28 Nisan 2016 Perşembe

"Doğru"yu "Yanlış"ı Ayırabilen  
Sosyalizmin Alfabesi kitabını hiç beğenmem. Bu ülke insanının  önemli bir bölümü de alfabe, anahtar kitaplar arar. Marx, Engels, Lenin okumaz. Herkes kendi dergisini belki Marksist Klasikleri kendisi de okumamış "hoca"larının yazdıklarını okur. Akademisyenlerin çok önemli bir bölümü yeni birşey üretmez. Ama çok havalıdırlar. Politik olarak söz söylediği konuda çalışmayı aklından bile geçirmeyen sosyal bilimciler vardır. Çok yorucu bir cehaleti var bu toplumun ve iki kitap okuyanın da acayip bir kibri (çok okuyanların mütevaziliğinden söz etmiyorum tabii neyse ki onlardan da var ama tüm samimiyetimle söylüyorum elimin parmakları kadar sayamıyorum)...
Neyse işte bütün bu cehalete bir çift sözüm var. Sosyalist olmak, herhangi birşeyi mekanizmayı, kuralı öylece yıkmaktan ötesidir. Yerine birşey koymaktır, önermektir. Sözünün sorumluluğunu taşımayan, gereğini yerine getirmeyen bir sürü yazar-çizer insandan söz ediyorum. Buyrunuz "laikliği anayasadan çıkaralım" sözü... Bu sözden sadece sahibi sorumlu değil. Geçmişte türlü çeşit vesilelerle AKP ile anlaşan, boykot deyip ekmeğine yağ süren, türlü çeşit adaylar çıkararak solda bir cephe oluşturulmasını engelleyen herkes sorumlu. Ve bence bir kez daha üretim ilişkileri zemininden örgütlenmenin, işçi sınıfının örgütlenmesinin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Onun önünde de türlü türlü engeller. Ama önce sahte dostlar... Bence kötü günlere daha kötüsüne doğru gidiyoruz. Kötünün iyisini seçelim demiyorum. Birleşik Cephe (elbette işçi, emekçi nitelikli bir cephe) kuralım ve soldaki tüm güçlerin tabanından doğru bunu yapalım. Benim siyasal gücüm ve etkim ihmal edilebilir. Buna rağmen uğraşıyorum. Hiç değilse bunu dedim, şunu yaptım derim birgün.
Sizin toptancı "al birini vur ötekine" kafanız bizi bu hale getirdi. Almanya Komünist Partisi nasıl faşizmin iktidarı öncesi aldığı üç beş oyla coşup cephe kurulmasına karşı çıkarak oluşan sonuçtan sorumlu hale geldiyse bugün CHP tabanıyla ilişkilenmeyi reddeden, onu adım adım kazanmayı düşünmeyen, o alanı terk eden tüm solcular da tarih önünde suçlu olacaktır.

Sosyalist olmak isteyen gençler mevcut örgütler tarafından nasıl eğitiliyor? Genellikle Huberman ve Politzer okuyorlar önce. Keşkeee Marx okumadan okumasalar bunların kitaplarını. Oralarda anlatılan diyalektik değil kaba materyalizmdir. O kitapların ardından "Geleneğimiz" diye ulusal tarih anlatan bir kitap okurlar. Üzerine Che'yi anlatan bir kitap (ama Che'nin yazdıklarını değil)... Sonra artık iş bitmiştir. Kendi dergilerini okusa yeter. Bunları okuyanlar hatta siyasi analiz bile yapar. Başka siyasetleri okuması pek tercih de edilmez. Zaten liseden de hatta üniversiteden de edebiyat klasiklerinin özetlerini okuyarak ya da vikipediden öğrendikleri bilgilerle gelmişlerdir. Bunları niye diyorum. Çünkü çok sakıncalı böyle bir eğitim... Böyle bir eğitim üzerinden dost, düşman tarif etmek çok sakıncalı...
Ola ki benzer eğitimlere tabii tutuluyorsanız ve ama Marksizmi merak ediyorsanız lütfen Komünist Manifesto'yu, Komün Derslerini, Gotha Erfurt Programının Eleştirisine Katkı'yı ve Devlet ve İhtilal'i ve Nisan Tezleri'ni en azından bunları okuyun. Okuyun, fikriniz olsun. Her mevzuda gidip şefe sormak gerekmesin. Böylece daha çok yerel karar, daha tabandan örgütlenmeler yaratabilme olanağı da doğar. Kendi yetişkin olma ve bireyselleşme sürecimizde de yol almış oluruz. Devrimci birey, örgütlü, kollektif davanabilen, "doğru"yu "yanlış"ı ayırabilen, kendi kararları olan insandır. Sadece "kollektif" olan ya da sadece "birey" olan dışında daha diyalektik "olma" halleri var.
Ben pek çok siyasal yapıda bulundum, yüzlerce insanla konuştum. Kapitali konuşabileceğim pek de kimseyle karşılaşmadım. Baya geniş bir taramanın sonucundan söz ediyorum. Velhasıl çok da umutlu değilim bir yandan... Belki gençler dedik Gezi'de bir kez daha...
Not: Herkes kendine "birleşik cephe" deyince olmuyor elbette. Benim anladığım birleşik cephe 3. enternasyonal ilk 4 kongre kararlarında anlatılır. Tabandandır. Üç beş temsilcinin biraraya gelip kurduğu ve öylece dar biçimde kararlar alan yönetsel bir yapı değildir. Yazdığım yazının özneleri ise şöyle; CHP içinde veya yakınında olup da içindeki şovenist, militarist unsurlarla mücadele etmeyen, HDP içinde ya da yakınında olup da içindeki şeriatçı kadrolarla ve bireysel terör eğilimleriyle mesafelenmeyenlerdir. Ama bu büyük ölçeklisi. Bunun gündelik hayata yansıyan hepimizin okulunda, işyerinde, derneğinde, sendikasında bulunan akislerini görmeden, mücadele etmeden gün yüzü göremeyeceğiz. Zaman zaman zorlanmak iyidir. Bu böyle bir çırpıda yazdım. Aslında daha uzun bir yazının sonuç bölümü gibi... Umarım en kısa zamanda yazıcam.

