikoterapi Anti-Christ
filminin hedef tahtasında yer alanlardan… Ama psikiyatri ile bir karşıtlık
ilişkisi kurmaz aslında bu filmde. Hatta anti-psikiyatri değillemesi yaratır
bir anlamda. Psikiyatrinin yöntemlerini reddeden terapistin yanılgılarını bize
göstererek “kadın psikiyatri kliniğinde kalsa daha iyiydi” dememize yol açar. Böylelikle anti-psikiyatriye yakın bir
bakışın uygulamasını gözümüzün önünde çürütür.
Ama Trier’in anti-psikiyatri ile bu biçimde
mesafelenmesi onun bu görüşle düşünsel akrabalığını ortadan kaldırmıyor. Anti-psikiyatri
akımı psikiyatriye karşı güçlü bir karşı çıkış gerçekleştirerek onu yıkmayı
hedefledi. Ancak psikiyatri karşıtının eleştirilerinden de güç alarak, kendini
geliştirdi ve varlığını korudu.Zamanla anti-psikiyatri akımıpsikiyatri
içindeeridi. İşte Trier’in akrabalığı da burada gizli. Trier anti’lerin
yönetmeni. Yıkıcılığın sinemasını yapıyor. Kutsala ve kutsamaya karşı... Ama
onun yıkımı kutsalla sınırlı değil. Tutarsızlıkları, ikiyüzlülükleri, riyayı
çarpıcı biçimde anlatıyor. Adeta zihinsel bir balyoz üretiyor film
karelerinden. Ama tüm bu derdi anlatırken yeniden yapmaktan ve umuttan o kadar
uzağa düşüyor ki, karşıtlık yaparken karşıtına yakınlaşan, hatta ona sığınan
bir sona ulaşıyor genellikle.
Daha yönetmenlik hayatına başlarken “ben
kaybedenleri anlatmak istiyorum” diyen Trier, zamanla aslında sadece yıkımı ve yok
oluşu anlatmaya doğru ilerliyor.İnsanlığın sıkışmışlığını ve varoluşsal sorunlarını
kurcalarken işi öyle boyutlara vardırıyor ki Anti-Christ’in ardından çektiği
Melancholia’da insanlığı yok ediyor.
Tüm bunlara rağmen ya da tüm bunlarla birlikte
Trier önemli bir yönetmendir. İnsana dair dimağımızı, merakımızı diri tutan
düşünceler, düşler içerir onun filmleri ve soruları… Trier filmlerini bir
esrime ile çekiyor bundan kuşkumuz yok. Bu esrimeye seyirciyi de dahil ediyor
başarıyla... Anti-Christ seyri esnasında içimizdeki ormanda dolaştığımızı
hissediyoruz örneğin. Sakince duran bitkileri izlerken ansızın kıpırdayan
eğrelti otlarını görüp ürperiyoruz, tedirginlikle harekete yaklaşıp hemen
otların dibinden bize doğrulan tilkinin gözlerine bakıyoruz, vahşice kendi
etini yedikten sonra Trier’in sesiyle “Kaos hüküm sürecek” dediğini duyuyoruz.
Tüm bunlar adeta gerçekten ve o anda oluyor. Sembol yüklü bir anlatının içine
izleyiciyi de dahil etmeyi öykünün dehşetini yaşatmayı başarıyor. Ancak
uyanmaya tahammül edebilmekle, rüya dışına da bakabilmekle ve burada sorumluluk
almakla ilgili sorunları olduğu da açık...
Peki ya umut? Onun demediğini ben diyeyim. Neden
kaybettiğimizi anladığımızda, kötülüğe bu kadar yakından hatta içeriden
baktığımızda güçlenecektir belki de. Trier’in filmlerine bakmak biraz
içimizdeki kötülüğe, umutsuzluğa ve yıkıma bakmak çünkü… Varsa buna
gücümüzfilme dönebiliriz.
