30 Ocak 2017 Pazartesi

Kıyılardan Uzakta  

Kanada’da bir camide saldırı…
Amerika bazı Müslümanları ülkesine almıyor. Kadınların, LGBTİ’lerin mücadeleleri sonucunda kazandıkları ellerinden alınmaya çalışılıyor. Bazı Müslümanları ülkeye almayarak terörü önleyeceğini lafta iddia eden Trump, aslında böyle yaparak terörü ülkesine davet etmiş oluyor tabii… Öyle geriden geliyoruz ki zaten kazanılmış hakları yeniden kazanmak zorunda kalıyoruz. Türkiye’de “Hayır” dediğimiz noktanın ne kadar geri bir pozisyon olduğunun farkında mısınız? 
Şimdi uzun uzun yazmaya vakit yok ama fırsat bulunca yazıcam bir ara umarım. “Zulmün artsın ki direniş artsın” eskilerden kalma ve bedelini ağır ödediğimiz bir anlayış… İnsanlar özellikle Ortadoğu’da hatta aslında özellikle Afrika’da çok acı çekiyor. Bu acının yayılıp yaygınlaştırılmasının mücadeleyi büyüteceğini düşünmek sadece büyük bir yanılgı. Hem de bedelini çok ağır ödediğimiz daha da ödeyeceğimiz bir yanılgı… Üstelik de görev savmak… Aslında başına gelmeden de karşı çıkabilecek bir potansiyeli yeterince siyasallaşmadan kutuplaştırmak görünenin aksine sınıfın birliğinin gerisine düşmek anlamına geliyor. Amerika’da sınıf mücadelesinin gelişeceği anda yeniden burjuva demokratik taleplerin savunusuna gerilemek. Yazık oluyor hepimize... 
 “Biraz da Amerikalılar görsün” kafası “Biraz da Türkler ya da Kürtler görsün” “Biraz da Esadçılar ya da Sunniler görsün”… kafasından bağımsız değil. Onu eleştirip bunu onaylamanın siyasal adını tarih zaten koymuş. “Biraz da onlar bunlar çekmesin” demek lazım. Mücadele etmek için herkesin acı çekmesini mi bekliycez. Travmayı ancak travma yaşayanın anlayacağını sanmakla aynı hikaye… Hiç öyle değil oysa…
Türkiye’de halimize bakın “Hayır” kampanyasıyla neyi savunmak zorunda kaldığımızın nereye gerilediğimizin farkında mıyız hepimiz? İyi o zaman devam edebiliriz. 
Amerikan işçi sınıfı ve ezilenleri direk kendisini ilgilendirmeyen bir sorunda da dayanışma gerçekleştirebileceğini gösterdi. Müslüman olmayanlar bugün Müslümanların demokratik haklarını savunuyor. Türkiye’de bu ne kadar yapılabildi sahi… Amerika’da solda olup biten her şeye karşı çıkan biriyle, Türkiye’de olup biten her şeye karşı çıkan biri benim nazarımda aynıdır. Gezi’ye burun kıvıranla bugün Amerika’da olanlara burun kıvıran aynıdır. Ya da bak iyi ki Trump geldi, ne güzel ayaklandı halk diyen de siyasal olarak ciddi yanılgı içindedir. Ama Hilary de şöyle böyle diyenler olacaktır. Ezilenleri "Evet-Hayır", "Hilary-Donald" ikiliğine sıkıştırmak dünyanın her yerinde olup biten... Bu konuda ne düşündüğüm hem tahmin edilebilir hem epeyce yazdım. 
Dediğim gibi uzun anlatmalıyım ama günlerdir içimde birikenin özetinin özeti böyledir. Amerika'daki gösterilerle bi nefes aldık ya aslında dünyanın her yerinde durumumuz şu; boğulmak üzereyiz. Kocaman bir denizdeyiz, zar zor yüzüyoruz, çok yorgunuz. Habire kafamıza bastırıyorlar. Arada bir kafamızı çıkarıp derin bir nefes alıyoruz, zaman kazanıyoruz, hala yaşıyoruz ama ne başımızdaki elden kurtulabildik, ne kıyıya çıkmaya yaklaşıyoruz. Gezi de Amerika'daki gösteriler de bir nefes alımlık zamandır. Yazık ki fazlası değil. O nefesi iyi kullanmalı o ayrı konu tabii...

22 Ocak 2017 Pazar

Savaşın suretinde bir dünya...  