16 Nisan 2016 Cumartesi

“Dünyayı verelim çocuklara” – Banu Bülbül


Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
Allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
Oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında
Dünyayı çocuklara verelim
Kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
Çocuklar dünyayı alacak elimizden
Ölümsüz ağaçlar dikecekler
Nazım Hikmet
Son dönemde art arda gelen çocuk cinsel istismarı haberleri bir gerçeği, bir kez daha görünür kıldı. Tıpkı kadın cinayetleri karşısında biriken öfkenin, Özgecan’ın katledilişi ile birlikte açığa çıkması gibi… Travmatik olaylar biraz böyledir. Her zaman gündemde kalamazlar. Bir kriz anına ilişkin, büyük bir acıya dair konuşmayı, eylemeyi gerektirdiğinden ve bu iş zor olduğundan, birikir ve dönem dönem toplumsal bir tepkiyle karşılık bulurlar. Tıpkı Özgecan öldürülmeden önce olduğu gibi onun katli ardından da kadın cinayetleri sürüyor yazık ki… Karaman’daki çocuklar da ilk değildiler şu anda da çocuk cinsel istismarının evlerde, okullarda, yurtlarda sürdüğünü biliyoruz.
İlgili kurumlar örtbas etme yarışına girdiler. En son Hacettepe Üniversite’sinde Spotlight filminin (Katolik Kilisesi’nde yaşanan çocuk tecavüzlerini konu alıyor) yasaklandığını öğrendik. Üstünü örtmek, unutmak, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’nın dili sürçtüğünde ifade ettiği gibi cinsel saldırıya uğrayan çocuğu cezalandırmaktan öte bir anlamı olmuyor.*
Konu açılmışken cinsel saldırılara uğrayan çocukların yaşadıklarına ve cinsel istismara ilişkin bilgileri toparlayarak sizlere sunayım dedim. Buyrunuz…
İstismar nedir?
İstismar, gücün kötüye kullanımıdır. Çocuk istismarı dediğimizde, yetişkinlerin çocuk üzerinde var olan gücünü kötüye kullanmasını kast ediyoruz. Toplumsal bir sorun olan çocuk istismarı, toplumun iktidar sahibi olmaktan en uzak kesimi olan çocukları pek çok farklı boyuttan etkiliyor. Çocuk istismarının fiziksel, cinsel, ekonomik, duygusal şiddeti içeren halleri mevcut. Kuşkusuz istismarlar içinde çocuk ve ergenleri en olumsuz etkileyeni cinsel istismardır.
Cinsel istismar biçimleri neler?
Erotik konuşma, teşhircilik, dokunma, mastürbasyon, cinsel birleşme, pornografiye yönlendirme, fuhuşa yönlendirme.
İstismarcı kimdir?
Genellikle çocuğun yakınıdır. Yani çocuklara şeker vererek kandıran yabancılardan çok aileden ya da aile yakınları tarafından istismara maruz bırakılıyor. Kadının ev içinde maruz kaldığı cinsel ya da fiziksel şiddete de aile içi, özel alan muamelesinin yapılmasıyla benzeşen bir durum söz konusu burada da… Kadınlara karşı geliştirilen “Kocandır” söylemi, burada rahatlıkla “Babandır, dayındır yanlış anlamışsındır”a dönüşebiliyor. Çocukların istismarla birlikte yaşadığı yalnızlığı derinleştiren tepkilerle ya da yoğun biçimde sessizlikle karşılaşması mümkün olabiliyor. Bu yüzden aslında yaşananların çok azı görünür, bilinir hale geliyor.
Tecavüzcü, tacizci genellikle çocuğun yakınıdır demiştik. İlla ensest olması gerekmiyor. Öğretmeni, komşusu, veya aile dostu birileri de olabiliyor. Özellikle kapalı kurumlar cinsel istismar açısından yoğun risk barındırıyor. Tarikatlar, yatılı din eğitimi veren kurumlar (tüm dini kurumlar için söylüyorum-bakınız Spotlight filminin de anlattığı tarihsel gerçeklik, isterseniz Turan Dursun’un Kulleteyn kitabı ya da belki Osmanlı arşivleri) yine risk oluşturan alanlardan…
Nasıl anlarız?
Çocukların ya da ergenlerin cinsel istismara uğradığını yakınlarına söylemeyi düşündüğünde alacağı tepkiden çekineceğini hepiniz tahmin edersiniz. Çekinme nedeni, kendisine inanılmayacağını düşünmesi olabileceği gibi ailesinin ya da yakınlarının kendi tepkisini dahi aşan bir tepki vermesinden de endişe ediyor olabilir (Örneğin babam gidip o adamı vuracak ve hapse girecek, annem babamı şikayet edecek ve…). Yani yetişkin dünyasında henüz kendisinin hazır olmadığı ve onu ürkütebilecek sonuçlarla karşılaşmaktan çekiniyor olabilir.
Hemen sözelleştiremediği dönemde davranışlarındaki belirgin değişiklikleri takip edebiliriz. Maalesef çocuk istismarına dair çocuğun konuşmadığı söz öncesi dönem vakaları da söz konusu.
Çocuklukta;
Tuvalet eğitiminde bozulmalar, altına kaçırmalar, uyku bozuklukları, huzursuzluk, korkular, okul başarısında düşme, depresif belirtiler, yaşa uygun olmayan davranışlar (abla, anne, baba gibi), aşırı veya açık mastürbasyon olabilir. Yaşına uygun olmayan çeşitli cinsel davranışlar sergileyebilir. Tabii bu sayılanlar illa ve sadece bir cinsel istismara işaret etmiyor da olabilir. Başka sıkıntıların da belirtisi olabilir. Ya da cinsel istismar durumunda bunlardan sadece birkaçı açığa çıkıyor olabilir.
Çocukların oyunlarında, çizdikleri resimlerde belirgin farklılıklar olur. Takıntılı biçimde tekrarlayan ve sertleşen oyunlar örneğin…
Ergenlerde;
Evden kaçma veya eve gitmede isteksizlik, duygulanımda dalgalanma, kendine zarar verme, özkıyım girişimleri, ilaç ve alkol kötüye kullanımı, yaşına uygun olmayan abartılı cinsel davranışlar (flörte erken başlama, kışkırtıcılık, arkadaşlarını cinsel ilişkiye zorlama), davranım bozuklukları (okuldan ve evden kaçma, yalan söyleme, çalma ve saldırgan davranışlar) gözlenebilir.
Her yaş grubunda istismara uğrayan çocuklar için en ayırt edici özellik artan ve yaşa uygun olmayan cinsel davranışlardır.
Travmanın şiddetini belirleyen faktörler
Travmatik olaydan kişinin nasıl etkileneceği kişilik özelliklerinden çok olayın nasıl bir olay olduğuna bağlıdır. Kişilik özellikleri ise daha çok gelişecek semptomların biçimini belirler. Bununla birlikte cinsel istismar durumunda çocuğun etkilenim yoğunluğunu artıran faktörleri şöyle sıralayabiliriz; istismarcının birden fazla olması, kötüye kullanımın sık olması, uzun süreden beri olması ve güç kullanılması…
Çocuklar nasıl baş etmeye çalışır? Kendisine ne diyerek açıklar durumu?
Çocuğun yetişkinle yaşadığı bu yaşantıyı anlamlandırması ve bu yaşantının tekrarlarına ya da yeni haline adaptasyonu için pek çok yeni savunma geliştirmesi gerekir. İstismarı bir sır olarak kendinden bile saklamak ister. İnkar eder, bastırır.
Yetişkini “iyi” görmeyi sürdürebilmek için bazen yaşadığı anları unutmasını, cinsel saldırı anlarının kaydını tutmamasını ya da başkası yaşamış gibi düşünmesini ve hissetmesini sağlayan savunmalar geliştirebilir.
Çocuk psikolojik olarak inkar etmeyi, bastırmayı ne denli uygulasa da çözülme mekanizmasını kullansa da istismarın bedendeki izleri sürer. Çünkü yoğun rahatsızlık duygusu yaratacak biçimde çocuğun bedeni istismarcının kontrolündedir. Uyku mesela sakinleşme değil de korkunun kaynağı olan saldırının zamanı olabilir. Yemek zamanı yoğun bir sıkıntı ve kaygı vakti olabilir. Ya da istismarcı öğretmense onun dersinde yoğun ve baş edilemez sıkıntılar bedene hücum edebilir. Bunların sonucunda, kronik uyku bozuklukları, mide-bağırsak şikayetleri, sayısız başka bedensel rahatsızlık görülebilir.
İstismarcının da neden olduğu, suç ortaklığı atfederek olayı anlamlandırdığı bir durumun sonucunda çocuklar yoğun ve yaygın biçimde suçluluk hissediyor. “İsteseydim engel olabilirdim”, “Olamadığıma göre istedim” diye düşünebiliyor. İstismarcının, genellikle çocuğa “baştan çıkarıldığını” söylemesi nedeniyle artabiliyor. Aynı zamanda tümüyle kontrolü dışında gelişen bir olaydaki kontrol duygusunu yeniden kazanma ihtiyacı olarak da tanımlanabilir. “Benim sorumluluğum ne onu yapmayım da başıma bir daha gelmesin” denklemini kurmaya çalışmak olarak da düşünülebilir.
Bazen de yetişkini “iyi” görmeyi sürdürebilmek için kendisinin doğuştan kötü olduğuna inanır. Böylece yeterince çabalarsa iyi olabileceğine ve kaderini değiştirebileceğine inanmak ister. İstismarcı yetişkinin “Sen baştan çıkardın” gibi iddiaları da onun kendisini “baştan çıkarıcı”, “şeytan” kişi olarak görmesi halini destekler. İstismar oldukça öfkesi artar, öfkenin artışı sözel ve sosyal becerilerin geri kalmasına yol açar, öfkesini kontrol edemeyerek hak etmeyen insanlara da yöneltir. Ve sonuç: Kendi kötülüğüne yeniden ikna olur. Kendine öfke, kendinden tiksinme, kendinden utanç biçimlerini de alabilir. İstismar ortadan kalktıktan sonra da bu duygular kolay kolay tüketilmeyebilir.
İstismarcının başka çocuklarla ilişkilenmesine yardım etmek, başka çocukların istismarına sessiz kalmak ya da istismarcının kendisine yaptığını başka çocuklara da yapmak kendinden tiksinme, kötü biri olduğuna inanma düşüncelerinin ve duygularının çoğalmasına yol açar.
Bazı çocuklar kendini kurban gibi algılayabilir. Bütün bu çektiklerini ilahi bir işin parçası gibi düşünebilir. Bir çeşit kendini kurban etme, bedenini adama hali olarak tanımlayabilir.