Çocuğun,
Çocukluğun, Umudun Ölümü
Film Handel'in Lascia ch'io pianga adlı harika
aryasının tınıları eşliğinde biraz yavaşlatılmış siyah-beyaz sevişme görüntüleri
ile başlıyor. Daha ilk sahneden bir adam ve kadının cinsel birleşme anını,
diğer odada yatan 4 yaşlarındaki çocuğun uyanmasını, yatağından kalkmasını,
anne ve babasına sevişirken bakmasınısonra camı açıp aşağı atlamasını izliyoruz.
Seyirci için tamamı şaşırtıcı, rahatsız edici sahnelereşliğinde sert bir giriş
yapıyoruz filme...
Çocuğun ölümü, kaybın çok boyutlu, yasın derin
olduğu bir yaşantıdır kuşkusuz. Evladın kaybı, anne-baba rolünün kaybı, bir
diğerini koruyabileceğine olan inancın kaybı, geleceğe ilişkin duygusal
yatırımın kaybı, hayallerin kaybı... Çocuğunu kaybetmek her zaman yoğun suçluluk
duyguları ile boğuşmayı beraberinde getirirken ölümün filmdeki gibi
gerçekleşmesi baş etmeyi çok daha zorlu kılar.
Filmde çocuk camdan düştüğünde seyircininkaygıları
ayaklanır ve film boyunca da bir türlü sakinleşmesine izin vermez yönetmen. İzleyici
yoğun endişelerleolayın sorumlusunu aramaya başlar. Yönetmen ihmalden kimin
sorumlu olduğunun yanıtını arayan seyirciye gösterdikleriyle filmin girişindeki
kışkırtıcılığını sürdürür.
Çocuk camdan düştüğü anda kadın ve adam
sevişiyorken adamın yüzü kadına, sırtı cama dönüktür. Yani adam tüm ikircimli
hallere sırtını, hazza yüzünü dönerken kadın gözlerini açsa, sevişmeye
konsantre olmasa çocuğu görebilecektir. Kadın hazzının cezalandırılması, tüm
kadınlara dayatılan ya anne ya kadın olmak ikileminin bir görüntüsü gibidir
yaşananlar... Daha öykünün başında haz ile görev,kadınlık ile annelik arasında
sıkışır kadın. Ve film ilerledikçe ilk sahnede yaşananların nedenlerini sadece
bir kaç karede değil binlerce yıl öncesinde ararken buluruz kendimizi...
Filmin giriş sahnesinde kadının çocuğun
uyandığını anlamadığı ve anlayamayacağı görüntüsü varken, son sahnelerden
birinde, sevişirken gözünü açtığı çocuğun uyandığını ve cama doğru ilerlediğini
gördüğünü anımsar kadın. Acaba hangisi doğrudur? Bize ilk sahnede gösterilen
mi? Kadının anımsadığı mı? İki seçeneğin de doğru olduğu düşünülebilir. Belki
kadın, çocuğun uyandığını duymadı görmedi ama sonradan olayın anısı hasar
gördü. Suçluluk duyguları nedeniyle gerçekte olanı çarpıtır ve farklı anımsar
oldu. Böylesi çok mümkün olurdu çünkü çocuğunu kaybeden bir annenin bilinci ve
olaya ilişkin belleği zaman içinde bulanıklaşabilir, anı bozulabilir. Ya da
sevişirken çocuğun uyandığını gördü ama ölebileceğini öngöremedi ve hazzına ara
vermek istemedi. Film bu noktada bize şunu söylüyor; Gerçek, sözünü ettiğimiz
olasılıklardan ikiside olabilir ve bazen gerçekleri bilemeyiz. Bazen kişilerin
içsel gerçekliğinin baskın hale gelişi dış gerçekliği kavramamızı da olanaksız
kılar. Yönetmen bizi bu rahatsızlıkla ve yarattığı huzursuzlukla başbaşa
bırakır.
Filmin devamında anne ve babanın yas
süreçlerine tanıklık ediyoruz. Kadın ve erkeğin ölümle baş etme biçimlerine...