 Adlarını bilmediğim yığınla silah çeşidi, bir sürü uzmanlık alanı sermayenin en kirli sahipliği insan öldürme sanayi daha iğrenci ticareti... "Kaç para bu? Şu köyde bir denesene?" "Çok profesyonel ordu" 
 İnsanlık itinayla karşısına çıkan fırsatları kaçırırken, artık aynada, ne isek onu göreceğimiz günler yaklaşıyor. Ya yok olacağız, ya sömürüsüz bir dünya kuracağız. Şakası yok! insanlığın ve doğanın yaşamının geleceği ciddi risk altında... İnsanın içindeki ölüm güçleri beslendi, beslendi koca bir canavara dönüştü, bağladıkları bahçede zor duruyor artık. Ne olacaksa olacak. Geçen İdris söylüyordu Amazonlarda başka insanlarla hiç ilişkilenmemiş bir insan topluluğu bulunmuş. Gidip onlara katılmak isterdim. Kalan ömrümü onlarla geçirmek... Ama biliyorum ki imkansız. Çağımın bilgisiyle, duygusuyla lekeliyim.
Bu sabah yıkılmış kentlerin hüznüyle uyandım. Geçende bir arkadaşıma kulağındaki küpeleri çok beğendiğimi söyledim. Suriçinden almıştım dedi. Bir süre sessizlik oldu. Bir mızrak atıldı kalbimize biliyorum. Hiçbir söz o ana uygun olamazdı. Gözlerimizin derinlerinden ah dedik geçtik. Diyarbakır'a ilk kez gittiğimde sokağa çıkma yasağı vardı görememiştim Suriçini... Ben göremedim, öyle görülmeyi görülmeyi... 
Suriye savaşı boyunca da aynı anıyla uğraştım. Muhafazakar, kapalı bir kadınla konuşuyordum. Sene 2007 olmalı. Defalarca Suriye'ye gitmişti. Ne kadar güzel olduğundan söz etmişti. Görmeyi o kadar çok istemiştim ki... Olamadı tabii... Ama en çok ne dokunuyor içime biliyor musunuz? Bana uzun uzun Suriyelilerin Türkleri ne kadar sevdiğinden ve çoğunun Türkçe öğrendiğinden söz etmişti. Severlermiş... Sonra başlarına ne işler geldi o insanların, o tarihi kentlerin... Oradaki gülüşlerin, yeni doğmuş nice umutlarla adı konmuş bebelerin, yeni başlayan aşkların, daha dün örülmeye başlanan kazakların... Hangi toz dumanın altında ne umutlar, ne sevgiler kaldı.
Şimdi artık tüm dünyaya çok yakın yıkım tehdidi... Belki bir gün bizim yaşadığımız yerler içinde... Belki bir gün bizim umutlarımızın üzerine de...
Kader değil elbette. Engel olmak için hâlâ şansımız var. Daha önce "Cehennemin Kapısından Gördüklerimiz" "Virajdan Önce Son Çıkış" gibi yazılar yazmıştım. Birileri gibi kuru ajitasyon için yazmadım. Gerçekten öyle düşünüyordum. O çıkışları geçtiğimizi biliyorum. Ama hâlâ dipte olmadığımızı da... Hala umut var ama biraz daha zor da... Umut işte o canavarın ağzında... Bilmiyorum midesine gitmeden yapılacaklar daha çok bedel gerektirecek ve acaba göze alınabilecek mi? İnsan dediğin öngörülebilir değil... 
Bir de ne görüyorum biliyor musunuz? Hani hep deriz ya şimdi savaşı kışkırtanlar aslında ilk kaçacak olanlardır. Zaten ispatlı. Bakıyorum da tanıdığım milliyetçilerin çoğu askerlik yapmamış bulmuş bir yolunu... Yani savaşma kararı alırlarsa da olan kime olacak belli... Bol bol anlatmak lazım. Belki eski Yugoslavya ülkelerinin fotoğraflarını göstermek yeniden, belki Suriye'yi... Ve aynı türküyü söylemek lazım yeniden...
"Mezar taşlarını Hasan koyun mu sandın 
bre Hasan,
Adam öldürmeyi Hasan 
oyun mu sandın"...
Üzgünüm pazar pazar böyle oldu. Vakit bulursam siyahlardan da bahsedicem bugün onlarda yanıbaşımda çünkü...

18 Ocak 2017 Çarşamba

"Cümlenin muradı dünyada cennet"  

2004 yılıydı galiba. Bu ülkede bir yerde bir kütüphane kurmuştuk. Bu ülkede bir yerde demek yeterli çünkü her yerinde benzer olaylar habire yaşanıyor. Var gücümüzle sırtımızda kitapları taşıyarak mahalleden insanların kitap okudugu kadınların çocukların geldiği bir kütüphane yaptik. Mekan bizim değildi ama sahibi de bu işe istekliydi başta. Ki genellikle yari yolda birakilma oykumuz böyle başlar. Neyse sonra bu kişi bilumum sebeple kaprislendi. Bizi de yaptıklarımızı da orada istemediğini çok kötü bir dil kullanarak ifade etti. O kadar üzülmüştüm ki... Bu ülkede çıkarsizca yaptığım kaçıncı iş sona eriyordu. Mülkiyet iddiasında bulunanlar (ki şüphesiz sosyalisttiler dilde) kalıyordu ben yine yolcu... Çok üzgün uyudum o gece çok yorgun. Sabah bu türküyü söyleyerek uyandığımı hala içim sızlayarak anımsıyorum. "Dünyanın üzerinde kurulu direk. Emek zayi olmadan sızlar mi yürek"... Çok acıklı hale getirmek istemem ama yıllar boyu çok emeğim zayi oldu cok sızladı yüreğim. Tabii baskalarinin emeklerine de cok uzuldum. Mevzu ben sen o degil cunku. Ben bugün geldiğimiz halin bu memlekette çok can yakılmasına çok emeğin zayi edilmesine de bağlı olduğunu yaşadıklarımdan biliyorum. "Bu düzeni kim kurmuş" bizler içten biliyoruz aslında. Artık her alanında karasını akını ayiklayip gormek lazim turkunun dedigi gibi. Hepimiz dikkat edelim bence en ufak bir güzelliği bile incitmemeye. Emeği zayi etmemeye. Artık kapris lüksü olan zamanlarda değiliz zira. Bu kuccucuk burjuva tarzlarin azalacagina dair umudum az bir yandan da... Belki gençler... Bakarak değil yaşayarak göreceğiz. Buralardayız zira. Yaşamamak düşünülemez.