Bazen başka bir yetişkini istismarcı olmayan ötekini, (öbür öğretmen, diğer ebeveyn gibi) yüceltip idealleştirerek ona çok yoğun ve kuvvetli bir bağ hissederek güç almaya çalışabilir.
Çocuk hangi açıklama biçimini kullanırsa kullansın, sonuç güven duygusunun zedelenmesidir. “Bir iç güvenlik duygusu geliştirmekten aciz olan çocuk kurban, destek ve tesellinin dış kaynaklarına diğer çocuklardan daha bağımlı kalır. Güvenli bir bağımsızlık duygusu geliştirmekten aciz olan çocuk kurban, bağımlı olacağı birilerini umutsuzca ve gelişigüzel aramaya devam eder. Sonuç paradokstur; istismar edilen çocukların, yabancılara hemen bağlanırken, onlara kötü davranan ebeveynlere de inatla yapıştıkları pek çok kez gözlenmiştir.”* İşte tam burada her bir bağlanma ve güven temalı hayal kırıklığı, başkasından kopma hali kendisinin dağılacağı endişesi yaratabilir.
İstismara maruz kalan çocuklar yaşadıkları yoğun duygusal acıyı dindirmek için kendi bedenlerine de zarar verebilirler. Jilet atma, sigara söndürme gibi davranışlar bir istismar acısının bedendeki izleri haline dönüşmüş olabilir. Yine intihar girişimlerine de rastlanır.
Çocukları ayrıca zorlayan durumlardan biri de başka insanların öğrenmemesi için (bunun için istismarcı tarafından çeşitli biçimlerde teşvik edilir) uğraşmak, “normal” yaşamını sürdürmektir. Çocukların duygu ve düşüncelerini saklamayı yetişkinler kadar beceremeyeceği düşünülürse bunun için ek psikolojik mekanizmaların devreye girmesi gerektiği daha anlaşılır olur. Böylece çocukta parçalanmış kimliğin gelişmesi, duygusal durumların gelişimsel olarak uygun biçimlerde düzenlenememesi, sosyal uyum için bir kendini gizleme hali gelişebilir.
Çocuk büyüdü
Son dönemde bu konu tartışılırken, “istismara uğrayan çocuk istismar eder, geleceğin tecavüzcüsü olur” gibi bir söylem sıklıkla ve kolayca kullanılır oldu. Oysa araştırmalar bu bulguyu desteklemiyor. Çocukluk dönemi cinsel istismar yaşayan kadınların hemen tamamı, erkeklerin de önemli bir bölümü çocukların yaşayabileceği tehlikeleri erkenden sezebilen ve engellemeye çabalayan ebeveynlere dönüşüyorlar. Yaşadıkları zaten yoğun suçluluk duyguları yarattığından daha çok telafi edici ilişkiler içinde olabiliyorlar. Pek çoğunun çocuklarla ilişkilerinde istismar davranışı görülmezken, yetişkinlerle ilişkilerinde şiddet görebilecekleri ilişkilerden kaçınmakla ilgili zorlukları olabiliyor genellikle. Çocukluğunda cinsel istismara uğrayanların yetişkin olduklarında mevcut toplumsal yapıdaki güç ilişkilerinde nerede  konumlandıkları da önemli tabii…
Peki çözüm?
Evet her eğitim seviyesinden, inançtan, meslek grubundan cinsel istismarcılar çıkabildiği doğru. Ancak bu genel geçer bilgiye bazı ortamlarda daha çok yaşadığı gerçeğini kurban etmeyelim. Çünkü cinsel istismarın azaldığı ve çoğaldığı durumlar, ortamlar var. Şimdilerde sıklıkla tartışılıyor. Acaba ortaya çıkması mı arttı yoksa istismar sayısı mı? Bu soruyu verilere dayalı (bir çok kurum denetlenemediği için) biçimde açıklayamayız. Benim yorumum vaka sayısının arttığı yönünde. Çünkü olayların ortaya çıkmasını destekleyecek herhangi bir sistem oluşturulmuş değil. Çünkü açığa çıkarmak bir tarafa üstünü örtmeye bu denli hevesli yetkililer ve iktidar odakları var. Çünkü, cinsel istismara uygun ortamları biliyoruz ve nasıl çoğaldığını da… Cezaevindeki çocukların sayısı her geçen gün artıyor. Yetişkin bireylerin ruh sağlığını bozan pek çok gelişme oluyor ve ailenin “kutsal” olduğu söylemiyle her tür denetime kapatılması sonucunda kadın ve çocuklar için pek çoğu birer “zindan”a dönüşen evlerde neler olduğunu bilmekten uzaklaşıyoruz.
Hal böyleyken neler yapmalı? Çocuklara durum nasıl anlatılmalı? Gücümüz neye yeter?
Çocuklarla ilişkilenen herkes, kendi çocuğuna, öğrencisine cinsel eğitim verebilecek uzmanlarla görüşsün. Yaşa uygun cinsel eğitim vermek, çocukların sorularını vakti zamanında yanıtlamak çok önemlidir. Durup dururken, biz yetişkiler çok korktuk diye, cinsel istismara karşı çocuğa uyarılar yapmak, anlamsız biçimde korkmasına neden olacaktır. Başka insanlardan, yetişkinlerden ve cinsellikten…
Çocuğunuzun bedenine yerli yersiz müdahale etmemeniz bir diğer önemli nokta. Onu giydirirken, yıkarken bedenini çekiştirmemek, durup durup o istemediği zamanlarda da dokunup öpmemek ve artık hepimiz biliyoruz ki “öp evladım bilmem nendir, öpsün aa çok ayıp” dememek… Ve tabii ki zorla yedirmemek… Bu bile o kadar önemlidir ki…
Ayrıca çocuğunuz bir hata yaptığında nasıl davrandığınız çok önemli. Diyelim ki sizin uyarılarınızı dikkate almadı, düştü ve canı yandı. “Demedim mi sana bıtbıtbıt” demeden önce bir durun. Önce sakince acısını dindirmeye çalışın, şefkatli davranın ortalık sakinleşince ona sorun “ne düşünüyorsun düşmen hakkında”… Böylece ona kendi hatası bile olsa (biliyorsunuz istismarcı ona olay kendi sorumluluğuymuş gibi yaşatacak) sizin yanında olacağınızı göstermiş olursunuz. Diğer davranış yani onu korkutmak hiçbir işe yaramayacağı gibi acılarını özellikle bedensel olanları sizden gizlemesine yol açacaktır. Ruhsal acılarını çocukların önemli bir bölümü ailelerine anlatmayı ne yazık ki başaramıyor zaten…
Bu işin sihirli bir formülü yok, çocuklarımıza inanmak, zihinlerinin içine girmeye çalışacak denli meraklı olmamak ve ama iyi gözlemciler olmak, davranışlarındaki değişiklikleri gözlemek ve basit tedbirler almak bile önleyici olabilir. Ama bilelim ki ne yaparsak yapalım, çocukların gücü yetişkinlere yetmeyebilir. Toplumsal olarak bu sorunla mücadele etmediğimiz sürece, hiçbirimizin çocuğu güvende olmayacak.
Karaman’da olanların nasıl değerlendirdildiğine baktığımızda yeniden gördük ki; birileri tecavüzden tacizden korktuğundan çok aşktan korkuyor. Oysa aşktan korkmamalı… Kime ne yapar ki aşık? Bir kıyı köşe bulup birbirinin gözüne bakar, el ele tutuşur, temas eder. Üstelik dünyayı daha güzel, herkesi daha iyi görür. Biraz sarsak olur ama iyidir bir düzey aylaklık.
Ama taciz, tecavüz nedir? Nefreti yayar, üzüntüyü, yası, tutsaklığı… Hele çocuğa olanı, hele ergene… Hele ihanetli olanı yakınından geleni… Yıkar geçer her şeyi… Her güzelliği, iyiliği, emeği yıkar geçer. İşte bunları yıkanı, yıkıp geçmeli asıl… Yıkıp geçmeli. O vakıf kapanmalı, kapısına kilit vurulmalı. En azından bu olmalı…
Ve bugün o çocukların başına gelenlerden sonra bile “Hepimiz Ensar’ız” diye açıklamalar yapanlar, Kılıçdaroğlu’nun kaba ve gereksiz sözünün ama haklı tepkisinin ardından CHP önüne yürüyenler için hangi değer yargıları geçerli bilemiyorum. Dışsal olmayan vicdani herhangi bir kural, işliyor mu içlerinde? Yeter artık demeleri için eşik neresi acaba? Hırsızlık değil, kadınlara tecavüz değil, erkek çocuklara tecavüz değil, Müslüman öldürmek değil, insan öldürmek hiç değil… Onların birbirlerini bunca kollamaları, dayanışma değil, sevgi değil… Suç da en büyük bağlardan biridir. İşte bu yan yana duruş kafa-kol ilişkisidir, “sen beni görme ben seni görmeyim”dir.
Ve bilelim ki dinlerdeki sapkın Lut kavimleri, aşık insanları temsil etmiyor. Tam da dürtülerine engel tanımayan, insan, hayvan, bitki başka canlıları kendisi dışındakinin varlığını kabul etmeyen, şehvetinin peşinde koşup rıza aramayan, gücüyle ele geçiren, ele geçiren, toplumsal mutabakatları delmek konusunda güçlüye izin veren insanların egemen olduğu toplulukları temsil ediyor. Ve bu denli kontrolsüzlüğün getireceği büyük yıkım anlatılıyor. Bir de böyle okunabilse keşke… Ama belli ki o tren bazıları için çoktan kaçmış.
Ve Ensar Vakfı’na çok kızgın olan bizler, çocuklarla ilgilenmeliyiz. Solda Nesin Vakfı dışında çocuklarla ilişki kuran kaç örnek var? Artıralım sayılarını. Bir yolunu bulalım temas edelim çocuklara, gençlere… Kızmak yetmiyor, hiçbir şeyi değiştirmiyor. Öyle azınlık olmanın hazzı, cahil halka tiksintiyle bakma halleri, beğenmemeler, terk etmeler, küçük burjuva hüzünler veeee işte sonuç… Haydi pamuk eller taşın altına… Psikolog olan gönüllü çocuklarla görüşsün, annelerini güçlendirecek işler yapsın (bu çalışmayı yürüteni de güçlendirir), öğretmen sınıfı dışındaki bir yerlerdeki çocuklara dokunsun, kimyacı bir okulda bilimi sevdirecek bir küçük sunum yapsın misal. Herkes yapacak bir şey bulabilir herkes… Çocuklara o iğrenç eller dokunsun istemiyorsanız bilelim ki istememek yetmiyor. Tabii bireysel de olmuyor örgütlü yapmamız lazım. Sendikalarımızı, derneklerimizi, odalarımızı, vakıflarımızı zorlayalım. Olmazsa yenilerini, yenilerini kuralım. Ve bilelim ki çocuklarla onlara zarar vermeden ilişki kurmak konusunda bizim de öğrenmemiz gereken çok şey var. Ama olsun bir yerden başlamak lazım. Bilmediğini bilmek ve yeniyi biriktirmek istemek de iyi ve yeterli bir başlangıç noktası…
* “İstismara uğrayan çocukları cezalandıracağız” demişti.
** Judith Herman “Travma ve İyileşme” (s.139)

