29 Mayıs 2018 Salı

"Ama Zarlar Hileli!"...  

Bu ara hayat her yerden bu sinyali veriyor. Hileli zarlara rağmen oyuna devam mı etmeli? 
Öylesine acayip ki işler, kuralına göre oynamaya çalıştığım her oyunda mızıkçılık... 
"Zarlar hileli, oyuncular mızıkçı doğru ama sen de pek şanslı sayılmazsın." Doğru hele bu ara hiç mi hiç şanslı sayılmam... Sıra almak için bekliyorum misal tam bana geliyor makinenin başına geçme hakkı, "Sıra bitti üzgünüz" diyor birileri... Düşündüklerim yanlış çıkıyor, yaptıklarımın önemli bölümünün boşuna olduğunu öğreniyorum. En zorları misal sonu baştan belli bir oyun için heyecanlanıp kazanma ihtimalin üzerine düşünmek (bunlar hep mecaz tabii daha açık yazsam mevzular sıkıcı epey) hayal kurmak ve sonra boşuna imiş demek...
Bilemiyorum ne desem nasıl söylesem...
"Her şeyin ertelendiği bir ülke varmış".
Bana zarlar hileli, oyun arkadaşlarım mızıkçı ya da şansım da kötü ama umarım ülke için böyle olmaz diyeyim ne diyeyim. Herkes hayaller kuruyor zira... Bir de üstelik kurmayanı azarlıyorlar. Bir de üstelik konuşmak yasak... Yasağa aldırmam da en üzücüsü faydasız olması sözün. Çünkü sen git onu bilmem kime söyle diyorlar, öyle deme böyle de diyorlar onun sırası değillerle geliyorlar. Sonra yutkun yutkunabilirsen...
Neyse ben de durumlar böyle birkaç haftadır, hileli zarlarla kumar gibi bir şeylerin olduğu masalarda, ne dediğini hiç anlamadığım (zaten o kart kağıt masa oyunlarından da hiç anlamam, satranç bile oynayamam) insanlarla cebelleşip duruyorum ve şansım da pek yaver gitmiyor. Ama pes ediyor muyum elbette hayır...
Bence biz her türlü sonuca karşı bir adım sonrasına hayal etme, muhalif olma, eyleyebilme gücü bırakalım kendimize. Bak Gezinin yıllar dönümü günlerindeyiz. O günlerden kimler kaldı geriye? Geriye hatta ileriye kalabilmek için dikkat edin, edelim kendimize. Bana anımsamak iyi geliyor, zarların hileli olduğunu, kapitalizmin pek çok kurumunun da kumar masasından farksız olduğunu... Başka bir şey gibi görünebilir hatta kapısında "Kumarla Mücadele Derneği" yazabilir ama görünene değil kapının arkasındakine bakalım ve birazda buradan bağıralım "Ama zarlar hileli"...
"Tekleşmek" ve "adamlaşmak" daha kötüsü "tek adamlaşmak" hallerine ayrıca değinmek isterim. Biraz güç toparlayayım da...

17 Mayıs 2018 Perşembe

Hamlet  

Psikesinemanın bu sayısında Hamlet'i yazdım.
"Hamlet’in içinde açığa çıkan gerilim, bastırılanların başka kılıklarda ve zorlayıcı dinamiklerle geri dönmesi, büyük ölçekte saray için de geçerli oluyor bir yandan. Çatışmaların kanlı biçimde çözüldüğü saraya son sahnede giren Fortinbras, tahta geçerken “Cesetleri kaldırın” diyor. Böylece yeni kuşaklara yol veremeyen, sırası gelince sahneden çekilip onlara alan açamayan Danimarka Krallığı, genç kral Fortinbras’ın egemenliğine geçiyor. Eski kuşakların kendi arzularıyla genç kuşakları meşgul etmesi, sahneyi onlara bırakamamasının çocukluk düşlemlerinin bastırılmasını ve yerine yetişkin uğraşlarının geçmesini engelediğini de gösteriyor Hamlet bir kez daha bizlere."
Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve yazı

Filistin bir samimiyet sınavıdır! Filistin her yerdedir!  