4 Ocak 2017 Çarşamba

psikesinema dergisi kasım 2016 sayısında yayınlanan yazım  

THE OTHERS: KORKUTANI SEVMEK  
Neden korku filmi izleriz? Neden izlediğimiz bir filmde gerilmeyi, kaygılanmayı tercih ederiz? Bu sorunun yanıtı sinemanın hayatımıza girmesinden çok daha eski zamanlara göz gezdirerek verilmeli... Elektiriğin, radyo ve televizyonun olmadığı binlerce yıl boyunca uzun kış gecelerinde özellikle ihtiyarların ateş başıda anlattığı masallardan, çocuklara onları uyuturken söylenen ninnilerden, mitolojik anlatılardan biliyoruz ki insanların biribirine korkutucu gerilimli öyküler anlatmasının tarihi sözün tarihi kadar eski... Anlatılanların içeriği ve niteliği topluluğun içinde bulunduğu çağın koşullarına, yaşadığı coğrafyaya göre değişse de korkutucu öğelerle dolu öyküler hep vardı. Çünkü insanın içinde ve dışındaki yıkıcı eğilimler onun doğası gereğiydi/gereğidir. Bu nedenle insan sözü ürettiğinde tüm duyguları gibi korkusunu da sözelleştirdi. Hem kendi yapabileceklerine hem doğadan ya da diğer insanlardan gelebilecek olanlara karşı hissettiği korkuyu nesneleştirerek masal kahraman(lar)ına mitteki karakter(ler)e dönüştürdü.
Masallar, mitler, ninniler, insanın içindekinin suretinden yarattığı bir dış dünyanın hayal gücündeki yansımasıydı. Ulaşabildiğimiz en eski anlatılar bugünküler gibi türlere göre pay edilmiş değildi. Komedi, korku, aşk, savaş masalları diye ayırılması çok kolay olmayan daha diyalektik metinlerdi onlar. Tıpkı hayat gibiydiler, bu durumların tamamını içeriyorlardı. O eski anlatılarda hem öykünün kendisi aşkı, korkuyu, kederi, mutluluğu, hayatı, ölümü, yası, gülüşü, gözyaşını içeriyordu hem de temel karakterleri davranış ve duygu repertuarı açısından bugünkülerden çok daha renkli idi.  Aynı karakter hem iyi hem kötü hem yapıcı hem yıkıcı hem komik hem kahraman hem korkan hem korkutan olabiliyordu. Yani o dönemki anlatılar insanın ambivalans duygularını anlamaya ve kapsamaya sonraki çağlarda gelişenlere göre daha uygundu. Bunun nedenlerini anlatmak çok uzun sürer. Bu sebeplerin daha çok insanlığın tarihinin aynı zamanda sınıflı toplumların yani sömürünün ve yabancılaşmanın tarihi oluşunda gizli bulunduğunu düşündüğümü ifade edip sorudan şimdilik zıplamak istiyorum.
The Others, ürpertici ve gerilimli bir film ama türünün yüzeysel örneklerinden biri değil, tersine; derin, katmanlı ve sinemasal açıdan da keyif veren bir niteliğe sahip...  2001 yapımı bu filmin yönetmenliğini genç yaşta ilgi çekici filmlere imza atan Alejandro Amenábar henüz 29 yaşında iken gerçekleştirmiş. Bu kadarla da kalmıyor filmdeki Amenábar imzası. Öykü ve müzikler de ona ait...
Korku-gerilim türü filmlerde genellikle görülen sahnelere bu filmde rastlanmıyor. Kanlı sahneler, vahşet görüntüleri, pornografik sahneler yok. Bize doğrudan gösterilmeyen vahşet, temel karakterlerimizin geçmişinden dolaylı fakat etkileyici biçimde film boyunca bize sesleniyor. O sahneleri izlemesek de hayalgücümüzde canlanan imgesi zihnimizi allak bullak etmeyi sürdürüyor. Ve film hayalgücümüzün, zihnimizdeki imgelerin bazen gerçeklikten daha acıtıcı olabileceğini gösteriyor.
Öykümüz 2. Dünya Savaşı’nın bitiminde 1945 yılında İngiltere’de Jersey adasında geçiyor. Upuzun kadife perdelerle örütülü pencerelerle kaplı geniş duvarlı, yüksek tavanlı, gösterişli mobilyaları olan, piyanolu, tozlu ahşap çerçevelerdeki tabloların bolca bulunduğu, mumlarla, gaz lambalarıyla dolu köşk bize esrarengiz bir öyküde olduğumuzu bildiren bir oyuncu gibi adeta. Hele o sis... Köşkü bulutların arasındaymışcasına kaplayan ve bir türlü geçmeyen sis...
Filmde, Anne ve Nicholas adındaki iki çocuğu ile birlikte yaşayan kadın, işe yeni başlayan üç hizmetçi, kısa süre öyküye dahil olup sonra köşkten ayrılan savaşa gitmiş baba arasındaki ilişkiler işlenerek köşkte yaşanan esrarengiz olaylar anlatılıyor. Filmin etkileyici yanlarından biri de kuşkusuz oyunculuklar. Hem anne rolündeki Nicole Kidman hem de çocukları, hizmetçi ve baba rolündeki oyuncular çok başarılı performanslarıyla bizi film boyunca öykünün gerçekliğinde tutmayı o atmosferde kalmamızı sağlamayı başarıyor.
Komedi filmleri ile ilgili klişe bir cümle vardır “güldürürken düşündüren filmler”... İşte The Others filmi de korkuturken düşündürmeyi başaran bir film. Oysa korkmak ve gerilmek insanın düşünmesini zorlaştıran zihinsel süreçlerin işlemesini güçleştiren duygu halleridir. Film boyunca ve bitiminde düşünmeyi sürdürmemizi hedefliyor Amenabar... Ve biz de kolay olmayan bir şeyi yönetmenle birlikte yapıyoruz. Bir vahşete, anneden gelen şiddete dair olayın yarattığı tüm duygular üzerimizdeyken düşünüyoruz.