13 Nisan 2016 Çarşamba


Geçen haftaydı galiba aşağıdaki yazıya başlamıştım. Sonra öylece kaldı. Şimdi devam etmeyeceğim. Bu halini paylaşayım dedim. Tam da dün Kayseri'de lise öğrencisi 17 yaşındaki Cansel Buse K'ye cinsel istismarda bulunarak intiharına neden olan öğretmen hakettiği cezayı almamışken... Sahi Cansel intihar mı etti?

BİR İNTİHAR DAHA VAR…
İntihar haberleri, intihar eden bombacı olduğunda sansasyonel oluyor. Garibanların hergün hergün artık gündelik hayatını bile sürdüremeyerek hayatına son vermesi çok da ilgi çekici değil. Daha çok birilerini mesela tüm ailesini öldürdükten sonra belki de yaptıklarının bedelini ödememek için ölüme gidenleri, bedenine bombayı bağlayıp başkalarını da öldürenleri konuşuyoruz. Bu ülkede intihar varoluşçu edebiyatın, sinemanın ya da salt psikolojinin, psikiyatrinin konusu olamayacak denli politik ve toplumsal bir konu genellikle…
Sevdiğinden hamile kaldığı ardından yüzüstü bırakıldığı ailesi öğrense onu zaten öldüreceği için intihar eden kadınlar, evlere kapatıldığı için umutsuzluğa düşen etrafına koca koca ahlak duvarları örülen, görünmez baskı zincirlerine bağlanan kadınlar kıydığında canına bazen istatistiklere dahi yansımıyorlar. Başaramayan, yaşayamayan oluyorlar birilerinin gözünde…
Okuduğum iki haber toplumdaki çürümeyi gözler önüne seren intiharlar olarak yüreğimi deldi geçti. İşte o delikten akan kanı, gözyaşını, öfkeyi, acıyı yazmak istiyorum. Yazıp paylaşmak istiyorum, yazıp bir kısmını tek başına taşımaktan kurtulmak istiyorum. Bu acıyı sizlerin yürekleriyle bölüşmek istiyorum.
Önce bir sokakta yürürken logar kapağını açıp kanalizasyona atlayarak intihar eden adamdan biraz bahsedelim. Onun üzerine düşünelim istiyorum. İstanbul’da yaşayan bir Suriyeli adam, yolda yürürken ansızın logar kapağını açıp kanalizasyona atlayarak intihar ediyor. Neler neler söylüyor bu intihar? İstanbul’da denize de atlayabilir ama o pisliğin içine atlıyor. Peki asıl pislik nerede? Sömürüyü ve baskıyı artırmaya yönelik kararların alındığı çiçeklerle bezeli gül kokulu odalar mı temiz mesela? Böyle bir ölüm seçmek bizlere neler demektir aynı zamanda? Biraz burada bu düşüncede duyguda kalmakta fayda var. Biraz onun derdiyle boğulmak sonra nefes alabilmek için şart…
Bir diğer intihar ise, 8 Mart günü İstanbul’da boğazda gerçekleşti. 8 Mart günü 4 çocuk babası adam boğaz köprüsünden atlamaya niyetlenmişti. Zar zor ikna edildi geri dönme ihtimali kuvvetlenmişken trafikte bekleyen iki kişi “atlayacaksan atla işimiz gücümüz var” dedi adam atladı ve öldü.
Buyrunuz kokan, çürüyen toplumsal hayatımızdan iki örnek… Ne dersiniz? Ve bu ülkede intiharlar aslında cinayet midir?

11 Nisan 2016 Pazartesi


FİLM: BEFORE THE RAİN (YAĞMURDAN ÖNCE) 

