22 Nisan 2019 Pazartesi

KÖYLÜLÜK   
Güzel bir gün geçirmiştim oysa... Ama bu ülke bir "kursakta bırakma" ülkesidir. Aslında bu dünya da böyledir. Yediğin, içtiğin kursağında kalır, gülüşün yüzünde donar. 
Haberleri gördüm. Sri Lanka'da 180'den fazla kişinin ölümüne neden olan 8 ayrı yerde patlayan bombalar kuşkusuz günün en can yakanı...
Ve Kılıçdaroğlu'na yönelik saldırı. Daha bu sabah 2 yıl öncesinden paylaşmıştım gülümseyerek Kılıçdaroğlu'ndan da bahsetmiştim orada... Bu sabah düşünmüştüm yeniden onun hakkında...Sonrası hepinizin bildiği saldırı haberi... Elbette yaşanan olay ne tesadüften ibaret, ne nefret dolu köylülüğün kendini tutamayışı... Köylülük demek kendini tutmak demek bir yandan... Komşusu uyurken çitini santim santim öteye taşıyıp toprağını genişletmek demek bazen... Bir kini bin yıl biriktirmek egemenlerin "haydi yürü" ya da "gözümü kapattım" dediği anı beklemek çok zaman... Tersine döndüğü de olmuş bazen tarihte... Topraksız köylüler, yoksul köylüler, tarım işçileri bir yana... Minnacık parçalara bölünen topağın yoksulluğundan habersiz kendini feodal bey sanan egemen kimlikli köylülük diğer yana... Bey karikatürleri...
Ah bunca korkunç iş, bunca nefret, arkadan iş çevirme, linç... Daha ne kötülük olsun istersiniz... Dahası yok. Hepsi şirin mi şirin köylerimizde...
Ankara'nın köylüğünde 20 yıldır neler oluyor bi bakmazsak başımıza daha çok iş gelecek korkarım. Çubuk'ta neler dönüyor, diğer köylerde neler oluyor bakmadan, büyükşehir belediyelerindeki değişiklik onların yaşamında nasıl bir farklılık yaratacak, yaratmalı görmeden, üzerine düşünmeden olmayacak... Sadece bir gezmeniz yeter civarı gördükleriniz başka bir ülke gibi olacak... Gördükleriniz içinizi titretecek... Turistik kent merkezlerinin dışı, Ankara'nın İstanbul'un çeperi ihmalden örümcek bağlamış karanlık çatı katları gibi... Yıllardır girilmemiş mahzenler gibi... Kim girecek, kim bakacak? Kılıçdaroğlu bugün denedi. Vazgeçmemeli, gerçekten bir milim bile geri çekilmemeli...
CHP kitlesinin İstanbul'da ve Ankara'da geri çekilmeyeceğiz diye haykırması günün anlamlı haberi oldu bir yandan...21042019
Ilkokul 1deydim. 23 nisanda kar yağmıştı. Kös kös eve dönen kostümlü çocuklar anımsıyorum. Ben oyunda değildim. O da ayrı hüzünlü durum. 
Şimdi kızım ilkokul 1'de... Haftalardır hazırlanıyorlar incecik kıyafetler alındı çocuklara. Dışarıda kar yağıyor. Garip bir tekerrür gibi durum.
Gülümsüyorum.
Ama bir yandan öncelikle tanıyıp bildiklerim olmak üzere ağaçları düşünüyorum. Umarım dayanirlar.20042019
ÜLTİMATOMCU 

Şaşkınlıkla izliyorum. Bunca ültimatomcu dil yüreğimi sıkıştırıyor. Seçmen nasıl hissetmeli, nasil davranmali, hangi parti hangi tavrı almalı, kendisinin üye bile olmadığı örgütler nasıl davranmalı? Konularında direktifler veren bunca paylaşım nasıl bir kaptırma, kendi gerçeğinden uzaklaşma üzerinden yapılıyor. 
Yorularak izliyorum. Herkes kimin ne hissetmesi ve ne düşünmesi gerektiğine nasıl karar veriyor? Yeri gelince gerçek ne ki görelilik falan üzerine öğrendiği alıntıları sıralayıp günü gelince de herkesin bir düşüncede bir duyguda birleşmesini buyuruyor.