Gerilim Yaratan Bir Durum Olarak: Aileden Korkmak, Anneden Korkmak
The Others, aileyi özellikle anneyi temel alan bir korku filmi... Bu nedenle aile üzerine, kadına dair ve anneliğe ilişkin de biraz söz söylemek istiyorum.
Aile artı-değeri yaratacak ve birikeni koruyacak bir kurum olarak icad edilip insan topluluklarının dönemsel koşullarına uygun biçimde yapılandırıldıktan sonra malumunuz olduğu üzere kadının ikincilleştirilme süreci de başladı/hızlandı. Kadının pozisyonu açısından yaşanan bu değişimi en iyi masallardan, mitlerden takip edebiliyoruz. Yazının icadı zaten sınıflı toplumların varlığına ve kadının ikincil cins haline getirilmesine denk düştüğü için yazı daha çok erkeğin olarak kalıyor, sözlü ve aktarıma dayalı edebiyatsa kadının eski çağlardaki güçlü, özgür pozisyonunu anlatmayı cılız da olsa sürdürüyor.
Tek tanrılı dinlerin sırasıyla yaygınlaşması ile birlikte gelişen aile tanımlarında katı ahlaki kurallar ve uyulmaması durumunda büyük cezalar özellikle kadınlar için getirildi. Üst benliklerin de katılaşması bu yoğun kurallar altında ezilen bireysel arzular, ihtiyaçlar özellikle kadınların çağlar boyunca azabı oldu. Büyük cezai yaptırımlarla bezeli katı ahlaki sınırlar içinde yaşamak yoğun psikolojik sıkıntıları, somatizasyonları; onlara uymamak en hafifinden toplumdan topyekun dışlanmayı en ağırından işkenceyle ölüm cezalarını beraberinde getiriyordu.
Anne, doğuran sonrasında koruyan, kapsayan, besleyen yanlarıyla insan yavrusu için ve o küçük bebeği kendi ruhsallığında bir ömür taşıyan birey için kritik önemde. Böylesi bir varlığa kötülük atfetmek ya da ondan gelenin bazen zarar verici de olduğunu görmek, kabul etmek kolay iş değil. Aynı şekilde görevlerini böyle tanımlayan ya da varlığı böyle anlamlandırılan bir annenin çocuklarına yönelik kendi öfkesiyle, rekabetiyle barışması ve bu duyguları kabul etmesi de... Bu nedenle anne-çocuk arasındaki ilişki aslında sunulan, atfedilen, öykülendirilen kutsallığın dışında yoğun çatışmalı bir ilişki... The Others işte bu çatışmaları ve oldukça şiddet dolu bir ilişkiyi başarıyla anlatan bir anne-çocuk filmi aynı zamanda.
En eski masallar annelerin bazen bıkan, yorulan, yeterince koruyamayan, kapsayamayan yanlarını anlarını da anlatan, abartan ama en azından insanın içindekinin dışarı çıkarak rahatlamasına ve görünür olmasına hizmet eden anlatılardı. Örneğin; Hansel Gretel masalında çocuklarını ormana bırakan ebeveynler onları bulup kandırarak yemek isteyen yaşlı kadın, Pamuk Prenses’de kızıyla güzellik konusunda rekabet edip sonra buna dayanamayarak yine oyunla dümenle öldürülmesi üzere onu ormana gönderen anne (bu annenin zaman içinde üveyleştirildiğini ilk anlatılarda öz anne olduğunu biliyoruz örneğin), Çirkin Ördek Yavrusu’nda evladından nefret etmese de onu sevip korumak istese de bunu başaracak gücü kendisinde bulamayan bir anne, Kibritçi Kız’daki önünden geçip giden insanların da koruyup kurtaramadığı annesiz çocuk hepsi annelerin yetersizliğini, yokluğunu, öfkesini ve rekabetini anlatan öyküler sunarlar. Mitolojide de durum çok farklı değildir. Yunan mitolojisinde Hera topal ve çirkin oğlu Hephaistos’u Olimpos’da kovar. Baba yıkıcılığının bir örneği olarak ilk baba Kronos bir tanrı olarak çocuklarını yutar.
Tek tanrılı dinlerde iyi ve kötü, melek ve şeytan olarak kutuplu tanımlanmıştır. Artık anneler bir çeşit melektir. Çocukları için asla kötü düşünmeyen, çocuğuyla rekabet etmeyen, kıskanmayan, tümüyle kapsayan koruyan... Eğer bir kadın anne olarak bu çerçevenin dışına çıkıyorsa o şeytan kadındır bu defa. İnsanın anlam dünyası eskisinden daha az diyalektiktir artık. İnsanlık için ambivalans duyguları kavramak onlarla birlikte yaşamak eskisinden de zordur. Devleştirilen bir süper ego (sınıflı toplumun ahlakı, devleti) küçülen insanların üzerinde kılıcını sallamaktadır.
Özdeşimin, Yakınlığın Sürekli Yer Değiştirmesi
The Others, sonu sürprizli filmlerden. O nedenle filmi izlemediyseniz yazının devamını okumadan önce bir kez daha düşünmenizi öneririm. 