Filmi ilk kez 21 yıl önce 1995 yılında izlemiştim. Anastasia grubunun harika müziği, karakterleri, öyküsü ve pek çok sahnesi ile de yıllar boyunca ben de demlendi durdu film. Bu topraklarda yaşanan pekçok olay da hem Balkanlarda yaşanan acıları hem de bu filmi anımsattı sıklıkla. Bunca yıl boyunca bu filmin hissettirdiklerini ve onu izlerken aldığım tadı unutmamam birçok nedene bağlıydı. Belki kimilerinizle filmi izlediğinizde ya da yazıyı okuduğunuzda benzer düşünceleri, duyguları paylaşırız.
İzlemesi çok kolay bir film değil “Before the Rain”... Üç bölümden oluşuyor ve birbiriyle kesişen hikayeleri bir zaman sıralamasına değil sondan başa doğru gösteriyor. İzlediğimiz ilk bölüm aslında filmin sonu örneğin. Kişiler, olaylar, zaman ve mekanlar birbirine karışıyor bazen. Zamanın ve kişileri bulanık hale gelmesi, belirginleşmemesi, belirginleştirmek için çaba harcanmasının gerekmesi ama sahnelerin görsel olarak çok akılda kalıcı olması filmi ilk kez izlemenizin ardından zihninizde bazı görüntülerin, seslerin, yüz ifadelerinin uçuşmasına yol açıyor. Film belleğinizde uçuşan çok sarsıcı anlar toplamı oluyor ve bu imgeleri birbiri ardına zaman ipine dizmekte zorlanıyorsunuz. Tıpkı bizzat deneyimlediğiniz bir travmatik yaşantının yol açabileceği gibi...
Hem Londra’da bir duvarda gördüğümüz hem de Ortodoks Manastır’ındaki rahibin söylediği “Çember yuvarlak değildir” sözü duvarda “zaman ölmez”le tamamlanıyor. Buradaki vurgu hareketedir. Nokta değil çemberden bahsettiğimizde, bir noktadan başlayıp daire çizerek aynı noktaya ulaştığımızda ne kadar farklılaşabileceğimizi, çember çizerken gelişen hareketin tekrar aynı noktaya vardığımızda tam o noktanın üzerinde yeniden durduğumuzda dahi bizi değiştirdiğini çakışan iki noktanın artık aynı şey olmadığını ifade ediyor.
Film bütününde çok şey söylüyor. Ancak temelde belki ikisi de aslında aynı olan iki ana temaya değiniyor. Savaş başlamadan önce birşeyler yap ve taraf tut. Savaş çıktıktan sonra artık çok geç olur. Belki zemine dair söylenecek ilk şey...
İkinci olaraksa; Alex, Bosna’dan Londra’ya döndüğünde sevgilisine “birini öldürdüm” der. Nasıl öldürdüğünü üçüncü bölümde öğreniriz. “Fotoğraf makinem öldürdü” der. Burada savaşı izleyenlerin sorumluluğu üzerinde durulur. Birileri kimin kazanıp kimin kaybettiğini takip ettiği sürece, ölen insanların sayısı birer skora dönüştüğünde aslında hepimiz o fotoğraflara bakan kişiler olarak da bilmeliyiz ki biz izlediğimiz için de öldürüyorlar. Tabii son dönemlerde “sizin sessizliğiniz yüzünden”, “izleyenler katildir” gibi laflar pervasızca ve çiğ biçimde ortaya atılıyor. Burada da baktığınızda, bir cinayet anını çeken fotoğrafçının sorumluluğu aslında oraya silah satan, savaşı kışkırtan, emreden ve bizzat öldüren kişilerin sorumluluğuyla kıyaslandığında çok çok küçüktür. Ancak bu küçük pay bile vicdan sahibi fotoğrafçıyı barıştan yana taraf olmak kaygısıyla ve bir çeşit telafi ihtiyacıyla Makedonya’ya gitmesine neden olur.
Filmde izlediğimiz ilk bölümün aslında filmin zamansal olarak sonu olması da ayrıca anlamlı. İlk bölümü izlerken kendimize olaylar farklı gelişebilir miydi? Diye soruyoruz örneğin ama 2. Ve 3. Bölümleri izlediğimizde birinci bölümde gördüğümüz olaylara müdahale etmek için aslında geç kalınmış olduğunu da görüyoruz. Film sözünü burada da söylüyor. Savaş henüz çıkmamışken yayılmamışken barış için elinden geleni yap. Çünkü savaş bir kez çıktıktan sonra kendi dinamiklerini tüketene dek elinden pek de birşey gelmeyebilir.

Her üç bölümü tek tek incelemeden önce film hakkında bazı bilgiler vermekte fayda var. 1994 Makedonya - İngiltere - Fransa ortak yapımı... Özgün adı Pred Doždot olan film uluslararası festivallerde ve İngilizce konuşulan ülkelerde Before the Rain adı ile gösterime sunulmuş. Yönetmeni Milcho Manchevski...  Filmin sonunda “Abdurrahman Shala anısına” diyor. O da Makedonyalı oyuncu ve filmde büyükbaba rolünde. Filmin çekimleri bittiğinde 1994 yılında ölmüş.
Film, Makedonya kırsalında birbirine komşu Arnavut ve Makedon köylülerinin arasındaki gerilimi ve çatışmaların başlaması sürecinin hikayesini anlatıyor. Yugoslavya’nın dağılmasının ardından yıllarca birlikte yaşayan ulusların birbirine düşmesinin hazin öyküsü bu iki köyün bozulan ilişkileri üzerinden anlatılıyor.

1. Bölüm “Kelimeler“
Makedonya'da bir dağ manastırında Ortodoks keşişlerden biri olan Kiril yaşlı keşişlerin arasındaki tek gençtir. Sessizlik yemini etmiştir ve 2 yıldır konuşmamaktadır.
Manastıra saklanan genç kadın Zamira (16 yaşında) ile birbirlerinin dilini bilmemelerine rağmen (ki zaten Kiril de hiç konuşmuyor) birbirilerine çok yakınlaşır hatta aşık olurlar. Onları birbirine yaklaştıran sözcükler değildir. Hatta bu ilişkide ses vardır ama sözcükler yoktur. Kiril için uzun süredir yaşıtı biriyle karşılaşmamış olmak, Zamira için çok zor durumdayken onu öldürmek için arayan Makedon köylüler manastırın içine dek gelmişken Kiril’in onu gizlemesi, koruması, manastır yaşamı belki de hayatı pahasına risk almasıdır. Bu bölümün son sahnesinde Zamira toprağa düştüğünde tam ölecekken sus işareti yapması da aslında bu ilişkinin kelimelere ihtiyaç duymadığını çarpıcı biçimde anlatıyor.
Kızı arayan silahlı Makedonların saldırganlığı, sahip olduğu güçle rahatsız edici olmaktan çekinmemeleri, çatıdaki kedinin öldürülüşü yani şiddeti bunca kontrolsüz biçimde kendileri için kutsal olan bir mekanda bile kullanmaktan çekinmemeleri, bize adamların savaşmaktan bu hale geldiğini düşündürse de filmin sonunda aslında bu sahnelerin silahlarını yeni kullanmaya başladıkları sahneler olduğunu gösteriyor. Burada yaşadıkları şey aslında ilk sarhoşluk... Silahla sahip oldukları güçle kendilerinden geçmeleri... Film, her savaşın başında yaşanan deneyimsizlik, acemilik, gücün sınırlarını zorlamak halini böylece bize göstermiş oluyor.
Kiril, Zamira’yı gizlice sakladığı için başrahip tarafından Manastır’dan kovulur. Onu kovarlar ama Zamira’yı da onu arayan adamlara teslim etmezler. Başrahip’in Kiril’i Manastır’dan gönderirken önce tokat atması ardından sarılması da aslında duygularıyla kuralların çelişmesinin bir göstergesi, yalan söylediği için tokat, ihtiyacı olan birine destek sunduğu için sarılma... Savaş işte böyle her tür inancı, değer yargısını, katı ahlaki kuralı esneten bir yapıya sahip... Barış durumunda net olarak “yanlış” görülenin savaş durumunda “doğru” hale gelmesi ya da tersi mümkün...
Kiril ve Zamira, Makedon çetelerden kaçmayı ve biraz uzaklaşmayı başardıkları noktada bu defa silahlı Arnavut grupla karşılaşırlar. Bu grup Zamira’nın ailesidir. Dedesi, erkek kardeşi ve diğer köylüler... Kiril bir “talip imtihanı” ile karşılaşır. Zamira’nın dedesi, Zamira’ya “demek seni sevdiğini düşünüyorsun” der ve Kiril’i serbest bırakır, git der. Silahlı adamların ne dediğini anlamasa da öfkeyle kendisini kovduklarını anlayan Kiril, bavulunu alıp oradan uzaklaşmaya başlar. Zamira, dedesinin koyduğu sınırları ve onun belirleyiciliğini reddederek Kiril’in arkasından gider. Ve Zamira kendi kardeşi tarafından sırtından vurulur. Manastır’da, kendi mekanında hayatını riske atan Kiril, burada Zamira’yı bırakıp yola koyulur. Bu davranışını nasıl açıklamalı? İnsanın kurallarını bildiği kendi alanında alabildiği riskle, yabancı olduğu, göçmen olduğu, kurallarına tam olarak hakim olmadığı bir toplulukta aldığı risk farklıdır. Makedonların eline düşme olasılıkları varken Kiril, Arnavutlarla karşılaştıklarında Zamira risk alır. Ölen Zamira olur.
Film bittiğinde birleşen parçalardan anlıyoruz ki Alex, Kiril’in akrabasıdır. Zamira ise Alex’in gençlik aşkı Hanna’nın kızı... Alex ve Hanna’nın gençliğinde bir Arnavut ve bir Makedon gencin karşılaşacağı birlikte vakit geçireceği ortak mekanlar varken ve birbirlerinin dilini anlıyor konuşabiliyorken bir sonraki kuşağın bunu yapamadığını görüyoruz. Yine filmin sonunda savaşın önkoşullarının oluştuğu süreç boyunca kadınların koşullarının giderek güçleştiğini giderek ikincilleştiğini görüyoruz. Hatta koyunların doğurduğu bir sahnede, doğumu yaptıran kişinin hayvanların sahibi için “karısı doğum yaparken bu kadar heyecanlanmamıştı” dediğine tanık oluyoruz.
Zamira’nın toprakta kalan cansız bedenini gördüğümüz sahneyle ilk bölüm bitiyor ve başka bir kadının çıplak bedenini gördüğümüz bir sahneyle ikinci bölüm başlıyor.