Filistin uzaklardaki bir ülkeden fazlasıdır. Haritalarda küçük, gözenekli bir ülke olarak görünür ama aslında dünyanın her yerindedir. Listelerden adı karalanan insanlar, haritalardan silinen ülkeler, yasaklanan düşüncelerdir Filistin. Boğaza düğümlenen acı, yumrukta sıkılı öfkedir. Uğradığınız en büyük haksızlık, yaşadığınız en büyük yalnızlıktır. Hayattaki en büyük ve en uzun direnişiniz, “her şeye rağmen” dediğiniz anlar, “o kadar da değil”leriniz, boyun eğmeyen başınızdır. Düşmanın taa gözünün içine baktığınız için kendinizle gurur duyduğunuz anlardır. Savaş tecavüzlerinin, aşağılanmalarının en katmerlisine karşı direnen tüm kadınlardır, Leyla Halid’dir, Ahed Tamimi’dir. Bir türlü güvende olamadığınız, düşman görüldüğünüz için üşüdüğünüz çocukluk anılarınızdır. Filistin, bir türlü kavuşulamayan yuvadır.
Filistin, iki yoldan biri kadar nettir. Filistin ayağa kalktığında dünyanın farklı yerlerinde haksızlığa uğrayanların içinde bir Filistin ayaklanır. İçinizdeki Filistin gümbürdemeye başladığında yakınınızdaki İsrail de kuşanır tüm zalimliğini bir yandan… Filistin bir samimiyet sınavıdır. Mazlumun yanında olanla zalimi ayırır geri dönüşsüz biçimde… Bir kez iklim Filistin olunca görürsünüz ki Filistin her yerdedir, ve sizin yapmanız gereken de kendi İsrail’inize karşı mücadele etmektir.
Nazi Avrupa’sının Filistin’i neresiydi anımsarsınız? Auschwitz, Varşova. Yahudilerdi, Çingenelerdi Filistinliler o zaman koca bir kıtada… Avlanıyorlardı görüldükleri yerde. Filistinlilerin tarihi haksızlıkların tarihi kadar eskidir, Spartaküs’ün arkasındaki köleler, Bedreddin yiğitleri, Müntzer köylüleridir. Birinci Paylaşım Savaşı’na dur diyen Bolşevikler, Amerika’da siyahlar ve tüm yerli halklardır. Filistin, bir zamanlar Vietnam’dır. Filistin’in, belleğimizdeki, yüreğimizdeki yeri bunca geniştir. Onu İslam dünyasına sıkıştırmaya çalışanların çabaları ise nafile… Çünkü Filistin, dünyanın her yerinde haksızlıklara karşı çıkan her insanın yüreğindedir.
Filistin, ABD’de Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğan ve İsrail askerleri Filistinlilerin evini yıkmak için geldiğinde iş makinelerinin karşısına dikilip ezilerek can veren Rachel Corrie ve dünyanın her yerinde kendi içinden çıkan haksızlığa karşı mücadele eden insanların anısındadır. Filistin, Kürtlerin yanındaki Türk’ün, Alevi’nin yanındaki Sünni’nin, Filistinlinin yanındaki İsraillinin, emperyalist savaşlara karşı çıkan emperyalist ülke vatanadaşlarının yurdudur.
Filistin Arapça olduğunu bildiğimiz sözsüz bir ezgidir. Bir kadın sesi, yüreği delen bir çığlığı boşluğa bırakır Filistin adı dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir dilde anılınca…
Filistin, doğup büyüdüğün evi,  dallarını okşadığın limon ya da zeytin ağacını senden nefret eden birilerine bırakarak gözün arkada çekip gitmektir. Bir dönülmeze ulaşma düşüdür. “İmkansızı isteyen gerçekçi”lerin Che’lerin vatanıdır ki bayrağı çok uzaktan bile tanınır.
Taştır, kefiyedir Filistin. O taş ki sapanların ucunda “Benim vatanım ilkelerimdir, haklılığımdır ve taş gibi sertim senin zulmün ya da yalanlarının karşısında” der. O kefiye ki, herkesi birlik yapar, bir kişiyi büyük bir güce katar. İsrail tekliğine karşı, hepberaberliktir aynı kefiyenin altındaki farklı yüzler…
Filistin Edward Said’dir. Entellektüel alanda taraf oluştur, sokakta yerini buluştur. Çocuklar taş atmasın demekle yetineceğine onun elinden taşı alıp bir çocuğun yerine mücadeleye katılmaktadır.
Filistin öyle büyüktür ki haritalara sığmaz, Filistin öyle kalabalıktır ki dünyanın hiç bir ordusu tarafından yenilemez.
Filistin özgürlüktür, onu yitirirsen geriye sana dair hiçbir şey kalmaz.

Ömrümüz   

Ömrümüz dünleri aratan bugünler getiriyor diye düşündüm az önce. Öyle ki dün şikayet ettiğimiz beğenmediğimiz şeyleri bugün özlüyoruz. Sıradan bir nostalji duygusu da değil bu. Bir kötüye gidiş ki durmuyor. Freni bozulmuş bir araba gibi... 
Iki yıl önce insanların kendini süsleyip pusleyip her hali abartıp facebook vitrinine koymasından gülümseyerek yakınmışım. Şimdi insanların çoğu gitti sosyal medyadan. Kaygıdan, korkudan, neşesiz olmalarından, umudun azalmasından kaynaklı hep bunlar.
Hadi geri gelin artik, abartın nolcak. Derinlik zamanla artar belki. Tamam esprisinin canına okuyalım beraber sıkılınca bir yenisini bulalım. Hiç tanımadığımız insanlarin görüşlerine katılalım, bilmediğimiz birine söylenirken bulalım kendimizi. Ama sözümüzü görünür kılalım.
Yarin oldugunda bugünleri aramayalım diye secimden ötesine hazırlık... Derinleşmek, düşünmek, yapilan "iyi"'yi görmek küçümsememek ve vicdan rahatlatmak için değil çoğalmak ve niteliği artırmak için uğraşmak. Emek vermek insana içten bicimde. Buradan, oradan ne fark eder? Secim rekabeti de kayıkçı dövüşüne dönüşmesin aman...