Adamın cenazede döktüğü gözyaşlarını tabutun arkasındaki halini görmesek onun
da çocuğunu kaybettiğini ve yas içinde olduğunu düşünmemize neden olacak bir
gösterge bulamayacağız. Kadınsa cenaze sonrasında küntleşmiş, taşlaşmış bir
ifadeyle görülür, zamanla acısı derinleşir. Yası çocuğunun ölümünden önce
yaşadığı ruhsal sorunlarla birleşerek içinden çıkılmaz bir hal alır.
Psikiyatriye
Karşı Psikoterapi “Kibir en sevdiğim günahtır” der Şeytan...
Cenazeden sonra bir ay boyunca psikiyatri
kliniğinde yatar kadın. Kocası terapisttir ve karısı için en iyisini bildiğine
karar vererek tedavisini üstlenmek üzere onu evlerine götürür. Kadının “ölmek
istiyorum” diye ağladığını, çok acı çektiğini, kendisine zarar verdiğini
görürüz. Adam ilaç kullanmasını engeller, bildiği terapi tekniklerini kadına
uygulamaya başlar.
Adam, psikoterapinin de psikiyatrinin de
ürettiği bir bilgiye bu bilgiden gelişen bir etik ilkeye (yakınlarını tedavi
etmeye kalkışmamalısın) karşı çıkarak terapi sürecini başlatır. Kadın,
“psikiyatrist beni tedavi etmenin doğru olmadığını söylüyor” dediğinde adam
“teorik olarak doğru” yanıtını verir. İşte kibir bu yanıtta gizlidir. “Teorik
olarak doğru, başkaları yapamaz ama ben yaparım çünkü çok akıllıyım ve
mesleğimde harikayım” demektedir.Böylece başlayan ihlaller devam eder gider.
Seanslar hiç önerilmeyecek biçimde genellikle yatakta gerçekleşir örneğin. Adam
karısıyla sevişmemeye çalışır bunu başaramadığında cinsel birleşmeden kaçınır
ama genellikle koyduğu kurallara uyamaz.
Adamın karısını tedavi etme girişimindeki
aşırı iddiacılığın ve kibirin ne denli içi boş olduğunu,“Seni benden iyi kimse
tanıyamaz” dediği kadını aslında hiç tanımadığını zamanla anlarız. Bu kadar az
tanıma ve çabayla bu kadar büyük cüret tam olarak erkekliğin olumsuzluğudur ve
film aynı zamanda bu halin de eleştirisi gibidir. Bu erkek kibrini, terapist
kibri olarak da görebiliriz kuşkusuz.
Adam, karısının hissettiklerini, yaşadıklarını
dinlemeden onun öznelliğini yok sayarak duruma müdahale ediyor. Peki bunu nasıl
yapıyor? Eşinin davranışlarını kafasındaki yas şablonuna yerleştirmeye
çalışıyor örneğin. Ya da onun kendisine bir sevgiliden çok bir terapist olarak
ihtiyaç duyabileceğine kendi kendine karar veriyor bir çırpıda... Kontrolü
eline alıveriyor, kadının kontrol ihtiyacını ise görmezden geliyor.
Ortaçağda
Kadın Kıyımları Üzerine ve Anti-Christ Filminde Kadın Cinayeti...
Adamın kadının yaşadıklarından bihaber
olduğunu anlamamızı sağlayan diyaloglardan birinde kadın, tezini bitirmediğini,
çalışmasıyla ilgili zorlandığını bu konuyla ilgili tedirginliği olduğunu söyler.
Adam şaşırır çünkü bu durumla ilgili bilgisi yoktur. Çünkü erkek, kendiyle ve
çalışma hayatıyla meşgulken kadın hem teziyle hem de çocuğunun bakımı ile
ilgilenir. Kadının “bizi yalnız bıraktın” dediğini duyarız. Kırgın ve öfkeli
biçimde ifade ettiği düşüncesine adamın verdiği yanıt, ölçülü bir terapist
ilgisiyle “bu duruma örnek verebilir misin?” olur.