Belki var ya, tek bir eyleme bile gitmemiştir, binlerce insanin coskuyla attigi bir sloganda birlesmeyi tatmamistir, belki var ya, kendi çıkarıni bireysel yararını oncelemeden bir işin ucundan tutmamıştır.
"Gülemiyorsun ya gülmek bir halk gülebiliyorsa gulmektir" diyor sair ne guzel diyor, oysa bizde halk ağlasa küçümseniyor, baş edemeyip hasir altı etse bunca haksızlığı ofkeleniliyor, gülse hemen ciddiyete davet ediliyor, hangisine icabet etsin. Hicbir duyguda birleşemiyor kendini aydın sayan halk saydigiyla...
Üzüntüyle izliyorum. Bir başka kisiyi bir baska grubu degersizlestirmek ya da yapilan bir yüceltmeyi ortadan kaldırmak dışında söz üretme motivasyonu olmayanları... Kendi sözü bir degillemeden ibaret olanlari...
Aslında biliyorum çok değiller sadece renkleri hakim devir onları vurgulu gösteriyor geçecek biliyorum sabırla biriken, hangi durumda kime hangi dilden konusulabilecegini bilen iyicil kollektif güç hareket kazanacak kendi rengini zemine yayacak... Düşlüyorum o halde hakikati de güçlü bir olasılık olarak var olacak.18042019
Ilkokuldayken ne çok Ömer Seyfettin okurduk. Evde de Dostoyevski'nin Tolstoy'un birkaç kitabı vardı. Çocuk kitabı olarak da nerede bugünlerdeki bolluk. Bir yandan da bizim evde birçok eve göre epey kitap var... Daha o yıllarda Uğur Mumcu'nun Çıkmaz Sokak bir de Sakıncalı Piyade kitaplarına kaç kez başladım bir ders kitabı gibi okumaya çalıştım. Dostoyveski'nin Delikanlı romanında altını çizdiğim yerleri görünce "zavallı cocuk" diyorum kendime. Ulasabildigimiz kitaplarin bir bölümü yasimiza uygun degildi ama okumak bir tutkuydu hiç geçmedi. Kemalettin Tugcu'lar konusuna hiç girmeyim ya da şöyle hala sakladığım bir kitabı var Bekcibaba. Okuma yarışması ödülü olarak vermiş ogretmenimiz. Seyfettin'in öyküleri çok akılda kalıcı oldu benim için Tugcu'nun kitaplarındaki olayları unuttum ama işte hep kahır keder... O duygularda işlemiyordu galiba bize... Neyse ki diyeyim neseliydik.
Nereden nereye geldim. Bu kelebeği bugün gördüm. Fotoğrafını çektim aynı tür kelebeklerden dün de görmüştüm. Her bahar aynı hikaye geliyor aklıma. Bir Ömer Seyfettin öyküsü. Adını tam bilmiyorum belki Kelebekler'dir... Sanki bir büyü bozulacakmış gibiydi tekrar okusam, okumadım ilkokuldan beri... Hikayenin anısı ve duygusu şöyle kaldı. Bir grup kadın bahçede el işi yaparken kelebekler uçmaya başlıyor. Bu yıl görecekleri ilk kelebeğin renginin o yılın nasıl geçeceğini söyleyecegine nanıyorlar. Sarı kelebek hastalıktı galiba ölüm de vardi sanki ama onun rengini unuttum. Bu inanış üzerinden kadınların hayat öyküleri anlatılıyordu bir yandan da ülkenin içinde bulunduğu zor durum. Nasıl inanmıştım onlarla birlikte kelebeklere... Yine yaşıma uygun olmayacak yetişkin yükleriyle dolu bir öyküydü ağırdı ama sevmiştim. Her bahar gördüğüm ilk kelebekte kaderini ellerine almakta zorlanıp fallardan medet uman kadınlık halleri ve Seyfettin öykülerinden yansıyan bir ürperme geliyor sonra kanatlanan kelebekle uçup giden hüzün yerini baharın canlılığına bırakıyor sarı kelebekler bile hayati simgeliyor.
Kelebekler kısa omurlerine rağmen sürekli akan değişen hayati bize anlatıyor çocukluğumuz kasvetli öykülerin yükünü sirtlanmakla geçmiş olsa bile...