Kutsanma-Lanetlenme Cenderesinde: Kadın ve Anne 

13 Mayıs 2018 Evrensel 

En zorlu, en çaresiz anlarımızda tüm sözcükler gider bir sözcük kalır geriye “anne”... Her şey bittiğinde yürek başladığı yere döner; anneye... Doğurmak işi, yaratmak fiilini de üretendir. Peki analık kutsal mıdır? İşte bu kutsallık mevzusunda bir tuzak var. Kutsalın olduğu yerde lanetli de vardır. Kutsal kadın belirlenen sınırların dışına çıktığında bir anda lanetlenebilir, sanıldığının aksine o sınırlar çok hassastır. Lanetlenmekten kurtulmak, kutsanmadaki tuzağı görmek ve buradan gelecek payeleri reddetmekle başlar.
‘KADIN YÜKLÜYMÜŞ’
Bu cümle “Kadın gebeymiş” anlamında kullanılır Anadolu’da... Hamile kadının yükü sadece bir bebek değildir oysa. Kucağına aldığı çocukla beraber pek çok sorumluluk, toplumsal, ailevi beklenti çöker omuzlarına. 
Anneler Günü’nde birden anımsanır kadın emeğinin annelik biçimindeki ifadelerinin yüceliği. Anaların ayakları altındaki cennetten ya da ana gibi yar bulunamayacağından söz ederler. Adamların ağzından annelikle ilgili ağdalı laflar sünerken, analıklarından yaralı kadınlar bir günlük kutsamanın şaşkınlığını yaşar. Yıllardır saksıda yetiştirilen sardunyalara bir kez dönüp bakmayan, kadın birkaç günlüğüne evden uzaklaşsa çiçekleri sulamak zahmetine katlanamayan eşler, oğullar annelere güller taşıyacak, sonra da yeterince mutlu olmayan eşlerin, annelerin yüzünün güldürülemeyeceğinden, karamsar “yaradılış”ından yakınacaktır. Diğer yandan televizyonlar aracılığıyla evden eve gezen nutuklarda analar kutsanacak, bir yalan ağızdan ağıza büyütülecektir. Kadınlar kimse üzülmesin diye heyecanlıymış, mutluymuş gibi yapacak, “Bak bugün sana kahvaltı hazırlatmadım al sana hazır kahvaltı” böbürlenmelerine maruz bırakılacaktır. Eli kolu olanın kendi ütüsünü yapabileceği, kahvaltı hazırlamanın anneliğe aslında dahil olmadığı, pekala babaların da bu işi yapabileceği konuşulmayacak, neden Babalar Günü’nde ütülerin, elektrik süpürgelerinin indirime girmediği gündem edilmeyecektir. İşte lanetleme tam da burada gelir. Bunları gündem eden kadın kötü, susup hediyesine razı gelen, minnet duyan kadınsa iyi olacaktır. Bu toplumsallaşmış ikiyüzlülükte şikayet eden kadını lanetlemek ve şükreden kadını kutsamak seçenekleri karşı karşıya durur.
ANNELİK ÇOĞU ZAMAN AŞKLI BİR KAVUŞMA AMA BİR
VAZGEÇİŞ DE AYNI ZAMANDA...
Anne olma deneyimi kadınlara farklı farklı duygularla gelir. Kimi kadın zamanla alışır bebeğine, anneliğine, kimisi için hayatının en olağanüstü deneyimidir, kimi için pişmanlıktır. Her bir duygu doğal ve olası. Hangi kadının hangi durumda bu deneyimi nasıl yaşayacağını öngörmek de zordur. Çünkü gebelik sürecine, doğumun nasıl geçtiğine, kadının sosyal desteğinin olup olmamasına, biyolojik ve fiziksel pek çok faktöre bağlıdır. Aynı kadın farklı durumlarda farklı hissedebilir. Hal böyleyken, annelik deneyimini aşklı bir kavuşma olarak karşılamayan kadınlar yoğun bir suçluluk hissedebilirler. Çünkü daha baştan toplumda kabul gören ve kabul görmeyen annelik halleri vardır. Bebeği kabul etme, emzirme, sakinleştirebilme görevlerini yerine getirip getiremediği başkaları tarafından değerlendirilmeye başlanan kadın, annelik rolünün kendi benliğinde dahi ne denli talepkar bir alan açtığını daha baştan fark eder.
Anne olan kadınların yaşadığı coşku geleceğe ve yeniye dairken, çocuktan önceki yaşamlarına veda ettikleri için de hüzün hissederler. Çocuktan önceki yaşamında bir statüsü olmayan ancak bir çocuk doğurduğunda yaşadığı toplumda değer kazanan bir kadın için hüzün daha az, coşku daha yoğun (Bu da bebeğin sağlıklı olup olmamasına ve cinsiyetine bağlı olarak değişebilir) yaşanabilirken, doğumdan önceki yaşamında kendini bir kadın olarak değerli hisseden annenin hüznü daha görünür olabilir. Yitirdiğimize ilişkin hüzün duymak da bebeğimize bakarken gözümüzün parlaması kadar doğalken, asıl sorun diğer insanların nasıl davrandığıdır. Gelecek nesli yetiştirme işi, tek tek annelerin üzerine yıkılamaz, toplumsal bir sorumluluk ve görev alanıdır bu. Ama bırakalım kamusal sorumlulukları yerine getirecek kurumlar aramayı, bebekle ilgili anne ile eşit sorumluluk alacak babaları bulmak bile zor oluyor kadınlar için...
O zaman sorun kadınların anne olduklarında kimi zaman olumsuz duygular hissetmelerinde mi? Yoksa anne olduklarında hatta hamile kaldıklarında hayatlarındaki pek çok şeyden mahrum hale gelmelerine neden olan toplumsal koşullarda mı? Kadınların penceresinden hayata baktığımızda gördüklerimiz nasıl da değişiyor öyle değil mi?
'MAKBUL' ANNE MUTLU MUDUR,
YA DA BU SORU KİMİN UMURUNDA?
Son yıllar, sağcılaşma, sermayenin merkezileşmesi, parlamenter demokrasileri asgari zemine geri çekme dönemi olarak ilerliyor. Kadınlar muhafazakarlaşma süreçlerinde saldırıya ilk uğrayanlar oluyor. Türkiye’de AKP iktidarına tekabül eden bu dönemin “makbul” yani kabul edilebilir kadını muhakkak anne olmak zorunda, makbul anne ise, en az 3 çocuk doğuran, kesinlikle kürtaj olmayan, doğum kontrolüne karşı, çocuklarını vatana “hibe” eden kadın olarak iktidardaki erkekler tarafından defalarca yeniden tanımlanıyor. Eski tip fetvalar gibi, kadının hamileyken sokakta yürümesinin erkekler için kışkırtıcılığından, kahkaha atan kadının “edepsiz”liğinden ulu orta söz ediliyor.
Ancak “mahrem”indeki insanlara tebessüm edebilen, kahkaha atması, kıkırdaması yasaklanan, sevişmesi değil üremesi beklenen, doğum kontrolünü, kürtajı telaffuzu günah olan bir kadın mutlu olabilir mi? Olamayacağı çok açık. Peki yaşadığı şeyi mutluluk sanması sağlanabilir mi? Zor. Ama mutsuzluğunu telaffuz etmesi engellenebilir. Genellikle bunu yaparlar. Sessizleşir kadınlar kendi dertlerine ve yaralarına dair... Evlenmeden öncesini anlatmaya zorladığınızda kadınları, “Ben kızken öyle çok gülerdim ki...”, “Okusaydım çok iyiydi benim derslerim” ya da “Öğretmenim böyle yetenek bulunmaz, konservatuara hazırlayalım seni dedi de babam olmaz öyle şey diye kızdı” diye başlayan yarım düşlerini dinlersiniz mutfak köşelerinde...