Filmin adı: Diğerleri... Öykünün başından sonuna dek temel karakterlere ilişkin tahminlerimiz, düşünce ve duygularımız sıklıkla değişiyor. Bizim için bir an diğeri olanla daha sonra özdeşimsel bir ilişki kuruyoruz. Korku duygusunun ve gerilimin saldırma, savunma gibi net hatlar yaratması alışıldık olanken film bir an korktuğumuzu diğer an anlamamıza, affetmemize yol açabiliyor. Aslında annelerimize hissettiğimize benzer karmaşıklıkta duygular yaşıyor, birbiriyle çatışan düşüncelerin içinde buluyoruz kendimizi... Bu yanıyla film klasik korku filmlerinin ayrıştıran, cepheleştiren bu dünya-düşman dünya diye ikiye bölen, iyiler ve kötüler biçiminde ayrılan dünyasından da uzaklaşıyor. Korkutuculuğundan, ürkütücülüğünden bir an bile ödün vermeksizin hem de...
Genellikle “katil uşak” klişesini çağrıştıracak biçimde hizmetçilerde, kimi zaman çocuklarda, Victor adındaki hayalet çocukta piyanist babasında, nadiren de annede toplanıyor şüphelerimiz. Hayatlarımızda “bir gariplik var ama ne?” sorusunu sorduğumuz durumları çağrıştıran ilişki problemleri oluşuyor. Sonunda en kötüsünü yapmış olana yani anneye dair normalde böyle bir vahşeti gerçekleştiren bir insana hissedemeyeceğimiz yakınlığı duyuyor o artık bir “hayalet”de olsa onu anlamayı sürdürüyoruz.
Çocukların Öyküsü: Korkutucu Bir Anneyi Sevmek Üzerine
Kız çocuk yani Anne, hizmetçilere “kötü şeyler oldu” der Nicholas yani erkek çocuk onu susturmaya çalıştığında anne “çocuklarım bazen tuhaf konuşur” der. Bu sahneler ve anne-çocuk ilişkisi aralarında yaşanmış kötü olaylar üzerine birkaç vurgu, Nazilerin eve geldiğinin söylenmesi bize aile sırlarını, unutulmak istenen anıları düşündürür ancak bu anltılar filmin finalinde karşılaştığımız türden bir vahşeti aklımıza getirmemize neden olmaz.  
Anne sürekli elinde bir sürü anahtarla dolaşıyor. Filmin ilk sahnelerinden birinde hizmetçiye kuralı açıklıyor. “Bu evde bir kapıyı kapatmadan diğer kapıyı açamayız”. Kapının kapatılması da mutlaka kilitlemek suretiyle gerçekleştiriliyor. Film aynı anda pek çok kapıyı aralık bırakıp bizim içeride ne olduğunu merak etmemize neden olurken bir yandan da ana karakterinin açık kapılara tahammülsüzlüğüyle annenin çocuklarının evde görebileceklerini dahi kontrol etme arzusunu ve eylemini bizlere gösteriyor. Zaten kadın geçmişe ilişkin kapıları da kapatmak yaşanan kötü olayları unutmak istiyor. O kapıları kilitliyor.
Anne, hizmetçilere çocuklarının bulunduğu odaların perdelerinin mutlaka kapalı tutulması gerektiğini çünkü güneş ışığıyla karşılaştıklarında yüzlerinde yaralar çıkmasına neden olan bir hastalıkları olduğunu söylüyor. Zaman içinde esrarengiz güçler tarafından perdelerin açılması ile birlikte çocukların yüzlerinde yaraların çıkmaması, kadının çocukları için kurguladığı karanlık dünyaya ışığın sızması anlamına geliyor. Perdelerin topyekun kaldırıldığı sahneye dek zaman zaman açık kaldığı sahnelerde kadının hızla çocukların bedenlerini kapatması nedeniyle onların ışıktan zarar görmediğini anlamamız zaman alıyor.
Büyük çocuk Anne, annelerinin sunduğunun dışına çıkamayan kardeşi Nicholas için yeninin, itirazın ve oyunun kurucusu gibi... Nicholas sıklıkla annesinin katı kuralları olan dünyası ile ablasının sundukları arasında kalıyor. Bazen birini kimi zaman diğerini tercih ediyor.
Kız çocuk Anne, annesiyle yoğun çatışma içinde... Annesinin unutturmak istediklerini anımsayan, anımsatan, dini öğretilere karşı çıkan ve evde yaşayan “diğerleri” ile ilk ilişki kuran kişi olarak oldukça yalnız. Yaşlı hizmetçi kadın biraz dayanak oluştursa da babanın gelişi onu biraz rahatlatsa da genellikle annesi ile ilişkisi zorlu ve sınırlı. Annesine karşı Anne genellikle korumasız.
Küçük kızın gelinlik giydiği sahne oldukça çarpıcı ve çok anlamlı olarak ürkütücü. Annesi kızına gelinlik giydirmiş onu melek imgesine yakın bir kılığa sokup karşısına geçmiş keyifle izlerken birden yaşlı ve “cadı” bir kadına dönüşmesi en masum imgelerin korkutucu olabileceğine işaret ettiği gibi anne ile kızı arasındaki ilişkinin zorlu dinamiklerini de bize gösteriyor. Bu tersine dönüş çarpıcı bir sinemasal anlatımla bizlere ulaşıyor. Kızını böyle gören annenin uyguladığı şiddet çocuklarına “o gece”yi anımsatıyor.
Annenin çocuklarıyla ilişkisinin önemli belirleyenlerinden biri de din... Filmin ilk sözü şöyle “Çocuklar rahat mısınız? O zaman başlayalım.” Hemen ardından İncil’deki yaradılış öyküsü anlatılıyor. Film boyunca annelerinin çocuklara din dersleri verdiği saatleri görüyoruz. Çocuk tarafından açılan bahis. Yalan söyleyen çocukların sonsuza dek cehennemin en sıcak yerinde yanacaklarının söylenmesi... Oysa anne çocuklarına birlikte yaşadıkları olaylarla ilgili hem yalan söylüyor hem de söyletiyor ama kuşkusuz bu inkara dayalı bir yalan.