15042019
Yıllar önce Gulhane Parkina gidip de ceviz ağacı bulamayınca ama Nazim "Ben bir ceviz agaciyim gülhane parkında ne sen bunun farkındasın ne de polis farkinda" diyordu diye sordum hayalkirikligiyla. Tam sorum bitince anlayıp "ahaa" dedigim anda idris de "burada ceviz ağacı yok zaten" demişti gülümseyerek... işte öyle bir şey... "Ben de bir ceviz agaciyim gülhane parkında"... yagmur damlasina donusup yere inerken gökyüzü, bakıyordum ağaçlara bakıyordum hayranlıkla çok içten dedim "keşke bir ağaç olsaydim" sonra işte bu dizeler geldi aklıma. Dedim belki de öyleyim...
Ceviz kokusu... Yeşil ceviz kokusu...
Not: gülhane parkı çok özel bir parktir bende...
Fotoğrafsa odamın penceresinden baktigim arkadaşım vişne ağacının şimdi bulunduğum yerden görünümüdür.
13042019
GECE ve BİZ  
Geceleri uykuya dalmadan önce sokakta havlayan köpeklerin sesini duymayı çok seviyorum. Sanki sokak çocukluğum oluyor o zaman. Çocukken de severdim
Oysa baya kent çocuğuyum araba sesleriyle uyumaya alışıgim. Fakat çok eskiden beri köpek sesi geceyi kuşlar sabahı çağırıyor ve beni ilhamdan söze sese resme götürüyor...
Batıkent'e taşındığımızda metroda köpekleri görmekten geceleri onların sesini duymaktan ne kadar da mutlu olmuştum. Güven demek sokaktaki havlamaları... insanların metroda betona yatmasınlar diye altlarına serdikleri kartonları, kopekler uyurken üzerlerine serilen battaniyeleri görmek iyiliğe dair bir histi ve güzeldi. Bir yere alışmak kolay değildir Batıkent'e taşınınca da zorlandığım konular oldu elbette ama en kolay bizim sokağı evi bilen sarı köpekle olan sorunlarimizi hallettik zaten bir yanlış anlamadan kaynakliydi...
"Birlikte baris icinde yasamak" bir siyasi talep uzun süredir... Ama işte herkes herkesi birlikte yaşamak istemek konusunda samimiyetsiz buluyor. Hayvanlarla ya da birbirimizle... Kimse kimseyi yeterince hayvansever ya da insan sever bulmuyor ekseri yeterince insan da bulmuyor.
Sevmek bir çok şeyi gerektiriyor oysa... Sevdiğini riske sokmamak sevdiğinin kendini koruyabilir olmasını önlememek, doğasını öz-savunma sistemlerini bozmamak... Sevmek onu öz gücüyle kabul etmek zavallı şirin bir şey olarak değil...
Demem o ki akşam bizim sokaktaki sarı köpeği görünce çok sevindim ama gür köpek sürüsü sesleri duymuyorum iki gecedir belki biliyorlardir olup bitenleri belki cekiliyorlardir hayatlarımızdan...
Ama belki de bu gece süren hayata havlarlar gür sesleriyle...10042019
Vay canına! Nasıl da Sauron'a benziyor di mi? Küçük ne büyük ne? Var ya da yok? Bakakaldım fotoğrafa... Baktıkça bir çeşit göz yanılsaması yaratıyor sanki hareket ediyormuş gibi... Ya da benim gözümün yanılası var. Bir göze dönüşen kötülüğe yani Sauron'a bu kadar benzemesi (evrensel imgelerin evrene taşan karşılıklarının vay canınalığı) bana ilginç gelse de kara delik kötülükle değil tabii yoklukla denkleşti zihnimde... Yoklukta bir yere denkleşmiyor ya bir bakıma...
"Gökbilimciler, uzak bir galaksinin merkezinde yer alan süper kütleli kara deliğin ilk kez fotoğrafını çekti.
40 milyar km çapıyla Dünya'dan üç milyon kat daha büyük olan dev kara deliği bilim insanları "canavar" olarak tanımladı.
Dünya'dan 500 bin katrilyon (500 kentilyon) km uzaktaki kara deliğin fotoğrafını çekmek için dünyanın farklı bölgelerinde yer alan 13 teleskop kullanıldı.
Fotoğrafla ilgili ayrıntılar bugün The Astrophysical Journal Letters adlı dergide yayımlandı.