'İYİ' ANNELER... PEKİ ONLAR NELER YAŞIYOR?
Devletin “makbul” annesinin karşısında “orta sınıf"tan kadınların üzerinde de “iyi” anne olmakla ilgili yoğun bir baskı var. Çocuğunu organik gıdalarla beslemek, zihin gelişimini destekleyecek eğitim modellerini araştırmak, en eğitici oyuncakları bulmak, aynı zamanda doğum sonrası kilolarını hızla vermek, şık giyinmek, güzel görünmek ve iş yaşamını, sosyal sorumluluklarını da aksatmamak gibi yükümlülükler, kadının yükünün ne denli ağır olduğunu gösteriyor. Üstelik burada kaderini kendisi dışında birilerinin eline teslim etmiyor görünen kadın, içselleştirilmiş bir dizi beklenti üzerinden kendi kendini zorluyor çoğu zaman.
Bir zamanların ped (tuhaf biçimde kadın bağı olarak Türkçeleştiriliyor) reklamında (epeydir televizyon ve reklam izlemeye dayanamadığımdan daha güncel bir örneğim yok) “çocuk da yaparım kariyer de” sözlerini neşe içinde şakıyan kadınlar geliyor aklıma “iyi” anne örnekleri üzerine düşününce. Çocuğun hayatını en işlevsel biçimde planlamak, onu kurstan kursa taşımak, onunla geçirilen zamanı “yetiştirmek, büyütmek, eğitmek” gibi tanımlar üzerinden “projelendirmek” bu tür bir anneliğin en belirgin özellikleri. Bir işe dönüşen annelik deneyimini yaşayan kadın, iş yerinde “kariyer yapmak” için uğraş vermeyi de sürdürür elbette. “Kariyer yapmak”, kendini gerçekleştireceğin bir işte özgürleştirici bir çalışma içinde olmakla aynı şey değildir, birbirlerine benzemezler bile. Kadın hem anneliğinde hem çalışma yaşamında yoğun bir rekabet alanının içinde bulur kendini.
Derken küçük burjuvazinin dar ideolojik alanına hapsolur anneler ve çocuklar. Yani, bütün o koşturmaca, kurslar, eğitimler, sınavlar (annenin iş, çocuğun okul yaşamında içine girdiği) küme düşmek (işçi sınıfının alt katmanları arasına karışmak) korkusuyla kamçılanırken bir yandan da lig yükselmek (sınıf atlamak) hayalleriyle beslenir. Yabancılaştırıcıdır artık korkular ve hayaller.
Makbul anneden biraz daha güçlü olsa da “iyi” anne olmaya çalışan kadın da erkek egemen kapitalist sistemin başka bir “kutsama” oyununa gelmiş, karşılanması olanaksız beklentileri çoktan göğüslemiştir.
MAKBUL YA DA İYİ ANNE MUTSUZLUKLARI
Konuşması, düşünmesi, hissettiklerinin farkına varması, kendini ifade etmesi engellenen bir kadın akması engellenen bir nehir gibi birikir. Sonra ne mi olur? O su kendi yatağına zarar verir. Toprağı zorlar, etrafındaki yaşamı da... Kadınların sustuğu yerden bedenleri konuşmaya başlar. Nedeni bulunamayan ağrılar sırtta, başta, bacaklarda dolaşır. Beden, adeta hakları elinden alındığı için isyan eder.
Kendi bedenini, yaşamını kontrol etmekten uzaklaşan kadın kaygılara boğulur. Bir anne olarak çocuğuna neyi öğreteceği, öğütleyeceği diğerlerinin bileceği iştir. Başkalarının istediği yemekleri yapmak ya da yapılmasını organize etmek işiyle meşgulken kendisinin ne yemek istediğini unutur, ne izlemek ne okumak istediğini de, nasıl eğlendiğini, ardından sevişmenin, arzunun ne demek olduğunu... Çocuklar büyüdükçe unutuşları da artar. Artık onların kendisine ihtiyacı olmadığını anladığında ömrünü adadıkları çekip gittiğinde yas, keder, depresyon gelir can yoldaşlığına. Başka türlü nasıl olabilirdi ki?
NASIL BİR ANNELİK? = NASIL BİR TOPLUM?
“Nasıl bir annelik?” sorusunun yanıtını içinde bulunduğumuz koşullar içinde arıyoruz ve bu koşullar bizi çoğu zaman çaresiz bırakıyor. Kreşler, devlet okullarındaki eğitimin niteliğinin düşmesi, sağlık sistemindeki sorunların artışı, erişilebilir ücretsiz nitelikli ruh sağlığı hizmetinin yokluğu, yoksulluk, işsizlik sorunlarının tamamı anneleri yoğun biçimde etkiliyor. Çocuklarına sunamadığı olanakları düşünerek suçluluk duyan, sunduğu olanaklardan geriye düşmekten kaygılanan anneler genel olarak iyi hissetmiyorlar ve mutlu değiller. Babaların da annelerle birlikte ebeveyn sorumluluklarını alması, eşit biçimde paylaşması acil bir gündem elbette. Bunun için erkeklik ve kadınlık, annelik ve babalık rol ve kimliklerini sorgulamak, sorgulatmak, yeniden tanımlamak çok önemli, bu konudaki çalışmalar çok kıymetli. Bununla beraber büyürken çocukları desteklemekle ilgili sorumlulukların toplumsallaştırılması da son derece önemli.
Kat kat binalardaki kutu kutu evlerimizde ayrı ayrı yemekler pişirmekle uğraşıyoruz, birer birer çocuklarımızla ilgileniyoruz. Çocuklarımız sıkıntıdan patlıyorken biz yorgunluktan ölüyoruz. Oysa binaların altında, sitelerin içinde yemekhaneler olsa yemek yapma sorumluluğunu paylaşsak çocukların birlikte büyüyebileceği, oynayabileceği, kimi işlerini kendilerinin yapacağı yetemedikleri yerde bizlerin sırayla sorumluluk aldığı ortak çocuk alanları oluşturabilsek hayat daha kolay ve keyifli olmaz mıydı? Böylesi hem akılcı olurdu hem duygusal olarak tatmin edici. Peki neden olmuyor? Birilerinin işine gelmiyor. Bizim tek tek olmamız, annelik yükümlülükleriyle, çalışan sorumluluklarıyla boğuşmamız, birbirimizi itip kaktığımız iş basamaklarında ömür tüketmemiz, bu yaşam biçimini doğuran üretim ilişkilerinden ayrıcalık elde eden birilerinin tercihi, bizimse zorunluluğumuz oluyor. Bu zorunlulukların getirdiği yorgunlukların, mutsuzlukların altında ezilmekten kurtulabilmek ve çocuk doğurmadan değerli olmayacağımızı söyleyenlere, kürtaj hakkımıza dil uzatanlara, kaç çocuk doğuracağımıza karışanlara, nasıl annelik yapacağımıza ilişkin dışardan ve yukarıdan konuşanlara karşı kendimizi savunabilmek için kadın dayanışmasını yükseltmemiz gerektiği apaçık ortada. Ancak kadın dayanışmasının açtığı yoldan, kendimizi yeterli hissettiğimiz ebeveynlik deneyimlerini çoğaltabilir, maruz kaldığımız haksızlıkları azaltabilir ve çocuklarla ilgili sorumlulukların bir bölümünü annelerin üzerinden alabilecek nitelikli kurumların sayısını artırabiliriz.