Kadının çalışma konusu Ortaçağ’daki kadın
katliamları... Adam karısıyla ilişkisinde bile kendi ruhsallığını dışarıda tutup
duygularını alabildiğine yalıtırken kadının çalıştığı konuyla duygusal olarak
mesafelenememesi, tersine ruhsal olarak dağılması, çalışması sırasında
dışarıdakinin içeriye nüfuzuna izin verişleri ve sınırlarının geçirgenliği ile
ilgili bilgi veriyor bize... Kadının sınırları dışarıdan gelen duygu ve düşünceyialabildiğine sızdırırken,
adam gereğinden fazla katı duvarlara sahip. Adamın yaptığı işle ilgili olarak
fazlasıyla yabancılaştığını, o çok sözünü ettiği duyguları tanımaktan yani
insandan uzaklaştığı görülürken kadın da iç-dış ayrımının dahi bozulduğunu
görüyoruz.
Adamın kullandığı teknikte hastanın en büyük
korkuları ile karşılaşmasının iyi olacağı belirtildiği için kadının korktuğunu
söylediği yere yani Eden adını verdikleri ormana ve onun içindeki ahşap
kulübeye giderler. Orman, insanlığın ortak bilinçdışına dairdir kuşkusuz. Kadın
ormandan korkarken, kendinden, bilinçdışından bilince doğru gelenden korkar
aynı zamanda... Ama adam apaçık hale gelene kadar kadının korkularının
kaynağındaki tehdidi göremez. Ormanda da bilinçdışında olduğu gibi sezdiğimiz
ama göremediğimiz pek çok olay gelişir.
Kadın korkularını yendikçe yüzüne canlılık
gelir, bedensel hareketliliği artar. Ormanda rahat dolaşabilir olduğunda
kendini de daha rahat ifade etmeye başlar. Adam, kadının psikotik süreçleri ifade
eden cümlelerini duyduğunda, eşlik eden davranışlarını gördüğünde karısı
hakkında düşünmeye ve araştırmaya başlar. Fotoğraflara tekrar bakınca çocuğunun
ayakkabılarının ters giydirildiğinigörür. Kadının defterindeki el yazısının
değiştiğini ve bozulduğunu da... Gördüğü her şeye rağmen eve dönmeyi, hastaneye
gitmeyi akıl edemez. Orada kalmaya, yaptıklarını yapmaya hatta kadınla sevişmeye
devam eder. Kadınının terapisti, kocası, aklı herşeyi olmak konusundaki iddiasınısürdürür.
Yani kadını istismar etmeyi sürdürür. Hem kocası olarak hem de terapisti
olarak...
Kadın kocası ve de terapisti tarafından daha
fazla görüldükçe terk edilme endişesi artar. Bu kaygıyla atak geçirdiği bir
anda kocasına saldırır. Yine sevişme anıdır. Önce penisine sertçe vurarak
sakatlar ama hemen ardından hala boşalıp boşalamadığını işlevini yerine getirip
getiremediğini kontrol eder. Adamdan kan gelir. Tıpkı ayakkabılarını ters
giydirerek çocuğunun ayaklarını sakatladığı gibi kocasının bacağını da taş
tekerlekten bir alete bağlar. Böylelikle terk edilmeyecektir. Derdi, fazla
güçlü görünen adamı güçten düşürmektir, öldürmek değil. Belki de yaşadıklarını
ona anlatmanın yoludur bu saldırı.
Burada adamın temsil ettikleri filmde bir
yandan bahsi geçen Ortaçağ kadın katliamlarına da bir gönderme gibidir. Sanki
kadın, Ortaçağ’da cadılıkla suçlananlardan biridir de işkencecisini, bir rahibi
ele geçirmiştir. Filmdeki örnekte kadının erkeğe uyguladığı işkenceden söz
edebileceğimiz gibi hastanın terapistine saldırısını da görebiliriz. İnsanı
anladığı üstelik değiştirebileceği iddiasındaki psikoloji kadının karşısında
çökmüştür.