Dev kara deliğin fotoğrafını çekme önerisini Hollanda'daki Radboud Üniversitesi'nden Profesör Heino Falcke getirmişti."
10042019
Sevgili arkadaşlar, gündem malum. Akıl ve ruh sağlığımızı nasıl koruyacagiz? "Ay yok ben delirecegim" diyenleri duyar gibi oluyorum. Öyle karar verince olmuyor o işler biraz da kisiligimin su bolumunu degistiricem diyince olmuyor iyice kafaya koymak lazim. Neyse... Hem delirmek daha çok şeyi dert etmek anlamına da geliyor sandiginizin aksine. Peki ne yapmalı? Akıl ne ruh ne sağlık ne? Ah nerede vah nerede.......
Gevşeme egzersizleri... Derin nefes ala ala ahlar oflar birbirine karıştı biliyorum. Ne kadar dalsa nefes derine yetmiyor ciğerler şöyle tam bir dolup boşalıp rahatlayamiyor. Bi de şu var zaten zor iş uğraş didin gevşedin diyelim tam o anda bir açıklama bi bişey olursa yok neyse vazgeçtim.
"Yaşadığınız anda kalın... Geçmişin yükü geleceğin kaygısıyla yaşanmaz." An'lasana an'lasana... Tam çiçekli ağaç dallarında olacağım şu güzel bahar günlerinde ben meraklısı miyim secim yenilenirse Rusya tuz derse Amerika cıs derse buralar iyice yine... Sonra diyorum dön bak ağaçlar çiçekler kokla bak açılırsın. Yok yok kokmuyor kokuyorsa da duyulmuyor. Akıl fikir çuvallarda... 17.857... 18.960 20.000i geçmedi 15.000in altına inmedi...
Çuval dedim de çuval dedim di mi?
"Çuvalın bir anısı var mı sende?" " Bu duygu bir yerden tanıdık mi?" "Bu kadar çarpıntı, mide ağrısı, öfke mofke olduğuna göre sen bireyselliginle alakalı bir seylere de bir bak bi düşün bi de evet evet anımsa hissedislerini"
"Yazık oldu yarınlara, hepsi sanki bir rüya an'lasana an'lasana..."
Yok olmayacak... Sağ lik sağ al tim buradaki sağ cuvaldakinden farklı. Zaten çuvaldaki de...
Salın gitsin arkadaşlar ne biliyorsanız öyle yapın baş etmek için...
Zilleri taktı çıkı çıkı yaptı döndü bi baktı...
Dünya roman günüymüş bugün. Onlara tüm dünyada her zaman bugün bize davranildigindan bile kötü davranildi. Bunu da düşündüm bugünkü gün...
Türkiyenin psikanalitik haritasında bu yıl...
Babalar analar rüyalar serbest serbest kürsüden çağrışanlar çığrışanlar...
"Ben gurbette degilim gurbet benim içimde..."
Kalbur alır toprağını elerim. Elekler... Yelekler... Iyi geceler...08042019
Kırmızı Balon (1956) filmini izledik bu akşam. Aslında bir klasik ama ben ilk kez izledim. Harikaydı.
Izleyin izletin derim...
Ah çocukluk... Sen ne muhteşem bir devirsin 07042019

Güncedir geceye...
Koca kış geçti salep içemedim. Çok sık düşündüm yapmadım. 
Düşünüp düşünüp düşünüp durup yapmadiklarinın tamamının adı salep olsun. Kendini ihmal edislerin tarçın koksun kendi kendini ihmalin boğazında yoğun kivamli sicak bir düğüm olsun. Surmedigin kremler, bakmadığın tırnaklar, gitmediğin hastaneler...
Dündü akşamdı. Ama öncesiydi, gündüzündeydi. Çok güzel çalıştım çalışınca mutluyum, çalışıp çalışıp yorulurken zihnim, ah benim çilem... Oysa salep içsem suçluluk belki... Bir işe eklemeden oraya gelemiyorum. Gündüz mutluydum durmaksızın verimli çalıştım çalıştım çalıştım... Akşam eve dönüyordum biraz geçti her zamankinden... Kaldırımda önümde iki kedi bir kirpi... (fotograftaki iki kedi aynı kediler geçen ziyarete gelmişlerdi böyle) O zaman keyif iki kedi bir kirpi oldu.