7 Mayıs 2018 Pazartesi

Daha: Savaş ve insan ticareti üzerine  

Hakan Günday’ın 2013’de yayımlanmış aynı adlı romanından esinlenerek oluşturulan senaryosuyla Daha, insan kaçakçılığı zincirinin bir halkası olan baba (Ahad)- oğulun (Gaza) ilişkisindeki güç-aktarım, itaat-isyan dengelerine yoğunlaşırken, insan kaçakçılığı gibi güncel, insan doğası gibi evrensel meseleleri başarılı bir görsel anlatıyla sorgulamayı başarıyor.
Ahad (sağdan sola okununca Daha) ve Gaza, Ege’deki bir kasabanın (Kandalı) sınırında denize bakan bir yamaçta tek başına duran virane görünümlü gecekonduda yaşarlar. Ahad, yasadışı biçimde Ege Denizi’nden Yunanistan’a tekneyle geçecek olan göçmenleri karadaki bir noktadan alıp evinin yanında yerin altında bulunan depoda saklamak ve uygun hava, güvenlik koşulları oluştuğunda tekneye kadar taşımak karşılığında yüklü paralar kazanmaktadır. Bu işleri yaparken en büyük yardımcısı 14-15 yaşlarındaki oğlu Gaza’dır. Ahad, oğlunun okumasına karşı çıkar, insan kaçakçılığı işini sürdürmesini ister. Ahad, Gaza’nın sahip olduğu tek ebeveyndir, korkutucu, sert ve zalimdir. Gaza büyürken, Ahad’la aralarında yaşanmaya başlayan gerilime, bu gerilimin dönüştüğü çatışmaya tanıklık ederiz film boyunca.
Daha, belleğimizde güçlü bir iz bırakmaya aday
Daha, izleyenlerin belleğinde iz bırakacak kadar güçlü bir film. Hem görsel olarak etkileyici hem de oyunculukları açısından. Onur Saylak, ilk yönetmenlik denemesinde usta işi bir filme imza atıyor. Gaza rolünde Hayat Van Eck, karakterin yaşadığı dönüşümü büyük bir ustalıkla canlandırıyor. Abartıya kaçmayan bir sadelikle, yürüyüşünden, bakışına, sigara içmesine dek gerçek bir karaktere dönüştürüyor Gaza’yı. Ahmet Mümtaz Taylan, başkalarına karşı acımasız, sevgisiz, karşısındakinin gücüne göre davranan, hesapçı Ahad’ı ustalıkla canlandırıyor. Özellikle oğlu Gaza’nın kendisine tüm acısıyla meydan okuduğu sahnede ve Cuma’nın ölümü sonrasında gazinoda içerken yaşadığı duygusal muğlaklığın sözsüz biçimde ifade bulması hatırda kalacak türden… Ahad’ın ruhunun çok derinlerden gelen üzüntü, merhamet, acı duygularının belli belirsiz yüzünden, gözlerinden geçişi ve hemen sonra iyicil çağrışımları olan bu duyguların yerini öfkeye bırakması Ahmet Mümtaz Taylan’ın usta oyunculuğunda başarıyla görünür oluyor. Diğer oyunculardan özellikle Turgut Tunçalp, Tankut Yıldız, Uğur Aslan etkileyici oyunculuklar sergiliyor. Tuba Büyüküstün, Suriyeli göçmen kadın rolünü başarıyla canlandırıyor.
Ahad kaçakçılıktan kazandığı paraları evindeki gizli bölmeye koyarken gözlüklerinde, karanlık boşlukta bulunan para destesinin yansıması görünür: Tam gözbebeklerinin olması gerektiği yerde… Ahad’ın içindeki narsisistik boşluğu biriktirdiği paralarla doldurma çabasını anlatır bu sahne. Filmin sonlarında o bölmenin banyo aynasının arkasında olduğunu öğreniriz. Aynanın arkasındaki karanlık boşlukta bulunan para demeti, onun yansıması, aynanın Gaza’nın kendi suratına bakarken attığı yumrukla kırılması, kara delikleri anlatan belgeselde “bir karadeliğe kamera yerleştirebilseydik belki gördüklerimizi anlamlandıramazdık ama merakımız biraz giderilir, sorularımızın bir bölümü yanıtlanırdı”demesi, paralel evrenler bahsi, depo ve ev, aşağısı ve yukarısı… Tüm bu detaylar başarılı bir anlatımla bir araya getiriliyor. Ancak görsel olarak etkileyici bu anlatıda kurgusal bir boşluk oluşuyor. Gaza tarafından paranın saklama alanın deşifre edilmesi ile baba-oğulun savaşının başlaması arasındaki zamanda bu paraya ne olduğu iyi açıklanamıyor. Öte yandan filmin sonunda paranın pislikleri emerek yok eden bir malzeme olan talaşın içinden çıkması yine anlatımı güçlendiren bir öğe olarak karşımıza çıkıyor.
Gaza, ikinci kafileden Ahra isimli kadına aşık olduğu için bir süre göçmenlerle beraber yaşar. O esnada sıklıkla elektriklerin kesildiği bir depoda kalan onca insanın nasıl vakit geçirdiğini de görürüz. Gölge oyunları oynadıklarına, duvarları kazıyarak resimler yaptıklarına, ritm tutup dans ettiklerine, masallar anlattıklarına şahit oluruz. Mağarada kalan ana ve atalarının, kış mevsiminin ya da dışarıdaki tehlikenin geçmesini beklerken binlerce yıl önce yaptıklarının benzerlerini yaparak neşelerini ve umutlarını korumaya çalıştıklarını, özellikle çocuklarının güçlü olduklarına, dayanabileceklerine ve kurtulabileceklerine olan inançlarını pekiştirmeye gayret ettiklerini izleriz. Bu sahnelerin, müzikleriyle, çağırışım gücüyle, umuda dair hissettikleriyle çok başarılı olduğunu düşünüyorum.
Filmin açılış sahnesinde göçmen çocuk Cuma ile insan kaçakçılığı yapan Gaza, sazlıkların arasından fener ışığında birbirlerine bakarlar bir süre. Öykü ilerledikçe, ikisi arasındaki ilişkiye tanıklık eder ve Robinson Crusoe romanını anımsarız. Köle tüccarı Robinson, gemi kazası sonucu düştüğü adada Cuma adındaki yerli ile karşılaşır ve ikilinin ilişkisi Robinson’un gözünden anlatılır roman boyunca. Biz de Gaza ve Cuma’nın ilişkisini Gaza’nın gözünden izleriz. Bu atıfta Daniel Defoe’ya da bir göndermede bulunmuş olur film. Jack London kitapları da görünür sıklıkla Daha’da. Hakan Günday Jack London’ın etkilendiği yazarlardan olduğunu böylece göstermiş olur.
Filmde Ege Denizi neredeyse bir oyuncu gibi. Kimi zaman üzerindeki yıldızların ve ayın yansımasının  bir yorgan deseni gibi göründüğü durgunlukta kimi zaman deli dalgalı… Kaçakların denize açılacağı gün hırçınlığıyla onları nasıl korkuttuğunu görürüz, Gaza’nın dışarıda atamadığı çığlıkları dalıp denizin içinde attığını, Gaza, Dordor ve Harmin’in neşeyle su oyunları oynadıklarını da… Yok eden, var eden, geçiş izni veren, boğan, oynayan, oynatan, besleyen biri gibi… Denizle kurduğu ilişkinin kıvamı filmin başarılı olduğu alanlardan biri.