Kız çocuğun anneye isyanı nedeniyle defalarca ceza aldığına tanıklık ediyoruz. Filmdeki dini sorgulamalar çok kıymetli... Tıpkı annenin çocuklarına perdeleri ve kapıları sıkıca kapatarak kendi gerçekliğini sunması korunaklı bir alan sunmaya çalışması gibi kadın için bunu sağlayan olgu da din oluyor.
İki çocuğun da yalnız başına birer odada ders çalışma cezası aldığı sahnede küçük oğlanın aile ile ilgili ders çalışması ve oradaki aile anlatısı filmin aile eleştirisini de özetliyor gibi...
Kadının Trajedisi
Filmin ilk sahnesi kadının çığlık atarak uyandığı sahne... Böyle bir uyanmayı tanıyoruz. Kötü olaylar yaşamış bir insanın tedirgin bir uykudan sonra atabileceği türden bir çığlık bu...
Hizmetçilere evi ve kurallarını  anlatırken kendisinin migreni olduğu için ses çıkaran hiçbir aleti kullanmadıklarını söylüyor. Işığı çocukları için yasaklayan annenin sesleri de eve sokmadığını böylece öğreniyoruz. Migren muhtemel bir somatizasyon olarak sunulurken uyaranalara tahammülsüzlük de kadının bir özelliği olarak gözler önüne seriliyor.
Kadın gidip pederi çağırmaya karar verdiğinde yani dışarıdan birine ihtiyaç duyarak evin sınırlarının dışına adım attığında kapının dışında kocasıyla karşılaşıyor. Adamın sislerin ardında evin dışında asker kıyafetiyle öylece belirmesi, bir baba olarak ailede aldığı pozisyonu da açıklığıyla temsil ediyor. Baba, bakışlarıyla, duruşuyla savaştan dönen bir askerin travma sonrası hallerini yansıtıyor. Bir an düşündükten sonra güçlükle karısına sarılırken “evimi arıyordum” diyor.
Kocasıyla konuştuğu sahne kadını daha iyi tanımamızı sağlıyor. Aralarındaki diyalog şöyle başlıyor;
-Beni affet Charles?
-Ben değil çocuklar affetsin.
-Onları çok sevdiğimi biliyorlar.
İşte konu tam da bu oluyor. Çok seven annenin aynı zamanda çocuklarına zarar vermesi. Filmin sonunda kadının çocuklarını yastıkla boğarak öldürdüğünü öğreniyoruz. Meğer bu dindar, ahlaki kurallara sonuna dek bağlı anne önce çocuklarını sonra kendini öldürmüş. Evdeki “hayalet”ler aslında kendileriymiş, perdeleri indiren, onları rahatsız eden varlıklar ise yaşayan insanlar...
Kendi mezarlarını yapraklarla örterek ölü olduklarını gizlemeye çalışan hizmetçiler, birilerinin hayatındaki kayıp olduğumuzda bunu gizlemek için yaptıklarımızı andıran bir metafor olarak oldukça manidar.
Buradaki anne, savaştan önce belli ki burjuva bir yaşamı olan iki çocuğu, eşi ve kendisi için kurguladığı hayatın yönü savaşla birlikte tümüyle değişen bir kadın. Savaş süresince kocasının yanında olmadığını yaşadıkları adanın Nazilerce işgal edildiğini hatta Nazi subaylarının eve de geldiğini öğreniyoruz. Ama kadın yalnızken çocuklarıyla birlikte yaşamış olabileceği güçlükler ve eve gelen Nazilerin yapmış olabileceği kötülükler anlatılmayıp hayal gücümüze bırakılıyor. Bir annenin iki çocuğunu öldürmesi inanması güç ve son derece dehşet verici bir olayken bu vahşetin yaşanmasını hazırlayan koşullar, çocuklarını bunca seven bir annenin neden ve nasıl böyle bir şeyi yapmış olabileceğini de düşünmemiz isteniyor. Film, gerçek olmayan bir dünyayı, “eğer olsaydı” diye düşünmeye başlayarak gerçekçi biçimde anlatıyor ve böyle bir kadın ölümünden sonra bir hayalete dönüşseydi bunlar yaşanırdı dedirtiyor.
Adam yine cepheye gideceğini söylediğinde kadın öfkelenerek “Savaş bitti” der. Adam “Hayır bitmedi.” diye yanıt verir. Burada aslında savaşlar bir takım anlaşmalarla bitse de o savaşı yaşayanların zihninde, yüreğinde sürdüğünü onların mecazi anlamda sık sık cepheye gittiğini başarılı biçimde anlatıyor.
Kadın adama hesap soruyor “Bir kez bıraktın bizi yine gidemezsin. Bizimle hiç ilgisi olmayan o savaşa neden gittin ki? Diğerleri gibi neden sen de kalmadın? Hepimiz teslim olduk. Bütün ada işgal edilmişti. Savaşa giderek neyi kanıtlamaya çalışıyordun? Yerin burası ailenin yanıydı. Seni seviyordum bu karanlıkta bu hapishanede yaşamak buna değerdi. Ama senin için yeterli olmadı. Senin için asla yeterli değildim. Bunun için gittin. Sebep sadece savaş değildi. Beni bırakmak istiyorsun öyle değil mi?” Bu diyaloğun ardından sevişerek uyurlar ve kadın uyandığında da adam yine yoktur.
İşte evdeki tüm perdelerin esrarengiz biçimde indirilmesi bu olayın ardından gerçekleşir. Gerçeklik günyüzüne çıkmak  için ısrar etmektedir.