-Burada anlaticiya donuserek ben dilini terk ediyorum.
Kirpi görmüş zavallı kentli Banu, kirpi kirpi diye büyük bir heyecanla eve girdiğinde mutluluğunu paylaşabileceği ve kirpiyi gösterebileceği insanların onu beklerken uyuyakaldigini fark etti.
Fikirler her gün yenilenirken mutlu da oluyordu ama kendine bir salep ısmarlama sevincini de çok görüyordu. Suçluluk duyguları suçluluk duyguları ve kurtulmak için tariflenen tuhaf çilelerle ilginç mahrumiyetler yaratan kendine şaşırıyor, şaşırıyor, kalıyordu.
"Bütün bunlardan banane" diyen sevgili okur sana da salep demek istiyorum bir de tombul tombul yürüyen iki kedi bir kirpi demek istiyorum bir de belki de haklısın diyerek bitiriyorum.
07042019 
Geçen Bilim Çocuk dergisi aldık. Güzel bir periyodik cetvel veriyor, duvara asılabilecek poster şeklinde. Ben öyle sevinince Kızım merak etti. "Anne element ne?" diye sordu. Babası atladı "canlı cansız tüm maddelerin yapı taşı. Mesela senin de..." derken kızım da onun sözüne atladı. "Benim yapıtaşım annem." Biz gülünce de devam etti tatlı bir şirinlikle "Ne var yapı taşım değil misin?" "Oy tabii yapı taşınım. Severim seni" diye sulandırdık bilimsel sohbetimizi...
Sonra yakın bir gün... "Anne sen kaç yılında doğdun. Ben 2012'de doğdum." "Ben 1977'de doğdum." "Nee taa 1900lerde mi? Vay canına. 2002 bile değil..." Sonra ben hüzünlü gülümseyince "Merak etme anne benim çocuğum da bana aaa taa 2012lerde mi doğdun diyecek" "Evet yavrum..." "Anne peki ben kaç yılında kimi dünyaya getiricem." Bir süre bakıp "Nereden bilinecek tabii... Kaçlar olacak acaba..." diyerek uzaklaştı  Arkadaşlar taa 1900lerde doğduk düşünsenize 03042019
Bağzı arkadaşlar seçim sonuçlarına sevindik diye gelmekte olan zor günleri ongoremedigimizi düşünmüş. Sağolsunlar varolsunlar zannimca bizleri hayalkirikligindan korumaya çalışıyorlar. Hafızamız yerinde merak ediyorsanız. Bir de inanmayacaksınız ama bizim de kendimizce bir siyasal birikimimiz ve buradan cikarsadigimiz öngörülerimiz var. Endişe etmeyiniz. Gelecek zor günler için tüm halkın kazandığı moral ve bir kaç gün gülümsemek ne büyük gıda... Besleniyoruz biraz. Evet hala gülebiliyoruz ve bir çiçekle gelen baharı don ihtimaline karşı korumanın hesabını yapıyoruz. Zira "gelecek güzel günler için gökten ayet inmedi bize onu biz kendimiz vaat ettik kendimize" 03042019
Bugüne bu kadar sevindik sen o gün gelsin de gör... Sabahtan bu yana dilimde iki şiir biri Melih Cevdet in aşağıdaki şiiri diğeri Nezval'in şapka yapan işçi kızlara seslendiği şiir...
Herkes giden ve gelen adamlardan söz ediyor Macoglu'nun, Ayhan Bilgen'in ifade ettiği umuttan onlara inandığından, Demirtaş'in bu sonuca olan katkısından, Imamoglu'nun ısrarından, dilindeki kıvraklıktan... Çok da haklı herkes... Ama be güzel kardeşim ya halk... Biz oy verdik ya karar verdik ya direndik ya tehditlere karşı koyduk böylece eyvallah dedik başımıza gelebileceklere... Ve tabii sevindik sonunda. Daha neler neler yapabiliriz aslinda bi bilsek onu... Kendimiz yönetsek kentimizi birlikte... "Biz" kazansak birlikte karar alacağımız sistemler inşa etsek doğrudan demokrasi kanalları yaratsak kimbilir öylesi bir değerlilik hissi öylesi bir mutluluk nasıldır? Işte şairlerin dediği gibidir...