Filmin romanla ilişkisine dair de bir şeyler söylemek istiyorum. Filmin sonunda da belirtildiği gibi bir uyarlama değil, esinlenme söz konusu. Bence iyi ki öyle… Eğer romanı bir filme sığdırmaya çalışsalardı (olay örgüsü yoğun bir roman olduğundan) bu kadar bütün ve etkileyici bir görsellikle karşılaşmayabilirdik. Daha filminin romanın özünü yakalamak ve ruhunu aktarmak konusunda başarılı olduğunu düşünüyorum. Filmi izlemenizi önerdiğim gibi romanı okumanızı da öneriyorum. Ayrı ayrı değerli eserlerle karşı karşıya olduğumuzun böylelikle daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum.
Filmin görece güçsüz kaldığı yanlarına da değinecek olursam, Dordor ve Harmin, çok iyi oyunculuklarla canlandırılmış olsa da ikilinin Gaza ile ilişkisinin geçmişi birkaç detayla aktarılsa senaryo daha güçlü olabilirdi. Yine Yadigar’ın Suriyeli göçmen kadın Ahra ile birlikte olduğu an, Hayat Van Eck’in oyunculuğuna rağmen filmin inandırıcılık açısından zayıf sahnesiydi. Ege kasabasında akıp giden hayatla, kasabanın kıyısında yaşayan Ahad ve Gaza’nın nasıl ilişkilendiği iyi işlenmiş olsa da baba-oğulun yaşamının illegal boyutu biraz daha vurgulanabilirdi. Örneğin çok sayıda ekmeği aynı anda alan bir kasaba sakini dikkat çekeceği için alternatif yöntemlerin kullanıldığı bir iki detayla gösterilebilirdi.
Gaza’nın öyküsü: Babayı öldürüp yerine geçen bir oğula!
Gaza’yı ilk tanıdığımızda ustabaşının emirlerine itaatkar bir çırak, babasının emirlerine uyan bir oğuldur. Ebeveyni de ustası da babasıdır. Gaza’nın arkadaşları, onun hayatında olup bitenlerin tamamını bilmez. Gaza, ailesinin sırlarını taşıyan çocukların büyük bölümü gibi yalnızdır. Depodaki insanları izleyerek yalnızlığını gideren, biraz yabani biçimde de olsa onlarla ilişki kuran bir ergendir. Babasının suçlarına ortaklık ederek büyür. Bir tecavüze tanıklık, göçmen çocuk Cuma’nın ölümüyle ilgili olarak suçlanma… Babası/Ustası, oğulunu/çırağını işte böyle yetiştirir: Suça ortak ederek. Mesleğin inceliklerini öğrenmek merhamet, dayanışma, ötekini düşünme gibi duygu ve özelliklerden sıyrılmayı gerektirir. Gaza, dünyanın kötülüklerine erken tanıklık eden bazı gençler gibidir; olgunlaşamadan çürür. Umudun cılız fidanı, kötülüğün ve geleceksizliğin zehirli ağacının gölgesinde bir türlü büyüyemez. Gaza, içine doğduğu ve seçemediği bir varoluşun cezasını çekecektir. Tıpkı  depodaki göçmenler gibi… Ortadoğu’nun ve yamacındaki ülkelerin emperyalizm çağının doğum lekeleri olarak bir türlü birey hukukuna geçemeyişi ve kavim yasalarıyla yönetilmekten kurtulamayan insanların dramı. Ne zaman bir “biz” kurmak isteseler düşleri kanla parçalanan, kursaklara tıkılı heveslerle yaşayan, paranın ve gücün savaşa endeksli olduğu bir denklemin labirente dönüşmüş yollarında bunalan… İnsan kaçakçılığı güzergahı, savaşın vahşetini ona sessiz kalanların evlerine taşır. Daha, bize, “o savaş var ya hani televizyon ekranında sandığın o aslında mahallende, o aslında tatil yaptığın kasabada, aslında yüzdüğün denizlerde”…
Babası Gaza’nın umutlarını öldürür bir bir… Önce Cuma’nın ölümünden sorumlu tutarak, onun ölü küçük bedeniyle birlikte bir kamyon kasasında seyahat etmesine neden olarak. Sonra aşık olduğu kadını jandarmaya vererek, sonra kazandığı okula gitmesine engel olarak… Ve Gaza’nın itaat devri sona erer. Yerine geçmeye hazır olduğu babasının karşısına çıkar. Gaza’nın yüzünde babasının açtığı taze yaralarla evin önünde yaktığı ateşe arkasını dönüp kamyonun şoför koltuğundan ona bakan babasına doğru göğsüne ve kafasına vurarak “hadi baba bin vur bir say” diye bağırdığı sahne en eski kabilelerden bu yana yeni kuşakların bir önceki kuşağa, alttakilerin yönetici sınıflara, zümrelere, oğulun babaya isyanını başarıyla sembolize eden akılda kalıcı bir sahneye dönüşür. Ahad, Cuma’yı öldürürken Gaza’daki iyiyi, umudu, gelecek hayallerini de öldürür aslında. Ama bir şeyi unutur, bunca umutsuz, bunca geleceksiz bir insan yaratıcısı için de tehdit oluşturur. Gaza, babasını öldürtür, onun yerine geçer.
Gaza’nın öyküsü: Bir faşist doğuyor
Eğer o depoyu dünya gibi düşünecek olursak o dünyada güç ve iktidar sahibi kişi Ahad’dır. Sonra yerine oğlu Gaza geçer. Ahad’ın döneminde depo, geçici bir konukluk yeridir. Göçmenlerin kendi aralarındaki ilişkilere kavga etmedikleri sürece karışmaz Ahad. Gaza yönetime geçtiğinde depo denen dünyayı sınırlara böler, her ailenin alanını tanımlar ve birbirleri arasındaki yaşantıyı da düzenlemeye girişir. Orada bir tarih oluşturmalarına izin vermez. Duvarlardan daha önceki kafilelerin bıraktığı izleri siler.
Filmin son sahnelerinde Gaza’nın depodaki kameradan, içi talaş dolu üç tane can simidi için kavga eden adamları, ölmekte olan hasta adamı, ona yardım etmek isteyen bir diğerinin çaresizliğini kayıtsızlıkla seyrettiğini görürüz. Gaza o deponun Hitler’ine dönüşmüştür; vicdanı olmayan, vahşi sosyal deneyler yapan ve bunlardan haz alan bir adam.
“Buraların tanrısı olmaya karar verdim. Çaresiz insanların tanrısı olmak kolaydı” dediğinde Gaza değil de tarih boyunca küçük burjuvazinin tanrılığına soyunmuş tüm faşist diktatörler konuşur adeta. İyilerin iradesizliği ile olası savaşlar, yıkımlar, krizler arasına sıkışıp kalmış kitleleri, ölümü gösterip sıtmaya razı eden, “ya sen ya o illa biri ölecek” tercihlerini dayatan tüm faşistler Gaza’nın ağzından konuşup onun soğukkanlı gözlerinden bakarlar adeta dünyaya/depoya.
Bir faşistin, yalnızlıktan, çaresizlikten, sistemli ve şiddetli bir biçimde ezilmekten, umutsuzluktan ve hayatına anlam katamamaktan doğuşunu izleriz acı içinde çakılı kaldığımız koltuklarımızdan. Faşist adamın hazzı; üretimden, aşktan, sevgiden sekerek uzaklaşan bir kurşun gibi sadistik olana saplanır ve orada kalakalır. “Kendi gardiyanı olduğun cezaevinden kaçamazsın” diyordu Gaza. Faşizm işte böylesi bir imkansızlığa kilitlenir. “Madem ben bu cehennemden kaçamıyorum. Sizin hayatınızı da cehenneme çevireceğim” hasedinden ürer.