Adam yaralı yatarken, kadın, masturbasyon
yapmaya başlar ve filmin bakılması en zor sahnelerinden biri gerçekleşir. Kadın
masturbasyonun sonunda makasla klitorisini keserek suçluluğunun kaynağı olan
hazzı yok eder. Ama önce suçluluğun içindeki hazzı yaşayarak...
Adam önce kaçar, kadının deliliğinden... Tilki
yuvasına saklanır. Yuvadaki karga ile mücadelesi sırasında kadın adamı bulur.
Bir yuvada güvende olmak, sığınmak erkek için mümkün olmaz. Doğa onu saklamaz. Tilki
yuvasında yarı gömülü yaralı karga... Tilki öldü sandığı kargayı sonra yemek
için saklamıştı belki de... Adam yuvada ölü gibi duran kargayı fark edince
rahat duramaz, kurcalar ve kargayla savaşı başlar. Karga can havliyle saldırır
adama... Tıpkı vahşi kadın arketipinin kadınların içinde durduğu gibi durur
karga o inde... Yaralanmış, saklanmış, gömülmüş ama ölmemiş. İçimizdeki cadı...
Burada hem vahşi kadını hem cadı kadını olumlu anlamda kullanıyorum. Trier gibi
korkutucu bulmuyorum onları.
Adam kadına saldırmaya başlıyor o yuvadan
çıkarıldıktan sonra... Filmin bundan sonrası tarihsel olarak erkeğin gerçeğinin
anlatılmasıdır.Kendi canına kast edene kadar kadının yaşamasına izin verir.
Sahte bir şefkat ve bakımla eşitmiş gibi görünen ama aslında kesinlikle
yukarıdan (daha akıllıyım, daha bilgiliyim, en iyiyi hak edenim, belirleyenim
saikleriyle) bir ilişki kurarak “yaşatırken”kadını... Çocuğunun başına
gelenleri bilmesine rağmen, kadının ne kadar hasta olduğunu anlamasına rağmen
onunla ormanda kalmayı, gündelik hayatını sürdürmeye çalışırken kendi canına
kast ettiği anda tüm alarm sistemlerini çalıştırır adam. Etrafına başka bir
gözle bakmaya başlar, hayatta kalmak için iyice canlanır. Kendi uzantısı olduğu
sürece acımayla yaşaması için çabaladığı kadın, birdenbire ölümcül bir düşmana
dönüşür onun için...
Filmin daha başlarında “Ben de ölmek
istiyorum” diyen kadına “Bunun olmasına asla izin vermeyeceğim” diyecek kadar
kendisini güçlü hisseden adam, filmin sonunda kadını kendisi öldürür. Tedavi sırasında
sürekli gevşeme egzersizleri yaptıran, nefes çalışmaları yürüten, kadının boğulma hissini gidermeye çalışan
adam, kadını boğarak öldürür. Bunu yaparken gözlerini onun yüzünden ayırmaz. Bu
da yetmez nefretinin soğumasına. Soğuk, mesafeli erkek ve terapist hali
arkasında gizli öfke, nefret ayaklanmıştır bir kez ateşini harlamadan duramaz.
Kadının cenazesini yakar.
Ortaçağ’daki kadın katliamlarına ilişkin zihni
bulandığı bir anda kadınları suçlayıcı konuşmalar yapan karısına verdiği yanıtı
anımsarız adamın; “Bunu nasıl söylersin sadece kadın olduğu için öldürülen
binlerce kişi varken. Senin tersini savunman gerekiyor.” Adam, tam olarak
ikiyüzlü olduğunun net biçimde görünür olduğu olaylar yaşar bir Trier
karakterine yakışır şekilde. Kadın ölür evet ama adam canını kurtarmış olsa da
tüm iddialarını tüketmiştir, yaralıdır.