2. Bölüm “Yüzler”
Bu defa İngiltere’deyiz. Bu bölüm Anne adlı fotoğraf editörü kadının hayatından anlatılıyor. Kısa süre sonra hamile olduğunu kocası ve sevgilisi arasında kaldığını, savaş fotoğraflarına baktığında dünyanın pek de güvenli bir yer olmadığını düşündüğünü ve tüm bunların yarattığı bir keder içinde olduğunu görüyoruz.
Anne’nin sevgilisi Alex, Bosna’dan geliyor. Takside birbirleriyle konuştukları sahnede, adam Makedonya’ya gidelim hem de bu gece artık orada yaşayalım, çocukta büyütelim diyor. Bu arada işinden de istifa ettiğini söylüyor. Savaşı gören, travmatik olay yaşayan ya da tanıklığı olan insanların ani kararlar almaları sık rastlanan bir durumdur. Anne, Alex’e eşlik etmeyi reddediyor. Sabırlı olmasını istiyor. Alex’inse acelesi var. Yine aralarındaki diyalogda “Makedonya güvenli değil, orada savaş var. Ben bebek yapmak istiyorum” diyor Anne ona cevaben Alex “Barış istisnadır, kural değil” diyerek aslında dünyanın hiçbiryerinin ve tarihin önemli bölümünün savaştan uzak olmadığını anlatmak istiyor.
Anne ve Alex’in aralarında “Alex’in yaşadığı değişime” dair diyaloglar gelişiyor. 2 haftalık bir Bosna ziyareti sırasında savaş fotoğrafları çekerken çok değiştiğini söyleyen Alex, daha sonraki bölümde bu durumu “aynı gözlerle bakıyordum ama sanki başka bir lens takılmıştı, başka türlü görüyordum” diye anlatıyor. Anne de bakışlarının ve yüzünün iki haftada değiştiğini onaylıyor. Savaş gibi büyük vahşetleri yaşayan insanlar büyük değişimler sergiler. Eğer varsa “geride bıraktıkları”, işte o “geride kalan”larla karşılaştırılamayacak denli çok değişirler. “Giden” ve “kalan”ın aralarında değişime dair oluşan bu farkın ilişkide ayrılığı getirmesi sıklıkla rastlanan bir durumdur. Yine travmatik olayları yaşayanların, tanıklık edenlerin Alex’in yaptığı gibi ani ve radikal kararlar alınması da sık görülür.
Alex gider, biz Anne’nin akşam kocası ile bir restoranda yemekte oldukları birbirleriyle konuşmaya çalıştıkları ama konuşamadıkları sahneyle devam ederiz. Tüm masalar doluyken insanlar yemek yiyerek birbirleriyle konuşmaya çalışıyorken bir adam, kadınları taciz etmeye, laf atmaya, garsonlara kötü davranmaya başlar, giderek dozu artırır, kimse onu durdurmaz. Konuklar nezih ortamlarını ve kibar hallerini bozmak istememektedir. Ancak dozu sürekli artıran herkes tarafından görülmek istediği halde kimse tarafından görülmeyen ve durdurulmayan adam silahını çıkararak gelişigüzel ateş etmeye başlar. Çok sayıda insanla birlikte Anne’nin eşi de ölür.
Kadın, Makedonya’yı çocuk yetiştirmek için güvenli bulmadığını söylediği günün akşamında çocuğunun babasının bir kurşunla ölümüne tanıklık etmektedir.
Ve Alex’in yüzünde savaşın yarattığı değişiklikleri konuşarak başlayan bölüm, Anne’nin kocasının yüzünün parçalanması ile son bulur.

3. Bölüm "Fotoğraflar"
Bu bölümün başında Alex’in bindiği eski minübüsün camından bakarak Makedonya topraklarını seyrederiz bir süre...
Sonra köyüne gelir Alex... 16 yıl sonra ilk kez gördüğünde hüzünlü bir mutluluk yaşadığına tanıklık ederiz. Köyün girişinde elinde silahla bekleyen gencin silahına el koyarak girer köye. Köyde ilerlerken bir çatıdaki taşın altından yıllar evvel koyduğu oyuncak tabanacasını alır. Köydeki insanların bir yabancı olarak gördükleri Alex’e nasıl yaklaştıklarını görürüz, “merhaba” diyen de olur ama genel bir hoşnutsuzluk ve tedirginlik gözlenir. Özellikle çocukların kaçıştıkları sallanan boş salıncak gösterilerek anlatılır. Oysa normal bir durumda köy çocukları için bir yabancının gelişi heyacan uyandıran belki çocukları etrafına da toplayan bir durumdur.
Sonra evine ulaşır Alex... Eski evi şimdi harabedir. Evin öyle yıkık dökük oluşu aslında eskiden kalanın, geçmişe ait kültürün şimdiki halini de sembolize etmektedir. Şimdiki yaşam, eskisine kıyasla ruhsal ve kültürel açıdan son derece fakirdir, yıkık döküktür.
Alex’in Arnavut köyüne gittiğinde yaşadıkları, gençlerin hoşnutsuzluğu artık iyice mayalanmış düşmanlığın savaşa dönüşmek için bir kıvılcım beklediğini net biçimde göstermektedir.
Bir kez BM arabası görürüz. Çatışmaların başlayacağı artık netleşince de BM’ye dair şöyle der doktor “Haftaya ölüleri gömmeye gelirler.” Filmde doktorun ağzından söylenenler de değerlidir. Bosna savaşına tanıklık ettiğini öğrendiğimiz sahnede (ki koyunların doğumuna yardım edişi ardından kanlı ellerini yıkamaktadır o anda) “dünya bir sirki izliyor” diyerek anlatır üzüntüsünü. Alex, “ama burada savaş için bir neden yok ki” dediğinde “savaş bir virüstür, bir neden bulurlar” diye yanıtlar onu.
Aslında filmde savaş isteyenin kim olduğu da net değil. Geçmişte onları bağlayan ortak kurallar ortadan kalkmış, yenilenememiş ve bir sorun oluştuğunda nasıl çözecekleri artık tanımlı değil. Böyle olunca belki dinin kuralları, en eski topluluk kuralları belki de ortaçağa özgü olanlar yeniden hortluyor. Yani her topluluk, grup kendi adaletini sağlamaya çalışıyor ve silahlar da çoktan dağıtılmış.
Alex de Zamira da kendi toplulukları tarafından öldürülüyor. Biri kuzeni diğeri kardeşi tarafından... Ve ve her ikisi de “öteki” olana el uzatmışken ve tam da bu eylemi yüzünden öldürülüyor. Zamira Kiril’e doğru giderken, Alex, Zamira’yı kurtarmak isterken... Her savaşın başında önce birlikte yaşamak isteyenler, diğeriyle ilişkisini sürdürenler öldürülüyor biliyoruz ki... Filmde de barış isteyen ve etnik, dini, ulusal ayrışmaları istemeyen kişilerin öldürülüşü bize bunu anlatıyor. Onlar öldürülürken öldürenlerin bile aslında kararlı olmadıklarını kendi topluluklarından diğer kişilerin ise yoğun tedirginlikleri olduğunu görüyoruz. Kusturica, Underground filminde “kardeş kardeşi öldürmeden savaş savaş olmaz” der. Bize savaşın bu yüzünü de böylece hatırlatıyor yönetmen.
Alex’in almadığı silahın köyün “deli”sine verilmesi, kontrolsüz olana sunulması, işlerin çığırından çıktığını artık anlamsızca insan öldürmenin başlayacağını da bize gösteriyor.
Filmde ıslıkla enternasyonal çalan bir postacı var. Umuda dair bir gönderme gibi... Butch Cassidy ve Sundance Kid filmine selam gönderen “Raindrops keep falling on my head” şarkısının Alex tarafından  ıslıkla çalındığı bir sahne var. Filmin benim açımdan tam olarak 12’den vurduğu başka iki detay da bu sahnelerdir.
Filmde Londra ve Makedonya’da ortaklaşan ve farklılaşan noktalar gösterilir. Aynı müzik gibi, kaplumbağalar gibi, Londra’da duvarda yazan “Çember yuvarlak değildir, zaman ölmez” sözünün Makedonya dağındaki bir manastırdaki rahibin dilinden duyulması gibi... Öte yandan büyük farklılıklar da vardır. Anne telefonla Makedonya’yı aradığında iki farklı dünya gibi görünür iki ayrı mekan. Birinde evinden telsiz telefonla konuşan insanlar, diğer yanda posta ofisindeki memurun insafına kalmış bir iletişim olanağı... Yani barışın da ne kadar yayılabilir olduğu istenirse aynı sözleri, aynı çözümleri üretebileceğimiz ya da Makedonya’da yaptığınız birşeyin Londra’da bir karşılığı olduğunu görmek, göstermek filmin hem umudun hem umutsuzluğun yayılabilirliğini gösterdiği bölümleri...
Ve “yağmur geliyor bak orada başladı bile” diye başlayıp aynı sözle de bitiyor film... Aynı anda biz de bir yerlerde başlayan yağmurları görüyor ve derinden bir “ah” çekiyoruz sanki...