İnsan kaçakçılığı zincirinin “iyi” halkaları Dordor ve Harmin, Gaza’yı bu kötülükten koruyamaz. Ahad’ı Cuma’nın ölümü yüzünden cezalandırdıklarında yerine geçen Gaza’nın babasından beter olacağını belki de tahmin edemezlerdi. Tıpkı kötü bir yöneticiyi sonrasını düşünmeden cezalandıran ve iktidarının alternatifi haline gelemeyen kitlelerin faşizmi iktidara taşıdığı onlarca örnekte olduğu gibidir depoda yaşananlar da. Kötü bir hükümet alternatifi konusunda sorumluluk almayan birileri tarafından iyi niyetlerle devrilir ve yerine faşizm gelir. Ahad’ın dürtüsel kötülüğünün yerini Gaza’nın soğukkanlı, planlı sadistik kötülüğü alır.
Ahad’dan Gaza’ya aktarılan öğreti
Ahad Gaza’ya “hayatta kal ve güce sahip ol” der özetle ve ekler “Ne pahasına olursa olsun hayatta kal. Zayıflar yok olur. Zayıf olma.” Sosyal Darvinizmi öğretir Ahad Gaza’ya… Filmin sonunda Gaza’nın ağzından duyduklarımızla ürpeririz. “Biz hepimiz” diye başlayan anlatıda hayatta kalmak için hile yapan, zulmeden, ihanet eden ataların çocukları olduğumuzu söyler. “Başka türlü nasıl hayatta kalabilirdik ki!” İnsan doğasına iyilik ya da kötülük atfeden tartışmalar insan bilincinin tarihi kadar eski kuşkusuz. İnsanın hayatta kalmak için zalim olması gerektiğini savunanlar, “ya o ya ben-o halde ben” yanıtını verenler, Gaza gibi, Ahad gibi yaşıyor dünyanın her yerinde. Ve kendi yapıp ettiklerini böyle gerekçelendirip meşrulaştırırken insanın toplumsal bir varlık olduğunu ve özverili, elsever olmaksızın neslin devamlılığını sağlayamayacağı gerçeğini görmezden geliyorlar. Gaza “Biz hepimiz, hiçbir işe yaramayan insanların ortadan kalkabileceğine dair sözsüz bir anlaşma yapmıştık” ya da “İnsanın kullandığı ilk alet başka bir insandır” derken insanlık tarihindeki bazı anları görüyor ama diğer uçta yer alan bazılarını görmüyor. Eğer insan kafileleri yaşlı olanlarının, hasta olanlarının, çocuklarının ortak sorumluluğunu almasaydı neslinin devamını sağlayamazdı. Edebi olarak insanlığın “iyi” yanının cılızlaşmasına ilişkin çarpıcı sözler edebiliriz elbette. “Hepimiz Kabil’in çocuklarıyız” diyerek başlayabiliriz söze. Habil öldüğüne göre… Geçmişe ilişkin bu sözler gerçek bile olsa atalarımızdan “daha” iyi olabiliriz.
Yerin altındaki göçmenlerin uğrunda türlü güçlüklere katlandıkları amaçları var. Tüm kıt kaynaklara rağmen iyi olmaya çalışıyorlar çoğunluğu. Oysa Gaza’yı depodaki anneler, babalar gibi seven bir ebeveyni yok. Gaza annesiz. Gaza amaçsız ve hayalsiz. Onları da kötüleştirerek, yalnızlaştırarak, amaçsızlaştırarak gidermeye çalışıyor yalnızlığını. Ve değersizleştiriyor onların amaçlarını; “Gideceğin yerde hiçbir değerin yok, anlamıyor musun? Hem de hiç! Göreceksin! Kimse seninle otobüste yan yana oturmak istemeyecek! Kimse seninle asansörde yalnız kalmak istemeyecek! (…) İnsanlar senden o kadar nefret edecekler ki yerleştiğin her yerde emlak fiyatları düşecek!” *
Savaş travmasının taşıyıcısı olarak göç
Günümüzde sıklıkla Suriyelilerin taşıdığı, bulaştırabileceği hastalıklardan yakınıyor yerleşik olanlar. Burada bulaşmasından korkulan ve virüslerle somutlanan bir bakıma travmalar, çaresizlikler, ölüm, savaş ve işkence öyküleridir. Bizim bakmaya dayanamadıklarımız, birilerinin yaşamaya dayandıkları. Daha “zor” olana bakmamızı sağlıyor. O kafilelerle taşınan acıları perdeden yüreğimize taşıyor. “İzlemeye dayanmak”, biz izlerken de yaşanmaya devam ettiklerini bilmek bile bir bulaşma olarak yaşanıyor aslında. Virüs bizi de ele geçiriyor. “Ya bizim de başımıza gelirse, neler yapmalı? O vahşet anında nasıl bir güce sarılmalı?” Oysa bir göçmenin gözlerine bakabilseydik, ortak hayatlarımız olabilseydi suçluluklarımız azalır izlerken dayanma gücümüz de artardı belki.
“Şimdi kendime bir hikaye anlatacağım ve artık sadece buna inanacağım. Çünkü ne zaman dönüp baksam geçmişe, görüyorum ki yine değişmiş. Ya bir coğrafya eksilmiş ya da bir tarih eklenmiş” ** derken Gaza, travmatik bir belleğin değişen anımsamalarından söz ederken insanlığın ortak bir tarihi olmadığını da anımsatıyor. Bir kişinin olmadığı gibi bir ulusun da sabit bir “tarih”i yoktur. Pekçok travmatik yaşantıyla örülü tarih, hangi dönemeçte dönüp baksak yeniden anlamlandırılır, başka türlü anlatılır.
Sonuç olarak
Film umutsuz, çaresiz hissettiren bir film. İki kez gittim sinemaya filmi izlemek için. İkincisi gündüz vakti boş bir salondaydım. İlkinde akşam vakti ve kalabalıktı. İki yanımda iki yabancı adam piknik malzemeleriyle gelmişti neredeyse. Paketlerde cipsler litrelik meşrubatlar… Gergin baktım iki yanıma. “Yandık” diye düşündüm. Filmin ilk beş dakikasından sonra ne cips yiyebildiler ne meşrubat içebildiler oysa. Ellerindeki yiyecekleri herhangi bir yere dahi bırakmadıklar. Öyle hareketsiz kalakaldılar film bitene dek. Leblebi yiyerek insan acılarını seyreden Gaza’nın ardından izlediği dehşet karşısında elindeki yiyeceği bir yere bırakamayacak denli etkilenen insanların varlığını görmek iyi geldi. Taşlaştıran bir etkiydi salonda gördüğüm. Çıkarken kötüydük, allak bullaktık izleyiciler olarak. Yazayım dedim, anlamlandırayım böylece konuşayım izleyenlerle belki iyi gelir, belki düşünürüz hep beraber Ahad kendinden nasıl kurtulur? Gaza Ahad’dan nasıl kurtulur (gördük ki ölüm kurtuluş değil)? Biz Gazalaşmaktan nasıl kurtuluruz? İnsan savaştan nasıl kurtulur? “Ya o ya ben” anları yani vahşetler nasıl çekilip gider dünyadan, olanağı var mıdır?
*Daha, Hakan Günday, Doğan Kitap, Ocak 2018, 34. Baskı, s. 73
** Daha, Hakan Günday, Doğan Kitap, Ocak 2018, 34. Baskı, s. 20