Peki kadın neden delirdi? Filmde doğasından
koparılmış, kadınlığına yabancılaşmış bir kadınlık hali anlatılıyor.Vahşi kadın
arketipini harekete geçirecek biçimde doğada olmak, Ortaçağda kadın
katliamlarını çalışmak ve bir çocukla koca ormanda yapayalnız olmak karşısında
yeterince donanıma sahip değil. Tüm bunlar için yeterince olgunlaşmamış ve yalnız
başına olgunlaşamaz.
Kadının ya da adamın durumunu tanılarla
tartışmak yeterli de değil gerekli de... Kadına borderline demek psikotik
atağının biçiminden söz etmek başka bir zeminin konusu... Adamın narsistik
varoluşundan da... Filmi bunlarla tartışmak sanatın sinemanın estetiğinden
kaçmak, olanı psikolojize etmek anlamına gelir. Tam da film de eleştirildiği
gibi. Tam da filmdeki adamın yaptığı gibi...
Kadınla adamın seviştiği ağacın kökleri
dibinde yatan kadınlar, filmin sonunda dağın tepesine doğru yürüyen kadınlar
yalnız değiller. Ortaçağ’da kadınlar, erkek otoritesine örgütlü biçimde karşı
çıktıkları yani yalnız olmadıkları için öldürüldüler. Ama çağımızın kadını genellikle
yalnız. Kadın kadından uzak kalsın istiyor erkek iktidarlar. Kadın erkeğin
sözüyle, bilimiyle, bakışıyla anlaşılmaya çalışılıyor. Adamın kadına söylediği ''Beni
anlamak zorunda değilsin. Güvenmen yeterli.'' sözü onun manipülasyonlarının ana
gövdesini oluşturuyor örneğin. “Beni takip et” diyor kadına. “Söylediğimi yap,
anlamasan da ikna olmasan da”... Dolayısıyla burada söz üreten, bilim yapan
öznenin biyolojik cinsiyetinden söz edilmiyor yalnızca. Zihninde egemen olan
düşüncenin hangi sınıfın, hangi cinsiyetin tarihsel çıkarlarına hizmet ettiğini
düşünmekten bahsediyor. Kapitalizm insanlığın sosyal doğasına ve tüm tarihsel
birikimine aykırı biçimde tek ebeveynlerin çocuk yetiştirmesini
olağanlaştırdığında kadını daha da yalnızlaştırmış oldu. Kaç bin yıldır tüm
olanaklarından mahrum ettiği kadını fiilen sosyal yaşamdan da çekipbir de
çocuğu sorumluluğunu verdi. İşte bu
durum sınıflı toplumların en büyük iki yüzlülüklerinden biridir. Kadını
delirten erkeği sahteleştiren haldir. Trier bu gerçeği kurcalar filmlerinde
Anti-Christ’ten sonra çektiği Melancholia’da bir kadın ve bir çocuk öylece
izlerler dünyanın yok oluşunu... Yani Anti-christ’te kadını ve çocuğu öldüren
yönetmen, tam da anlattığı meseleler yüzünden dünyanın ve insanlığın da sonunun
gelmekte olduğu kehanetinde bulunur bir sonraki adımında...
Ortaçağ’da kadın konusunda filmin söyledikleri
de önemli bir yandan... “Tilki, karga ve ceylan belirince gökyüzünde biri
ölmeli” diyor kadın... Eski yazıtlarda kadınların gökyüzü olaylarını
incelediğini bu bilginin kadından kadına kuşaklarca aktarıldığını görüyoruz.