7 Nisan 2016 Perşembe


AŞKTAN KORKMA  

LGBTİ'i si olsun heteroseksüeli olsun aşktan korkma... Napcak sana aşık? Bi kıyı köşe bulup birbirinin gözüne bakıcak, dokunacak, temas edecek. Üstelik dünyayı daha güzel, herkesi daha iyi görecek. Biraz sarsak olacak. İyidir bir düzey aylaklık.
Ama taciz, tecavüz nedir? Nefreti yayar, üzüntüyü, yası, tutsaklığı... Hele çocuğa olanı, hele ergene... Hele ihanetli olanı yakınından geleni... Yıkar geçer herşeyi... Her güzelliği, iyiliği, emeği yıkar geçer. İşte bunları yıkanı, yıkıp geçmeli diyor gönlüm. Yıkıp geçmeli. O vakıf kapanmalı, kapısına kilit vurulmalı. En azından bu olmalı... 
Siz dün CHP'ye yürüyenler ne arsız, ne utanmaz insanlarsınız. Çocuklara yapılanlara sesiniz çıkmadı da neyi koruyorsunuz siz? Gerçekten dışsal olmayan hiçbir kural yok sizin için... Yiyin için, ele geçirin, sizin olsun, sizin olsun herşeyler... Ve suç çetenizden olana da sahip çıkın. Sanki bilmiyoruz aranızdaki sevgi değil, bağlılık değil. Olan bağınız suçunuz sizin...
Ve şu Altan Tan, neyi temsil ediyor sizce? Nereden bağlı bu Ensar Vakfı'na... Zihninden sanki... Çocuğu, kadını erkek karşısında değersiz gören zihninden. Paraya atfettiği kutsal anlamlardan... İşte oradan bağlı. Ah HDP atmadın şu adamı atmadın kaçıncı bu yaptığı?
Ve işte dinlerdeki sapkın Lut kavimleri aşık insanları temsil etmiyor oradaki sapkınlık. Tam da dürtülerine engel tanımayan, insan, hayvan, bitki başka canlıları kendisi dışındakinin varlığını kabul etmeyen, şehvetinin peşinde koşup rıza aramayan, gücüyle ele geçiren, ele geçiren, toplumsal mutabakatları delmek konusunda güçlüye izin veren insanların egemen olduğu toplulukları temsil ediyor. Ve bu denli kontrolsüzlüğün getireceği büyük yıkım anlatılıyor. Bir de böyle okusanız keşke, okuyabilseniz keşke. Ama o tren çoktan kaçmış anlaşılan.
Ve Ensar'a çok kızgın olan bizler, çocuklarla ilgilenelim. Nesin Vakfı dışında kaç örnek var çocuklarla ilişki kuran ve solda kuruyoruz, yapıyoruz diyebileceğimiz. Artıralım sayılarını. Bir yolunu bulalım temas edelim çocuklara, gençlere... Herkes elinden ne geliyorsa düşünsün. Kızmak yetmiyor, hiçbirşeyi değiştirmiyor. Öyle azınlık olmanın hazzı, cahil halka tiksintiyle bakma halleri, beğenmemeler, terk etmeler, küçük burjuva hüzünler veeee işte sonuç... Haydi pamuk eller taşın altına... Psikolog olan gönüllü çocuklarla görüşsün, annelerini güçlendirecek işler yapsın, öğretmen sınıfı dışındaki bir yerlerdeki çocuklara dokunsun, kimyacı gitsin bir o okulda bilimi sevdirecek bir küçük sunum yapsın. Herkes yapacak birşey bulabilir herkes... Çocuklara o iğrenç eller dokunsun istemiyorsanız bilelim ki istememek yetmiyor. Tabii bireysel de olmuyor örgütlü yapmamız lazım. Sendikalarımızı, derneklerimizi, odalarımızı, vakıflarımızı zorlayalım. Olmazsa yenilerini, yenilerini kuralım. Ama bilelim ki çocuklarla onlara zarar vermeden ilişki kurmak konusunda bizim de öğrenmemiz gereken çok şey var. Ama olsun bir yerden başlamak lazım. Bilmediğini bilmek ve yeniyi biriktirmek istemek de iyi ve yeterli bir başlangıç noktası...