1 Mayıs 2018 Salı

KARŞILAMA 

"Ozgurluk mu o zaten olmazsa olmaz" diyebilmek için,
"Oldugun gibi görünüp göründüğün gibi ol"ma hakkı için,
Eşitsizliklerle ve sömürüyle yüklü bir hayatı yaşadığımız ve bu nedenle çok yaralandığımız için,
Ya uzun saatler çalışıp çok yoruldugumuz ya da işsiz kaldığımız saçma bir ağın içine dolandigimiz ve çıkmak istediğimiz için,
Canlıların değil metaların değerli bulunduğu varlığı ya da emek-gücü meta haline dönüşmeyen bir canlının değer görmediği "yasam" bicimlerine isyanımız olduğu için,
Cocugumuzu okula gönderirken karsilasacaklarindan endişeli olduğumuz, bir ay ya da en cok bir yıl çalışmasak kiramızı ödeyemeyecek barınamayacak beslenemeyecek olduğumuz için tüm bunları dert ettiğimizde kaygı bozukluğu ya da depresyon tanisi almak değil anlaşılmak istedigimiz için,
Herhangi bir aidiyetimiz ya da kimliğimiz yüzünden maruz kaldığımiz hakaret, aşağılama ya da dislanmalar karşısında susmak sinmek istemediğimiz için,
Hem sinifsiz hem sınırsız bir dünya için,
1 gün değil her gün kapitalizme karşı mücadele etmeliyiz. Durduğumuz bulunduğumuz her yerden.
Ama önce çok değerli 1 günün hakkını vermeliyiz.
Yaşasın 1 Mayıs! Çok bedeller ödendi senin için yine geldin, hoşgeldin.