Hatta Almanya’da bir engizisyon mahkemesinde cadılıkla suçlanan kadınların dolu
yağdırarak ekinlere zarar verdiğinden söz ediliyor. Yani anlıyoruz ki
Ortaçağ’da Hıristiyanlık gelişirken kadındaki bilgiden çok korkuyor. Kadının
boyun eğmesi dinin ve feodalitenin gelişmesi ve yayılması için elzem. Binlerce
kadın işkenceyle öldürülüyor. Biat etmeyi reddettikleri için... Tarihin gördüğü
en büyük kıyımlardan biri bu yaşanan... Bir cinsi bunca büyük katliamlara
uğratan erkek, kadına verdiği hasar ölçüsünde hasar alıyor. Ruhsallığındaki
kadın, içindeki anne, sevgilisi, aşk yara alıyor. Belki bir daha iyileşmesini
çok zorlayacak denli sakatlanıyor insanlık...
Kadının ve aşkın özgür olduğu Dyonisos
şölenlerine atıflar yapılıyor filmde, pagan ayinlerine de... Ama yeni dinlerin
gelişmesi için hem bu inanışların hem de onlara sahip çıkan kadının yok
edilmesi kendi ihtiyaçlarına uygun, kadının hem doğasına hem çıkarına aykırı
yeni bir kadının yaratılması lazım. İşte yok edilemeyen cadılar, itaat etmiş
gibi görünen ama içindeki vahşi kadın arketipini koruyan kadınlar bugün hala
direniyorlar. Trier’e karşı bile... Tıpkı tilki yuvasındaki karga gibi...
Öldüğünü düşündüğünüz anda dahi ikiyüzlülüğün, riyanın yerini işaret ediyor bir
karga çığlığıyla, belleğiyle, gücü ve aklıyla...
Filmde kadın orgazmı gösteriliyor defalarca.
Tüm sınıflı toplumlar boyunca bunca nesneleştirilen kadının özneleştiği bu
anları görmek, doğasına döndüğüne tanıklık etmek erkekler için şaşırtıcı
olmalı... Kendinde olma, kendisi için olma halini içten içe tehdit algılaması
olağan. Film bu açıdan da izleyenleri kışkırtırken erkek ve kadın arasında
süren gerilimli hava sevişme sahnelerinin erotik ya da pornografik görünmesini
de olanaksız kılıyor. Belki de başka hiç bir filmde rastlayamayacağınız kadar
anlamlandırılması zor bir görsellik sunuyor.
“Bu filmde anlatılanlar,
paganizm-Hiristiyanlık çatışmasıdır velhasıl Batı kültürü öğeleridir. Biz de
‘doğa şeytanın evi’ değildir. Hiçbir zaman cadı avı da yaşanmadı zaten”
diyenlere de birşeyler söylemek isterim bitirmeden. Kadın sünneti hala Müslüman
coğrafyalarda uygulanıyor. Yaşadığımız ülkede kadın cinayetlerinin kadın
katliamı boyutunda olduğunu hepimiz biliyoruz. Doğu’da milyonlarca kadın bir
nevi hapis hayatı yaşıyor, ruhları cenderede... Velhasıl cadı avına da kadının
insanın vahşi doğası ile kurduğu ilişkiye de Doğu’dan bakıldığında da tablo çok
aydınlık görünmüyor.
Trier’in
bu filmde benim okuduğum sözü şöyle; “Kadını bu kadar yok etmiş bir insanlık
ancak algısı çarpık, bastonla yürüyen, geçmişi cinayetlerle dolu bir modernizm
yaratabilir. Geldiğimiz noktada başka bir çıkış bulamazsak birbirimizi
öldüreceğiz.” Oysa başka bir yol açıldı çoktan ve genişletiliyor bir yandan...
Kadınlar, Anti-christ de anlatılanlardan başka, daha umut dolu öyküler
yaratıyor her gün... Erkek tarafından ruhen ya da bedenen öldürülmenin
kaderleri olmadığını haykırıyor milyonlarcası. Bir araya gelen kadınlar,
ormanda yollarını erkeklerin rehberliği olmaksızın arıyor, buluyor. Yanyana
gelen kadınlar içlerindeki vahşi kadını, “cadı”yı yeniden güçlendirmek için
birbirilerine rehberlik ediyor. İnsanlığın geleceği için açılan umut yolu da bu
yürüyüşten besleniyor.