6 Nisan 2016 Çarşamba

Güncel Hukuk Dergisi Nisan 2015 sayısında yayınlanmıştır.
Psikolog Banu Bülbül / Toplumsal Dayanışma için Psikologlar Derneği
Duvar
490-254
1983 yapımı “Duvar” filmi 1984 yılında kaybettiğimiz Yılmaz Güney’in son filmi. Yılmaz Güney, hapishane gerçeğini iyi bilen bir yönetmendi ve bu filmi de 1976 yılında Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi’nde tanıklık ettiği, çocuklar koğuşunda çıkan ve tüm cezaevine yayılan isyandan etkilenerek çekmişti.
Duvar, izleyenlerin genellikle kendisini “yumruk yemiş gibi” hissederek ayrıldığı, hemen hazmedilemeyen sertlikte bir başyapıt. Darbe sonrası cezaevleri genellikle siyasi tutsaklar açısından ele alınırken Güney’in cezaevlerine çocukların gözüyle bakması önemli bir politik aşkınlığı ifade ediyor. Cezaevlerinin erkek egemen dünyasının çocukları nasıl etkilediğini yoğun bir erkeklik eleştirisi ile anlatması, filmin öznesinin kahramanlar değil ezilen, yoksul, çaresiz çocuklar olması özellikle dönemi gözetilerek düşünüldüğünde çok değerli…
Film başlarken yavaşça “dışarı”dan “içeri”ye giriyoruz, kamera bizi duvarların arkasına götürürken ona neşeli müzikler çalan radyo sesi eşlik ediyor. “Dışarı”ya ait olan bu ezgilerin cezaevine yabancılığı insanı ürpertiyor, gündelik yaşamımız sorgulamamızı ondan uzaklaşmamızı sağlıyor ve filmi izledikten sonra bir müddet kendi hayatımıza dönemiyoruz.
Filmdeki çocuklar diyor ki; “büyükler için ne değişir bilmem ama bizim için 4. Koğuş (çocuk koğuşu) için birşey değişmez”. Bu konuda Yılmaz Güney’in çok haklı olduğunu düşünüyorum. Duvarların arkasında olmak, kapatılmak çocuklar için hiçbir koşulda iyi olmayacak. Çünkü onların bedensel, ruhsal gelişimlerini tamamlamaları için cezaevleri hiçbir koşulda uygun olamaz. Kapatılma koşullarında onları istismardan, ihmalden korumamız mümkün olamaz.
Filmin genelinde hissettiğimiz duygu dehşet… Yılmaz Güney, çocukluğumuzdan bizi yakalayarak, o cehennemin kapılarını aralıyor, içeriyi gösteriyor. Çaresizlik, sıkışmışlık duyguları çocukların da bizim de yaşadığımız temel duygu.
Film boyunca birkaç kez, küfür, kaba dayak, falaka direk etimizden içeri geçecek kadar bedenimizde hissettiğimiz biçimde gösterilirken, idam ve tecavüz sahneleri direk görsel olarak sunulmadan anlatılıyor.
Militarizmin çocuklar üzerindeki baskısını “yaylalar, yaylalar, komşu kızını zapteyle” diye devam eden asker geçişlerinde hissediyoruz. Erkeklikle ilgili yoğun baskılar, tecavüz tehdidi, sürekli cinsiyetçi küfürlere maruz kalma, “erkek gidip oğlan dönersin” ifadelerindeki korku, “kız mısın erkek misin aç göster” baskısı, “sünnetli sünnetsiz olmak” vurguları ile filmde erkekliğin çocukları da ezen tavrı eleştirilirken cezaevi yönetiminin sünnet olmak ve kelime-i şahadet getirmek üzerinden yaşattığı dini baskı da görünür kılınmış.
Cezaevi çalışanlarının hemen tamamı çocukların sorunlarına duyarsız, önemli bir bölümü ise sorunun ta kendisi. Onlarla sevgi bağı kuran gardiyan Ali Emmi (Tuncel Kurtiz’i de burada sevgiyle anmış olalım), çocukların karşılaştığı babacan tavırlı tek yetişkin olarak karşımıza çıkıyor ve o da cezaevinde barınmayı başaramıyor. Böylece film aracılığıyla bir kez daha görüyoruz ki cezaevleri doğası gereği, sertlik üzerine, sevgisizlik üzerine kuruludur.
Filmdeki en kötü karakter olan Gardiyan Cafer, çocuklara cinsel, fiziksel şiddet uygulayan kişi olmasına karşın cezaevinde kalan çocukların bir bölümünün, onunla ve onun dünyasıyla doğrudan özdeşim kurduğunu ve kendince oranın kurallarına göre oynamayı seçtiğini görüyoruz. Bu çocuklar, içeride edindiği işlerle, parayı, gücü, iktidarı elinde tutmaya çalışarak diğer çocukların üzerinde baskı kuruyor. Fakat filmin sonunda verilen mesajda bu çocukların liderlerinin de öldürülmesi bu yolun çocuklar için bireysel kurtuluşu dahi ifade edemeyeceğini açık biçimde gösteriyor.
Yılmaz Güney’in filminin ana karakterleri, cezaevinin en yoksullarından iktidara en uzak olanlarından… Ancak onların da grupta kalabilmekle ilgili kendi içinde sert kuralları var. Nitekim filmde grup kararlarına uymadığı için dışladıkları bir çocuğun aslında intihar sayılabilecek kaçışı sırasında askerler tarafından öldürülmesini acıyla izliyoruz. Cezaevi doğası gereği mahrum bırakılmaya dönük bir yerdir. Hal böyleyken bir de içeride, onaylandığınız, sevgi, saygı, sıcaklık gördüğünüz insanlar tarafından gruptan tecrit edildiğinizde bu ölümcül yıkımlara yol açabiliyor. Bu çocukların da birçok zaman kendilerini ezen dünyanın diliyle konuştuklarını görüyoruz. Annesini taciz eden adamı öldürdüğü için cezaevine giren çocuğun görüşe gelen annesine “dudağında boya mı var?” diye sorması, yaşının küçüklüğüne rağmen annesine hükmeden bir dil kullanması da bu tavrın örneklerinden…
Gardiyanlar dışında cezaevinde bulunan cezaevindeki yaşama dönem dönem dahil olan görevlilerin içerideki yaşam için önemli bir fonksiyonlarının olmadığını görüyoruz. Cezaevinde sürekli bulunan askerler tam bir “emir kulu” görüntüsünde, çocuklarla ilişkisiz… Yetişkinlerin avukatı olan bir adam görüyoruz hangi niyetle olduğunu tam anlayamasak da müvekkillerine yalan söylüyor, doktor çocuğun kendi durumunu anlatamayacağı kadar ilişkisiz, uzak ve sonuç olarak idareden yana biri… Bugün hala çocukların anlattıkları ile uyumlu biçimde çocuk mahpusların kendilerini anlatabilecekleri uzmanlarla karşılaşmadıklarına ve yoğun yalnızlıklarına tanıklık ediyoruz.
Bir sahnede kan bağışı için cezaevine sağlık ekipleri geliyor. Bu nedenle cezaevinde yapılan anonsta “Türk kanı”na duyulan ihtiyaçtan söz ediliyor. Böylelikle cezaevi yönetiminin (aslında devletin demek daha doğru olur) her konuda kendini değersiz hissettirdikleri çocuklara ulusal aidiyet üzerinden değerli hissettirme çabasına özellikle eleştirel bir vurgu yapılıyor. Hemşirelerin oradaki varlığının, çocuklar tarafından ne denli yabancı algılandığı bize öyle başarıyla  hissettiriliyor ki, cezaevlerine dışarıdan giren her tür kişi ve uzmanın ayrı bir dünyadan gelen uzaylılar gibi algılanabileceği, algılanmasının doğal olduğu hatırlatılıyor.
Çocukların dünyası anlatılırken genellikle bizi gerçeklikten uzaklaştıran engellerimiz var. Bakan kişi yani bizler, yetişkin olduğumuz için onların kendi dönemindeki önceliklerini, dillerini anlayamayabiliyoruz. Bu nedenle filmde çok gerçekçi biçimde çocukların kendi durumlarını ifade ettiği bölümleri çok değerli. Senaryoda büyük bir doğallık var ve izlerken Yılmaz Güney’in o dünyayı bilen ve o çocukları tanıyan biri olduğuna kesin biçimde inanıyoruz.
Çocukların sözlerinden alıntılarsak;
Kaçan ve birgün sonra yakalanarak cezaevine dönen çocuk dışarıyı şöyle anlatıyor; “Bizim için hayat hiçbir yerde kalmamış. Hiçbir yerde… …dışarda da hayat yok, kimse kimseye bakmıyor. Herkes koşuyor, herkes telaşla koşuyor. Nereye koşuyor?” ve diyor ki; “Babam olsaydı da, anam olsaydı da 100 sene ceza yeseydim. 100 sene…” yürek parçalayıcı bu sözler çocuğun içindeki yalnızlık, kimsesizlik, gariplik halini anlatıyor. Yılmaz Güney bir çocuğun diliyle tam da Nazım’ın şu dizelerde ifade ettiğini söyletiyor yani;
“Yani içerde onyıl on beş yıl
Daha da fazlası hatta
Geçirilmez değil
Geçirilir
Kararmasın yeter ki
Sol memenin altındaki cevahir”
Yani, cezaevi korkunç bir yerdir ve buraya dair dayanma gücünü şöyle tanımlarız; çocuğun içinde sevgiye, şefkate dair sağlam bir imge var mı, bir kavuşma umudu var mı, dışarıda onu takip eden sevdikleri var mı, o temas, o bağ sürüyor mu? Eğer bunlar tamamsa yani hepsi “sol memenin altında duruyorsa” bu cehenneme katlanılır. Ama bu ömrün yaşanan bir parçası değil katlanılan bir kesitidir.
Ne yazık ki bugün de mahpus çocuklar, keyfi biçimde yoksul ailelerinden kilometrelerce uzaklara sevk ediliyor, bu onların fillen görüşemez olması anlamına geliyor.
Başka neler söylüyor çocuklar; ”çocuk olmak istemiyorum artık ”, ” allahım ne olur beni başka bir hapishaneye gönder ” Kaçma planları yaparken kurdukları hayaller dünyaları hakkında bize ipuçları veriyor; tabanca sahibi olup soygun yapmak sonra “dost tutmak” ve Cafer’i öldürmek…
Film bize öncelikle, apaçık gerçeğe dümdüz bakmamızı söylüyor. Düğüne gider gibi götürülüp idam edilen çiftle cezaevinde mutluluk, sevinç gibi duyguların bile ne tehlikeli olabileceğini gösteriyor. Filmin umuda dair sözü az… İsyan çıktığında bebeğin dünyaya gelmesi genel anlamda isyanla doğacak olana dair umudu ifade etse de filmin sonunda çocukların kaçamaması, kaçanlardan birinin ölmesi, diğerinin yakalandıktan sonra öldürülmesi, umudun burada da olmadığını, tek başına cezaevinde tutulanların çabasıyla içerinin değişemeyeceğini gösteriyor.
Filmin sonunda kötü karakter Gardiyan Cafer de ölmüyor ve seyirci o gerilimde bırakılıyor. Biliyoruz ki gardiyan Caferler hala pek çok cezaevinde yaşamaya devam ediyor. Çocukların cezaevlerinde korunması olanaksız. Çocukların başka insanlara, hayvanlara, doğaya zarar vermesini önlemenin yolu şiddet ya da kapatılmayla cezalandırmak olamaz. Çocuklara uygulanan bu şiddet tüm olumsuzluklarıyla misliyle bize geri döner. Bu filmde gördüklerimiz büyük benzerliklerle çocukların kaldığı cezaevlerinde yaşanıyor.
Yılmaz Güney bu filmde diyor ki; çocuklar üzerindeki baskı ve şiddeti yok etmek, tek başına çocukların işi olamaz. Bu bizim işimiz. Cezaevi duvarları içeriden değil, dışarıdan gelen basınçla yıkılabilir. Ve unutmayalım ki, çocuk cezaevlerinde dövülen, baskılanan, tecavüze uğrayan hepimizin geleceği, ortak umudumuzdur.