The Others, vahşeti gerçekleştiren kişinin anne olması nedeniyle benzeri aile temalı korku filmlerinden farklılaşıyor. Onu ayıran bir diğer özelliği kahramanının, korku gerilim filmlerinin çoğunda olduğu gibi tümgüçlü bir yıkıcılığa sahip olmayışı... Şeytansı değil gayet insani ve çift değerli bir yerden korkutuyor The Others... Hayatın başetmeyi bilmediği koşullardan yüklendiği, adeta çalışmadığı yerlerden, sorumlu bulunmadığı konulardan sorular soran bir öğretmen gibi acımasız davrandığı bir kadının canavarlaşmasını anlatıyor. Bu film, bir kadının katı dini inançlarıyla, sorumluluklarının yükledikleriyle çatışması, savaş yıllarında geride kalan olmanın zorlukları üzerine bir anlatı aslında. Işıklarla, kapılarla, perdelerle oynayarak sert gerçekliği değiştirmeye çalışan, çocuklarına güvenli bir alan yaratmak derdinde olan ama en sonunda kendi içindekinden koruyamayan bir kadının öyküsü... 

Mutfaktan Notlar  

Mutfak toplarken birden zihnim açıldı bir şey fark ettim. Paylaşmasam olmaz. Bunca yıldır yazıyorum, hatta kendimi bildim bileli yazıyordum. Hem kendimin ve de hemcinslerimin deneyimine dair bir ışık yandı zihnimde... Kadınların ve erkeklerin yazma faaliyetine gösterilen tepkiler arasındaki fark dikkatimin kıyılarına vurdu. Erkekler yazınca "vay be çok akıllı" "ne güzel tespit" falan diyenler kadın yazınca "yazı kabiliyeti var" diyorlar, bunu biliyor muydunuz? Hayır yani kimsenin akıllısın demesine ihtiyacım yok zaten (sanırım bu yüzden bu söylediğimi fark etmem 20 yılımı falan aldı) da "yeteneklisin sen" dedikçe bir canım sıkılıyordu da ne olduğunu anlayamıyordum. Yani sadece benle ilgili bir mevzu gibi anlamanızı da istemem. Kadınlığa dair bir bağırış benimkisi kabul ederseniz. Yani şöyle diyorlar özetle yeteneklisin doğuştan bir de kadın olduğun için hisli bir yaratıksın zaten birleşince böyle duygusal bir şeyler oluyor işte. Bir de bu söylediğimi sadece erkekler yapmıyor kadınlar hatta baya kadınlık konusunda iddialı olanlar da yapıyor. Baya görüyorum, geçiyorum yani... Geçtiğime göre benim de epey eksiğim var bu konuda bilinç anlamında. Ben yazdıklarımı yazabilmek için cidden ömrümü verdim. İyi ki de vermişim. Saçlarımı ağarttım :) (evet beyazlar aslında). Baya da eğitim ve düşünce işi meseleler üzerine de kafa yoruyorum pek çok kadın gibi... Yani öyle kahve fincanında görmüyoruz söylediklerimizi. Bunca eşitsizlikler için de hem de... Hem de az takdirle... Yine de söylüyoruz yazıyoruz.
Ay ne biliyim mutfaktaydım bir üşüşüverdi isyanlar...
Size de uğrasınlar...

psikesinema dergisi ocak 2017 sayısında 
Sonbahar filmini yazdım.İzlemişsinizdir öyle düşünüyorum. Hatta belki Daim Yusuf Orti çalar şimdi kulaklarınızda... Bir cenaze iner sonra yamaçtan aşağı. Yusuf iner yüreğinize...
“...her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına...'' diyor Özcan Alper filmin sonunda… Bu film bizim gerçeğimizdi. O filmdekileri tanıyorduk. En çok da Yusuf’u. Aynı düşlerle benzer yollara çıkmıştık onunla.
Yusuf, bizim defalarca güle oynaya kantinde çay içtiğimiz arkadaşımız,
Yusuf, eski sararmış bir fotoğrafta bir yer sofrasından bize bakan yoldaşımız,
Yusuf, ciğerlerini parça parça tükürerek ölen yüzlerce devrimcinin yüreğimizdeki anısı,
Yusuf, “….. ölümsüzdür” yazılarının başında gözlerini gördüğümüz gençlerin ardından akan gözyaşımız,
Yusuf, vakurca yitip gitmeyi başaran, mağlubiyeti de zafer gibi kucaklamayı bilen bilge yanımız,
Son anında bile aşık olabilen umudumuz Yusuf,
Yusuf koluna girip kurtarmak istediğimiz, Yusuf kendisine nefesimizi vermek istediğimiz…
Yusuf bizim hiç bitmeyen yasımız,
Yusuf omzumuzda asılı duran kızıl bir tabuttur.
Yusuf’tan bize ne kaldı? Tamir edilmiş bir tulum, armağan edilecek bir bisiklet, yarım kalmış bir aşk, kapısı çalınıp teselli edilecek anası ve sürmekte olan bir mücadele…"

3 Ocak 2017 Salı

Onlar da Herşeyi Ara Ama Tutarlılık Arama 

Ah! Gittiler yine... Bakakaldık bir kez daha arkalarından... 
Yiğit misiniz? Elbette değilsiniz. İnsanlar eğlenirken, halay çekerken, turistik gezideyken, çocuklar düğündeyken öldürensiniz.
Korkunç bir karanlıktan gelmektesiniz. Siz kim herhangi bir cennet kim? Cehennem zebanisisiniz. 
Hasetlisiniz. Eğlenemediğiniz için, zevk alamadığınız için, kimseyi kimseye eşit göremediğiniz için bunları yapabilenleri yok etmek isteyensiniz. 
“Herşey mübah” diyensiniz. Ne için mübah... İktidarınız için... Kan mübah, can mübah... Bu dünyada bir cehennem yarattınız. Gerisi kimin umurunda?
 Vee demokrasinin ne olmadığını bildiği halde bu cihatçıların tüm o nefret söylemlerine izin verilmesi için yalandan teoriler üretenler... Bunca yıldır mezalim altındaki Müslümanlardan bahsedenler... Mutlu musunuz? Kandırılanlar ordusu... Saf olduğunuzdan “kan”madınız oysa çıkarlar çıkarlar... Neydi demokrasi? Kimin hakkı var birilerinin neyi kutlayacağını söylemeye? Küstahsınız, küstahlar...
Peki şimdi ne oluyor ülkede? Sanki Suriye’de bunca zamandır bayram havası varmış gibi birden Halep için o kadar propaganda yapın ama bir yandan da Rusya oradaki temel ittifakınız olsun. Sonra Rus Büyükelçisinin vurulmasına şaşıralım. Bunca Noel yılbaşı karşıtı söylem geliştirin sonra Reina’ya şaşıralım. Nefret suçu işlediğiniz her bildiri her afiş yeni bir saldırı olarak geliyor tesadüf mü? 
Demokratik tepki nedir size söyleyeyim? İzmir’de yılbaşı kutlaması yapamayın diye gezen zebanilere engel olan kadınların tepkisidir demokratik tepki... “Eşcinsellik hastalıktır”, “Noel kutlayan cehennemliktir”, “Gece vakti açık dolaşan kadın da şöyledir” demek ifade özgürlüğü değildir, nefret söylemi geliştirmektir, suçtur. Bu kadar basit şeyler bilinir de neden tüm bunlar olur. Birilerinin işine gelir de ondan olur.
Şimdi mevzu biraz da şu... Büyük bir tır düşünün. Düz bir yolda gidiyordu. Sonra birden manevra değiştirdi. Kafa öbür yana döndü ama gövde dönmedi. Bugün yaşadığımız şey biraz da budur. Rusya, İran ittifakıyla kafa döndü, gövde hala kendini eski yolda sanıyor. Kafa da şöyle, şöför bile zorunlu dönüş yaptığından nasıl ilerleyeceği konusunda emin değil yalpalıyor. Aynısı o ittifaka dahil olan Ergenekoncu diyebileceğimiz güçler için de geçerli. Onlar da bir başka tır gibi farklı bir yolda kafayı çoktan çevirdi, gövdeninse aklı karışık. 
Bir de tabii Abdülhamit savunuculuğunun ne anlama geldiğini de anlamayan, görmeyen kalmamıştır umarım. Bir Abdülhamitleşme, bir Enverleşme süreci yaşıyoruz cidden. Tabii bir karikatür biçiminde... Hani tarihte ikincisi komedi oluyor mevzuu... 
İşte aklım yüreğim bulandı, bulanınca bunlar döküldü. Çok üzgünüm, ama daha çok da öfkeliyim hem de çok öfkeliyim. Tam bir avlanma mevzuu gibi değil mi? Ceylan sürüsünün içine dalan vahşi hayvan ve kaçışan savunmasız hayvanlar... Burası bizim orman... Öyle pusular kuruyor, öyle sinsice saldırıyorlar ki... Öyle patolojik karakterler ki... O futbolcunun düğününüzü gördünüz mü? Adam altı üstü evleniyor sanki cenge gidiyor. Nasıl birlikte yaşanır bunlarla? Hem de tüm bunlar suç falan değil demokratik haklar... Kadın yok ortalarda kadın görünmez olmuş çoktan hayatlarında... Ellerindeki silahlar bile Müslüman dünyanın üretimi değil oysa. Hoş onlar da herşeyi ara ama tutarlılık arama...
Bu ülkenin sahibi, koruyucusu olduğunu iddia eden sağ güçlerin sözleri çoktan hükümsüzdür. Satıp savıp, yeni kazanımlar vaatleriyle kandırıp üretebildiğin sınırlı sayıda değeri de yitirmek memleketi şekilsiz bir hale sokmak... 
2017’de neler olacak bilemem ama mecbur netleşilecek bir yıl olacak onu anlayabiliyorum. Bu arada derede duruş bir yıl daha süremez zira...