O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle gülü bülbülü
Çifter çifter aylar gökyüzünde
Her gece ayın on dördü
Kuşlar geçecek damların üstünden
Kuşlar konacak dallara
Kanat seslerini duyup uyanırlarsa
Gene kuşlarla uyusun çocuklar
Olanı biteni anlatma
Hiç görmediğim şey bu
Kurdun gözü yılmış sürüden
Elmanın yarısı soğuk yarısı sıcak
Ağulu bitkilere dolanmış salkım
Güneşten yağmur boşanacak
Yetsin demir çağının beyliği
Yeni bir gün başlıyor demek
Yeryüzünde korkusuz yaşamak
İki milyar kişiye bir dünya
İki milyar kişiye iki milyar ekmek
Yazık olur bu düş yarı kalırsa
Barış günü insan hakkı yenirse
Köroğlu' nun sözü dinlenmelidir
Sivas ilinin Banaz köyünden
Pir Sultan Abdal dirilmelidir
Ah günüm yetse görmeye seni
Seni övmeye gücüm yetse
Barış çağı altın çağ
Son ozanı ben olayım bu özlemin
Bu özlem bitse
O gün gelsin neşemiz tazelensin de gör
Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör
Seyreyle deli ozanı
Baştan başa sevda baştan başa tutku
Dili baldan tatlı
01042019
 
Hey günaydın çocuklar  
Mutlu muyum neyim... Seçimden önce bahçede açan bu muhteşem çiçeği paylaşıp "bakarsınız memlekette de çiçekler açar diyecektim", sonra dedim "Banu senin umudundan ben bile sıkıldım artık bırak insanlar kendini acıya hazırlasın"... İnsan etkileşime girebilme ihtimalini önemsiyor tabii oysa bu ülkede de ne az oluyor o iş sağlıklı bir etkileşim yani neyse o başka konu... Sonuçta temas olanakları da artmadı mı bu sonuçlarla... 
Gökyüzünde bazı olaylar oluyor ya 80 yılda bir görülüyor, 150 yılda bir görülüyor. Bu yaşadığımız aslında her sabah güneşin doğması kadar doğal bir olay olabilecekken kaç yılda bir görülebilen bir siyasal olaya döndü. Ankara'nın çektiği neydi öyle 20 küsür yıldır... Bu sürenin önemli bir bölümünde İstanbul'daydım, İstanbulluydum. Oradayken yaşadığım semtlerden Sarıyer'de CHP kazanmış, Üsküdar'a yine üzüldüm. AKP almış.
İlk kez bir seçimde büyükşehirde, ilçede hatta muhtarlıkta oy verdiğim aday kazandı. Melih'ten kurtulduk. Daha ne olsun...
En çok sevindiğim seçim sonucu Suruç'tan geldi. O kadar duygulandım ki Hatice Çevik'in belediye başkanı olduğunu duyduğumda... Kızını Ankara'da 10 Ekim'de kaybeden bir anne, bir çok gencin yaşamını yitirdiği bir başka yerde Suruç'ta belediye başkanı olmuştu.
Üç büyük şehir CHP'de... Bu büyük iş... Tabii ki bir başlangıç noktası olarak kıymetli... Bir son değil... Bir nerede kalmıştık hali...
Avcılar belediye başkanı olarak CHP'den Turan Hancerli'nin kazanması tüm aleyhine durumlara rağmen engellilerin yapabileceklerini göstermesi acısından harika bir haber daha...
Maçoğlu, kominist başkan olarak Dersim'i aldı. Ona da sevindim. Sevindim çünkü yaptığı işle, çalışkanlığı ve dürüstlüğü ile yarattığı intiba hepimizin yararınaydı.
Kürt illerinde Kayyumlar bir bir düşerken barıştan yana bir mana vardı tüm sonuçlarda... En çok o ihtimali sevdik...
En çok kibrin yerle bir olmasını, en çok halkın kendisini yoksul ve işsiz bırakandan oyunu çekmesini sevdik.
Vehasıl yıllar önce 7 Haziran seçimlerinin ardından "barajları yıktık köprüler kuruyoruz" diye yazmıştım. Şimdi tam da orada kalmıştık diyorum. Baraj yıkabilecek gücümüz olduğunu biliyoruz, köprüler kurmanın zamanıdır.
01042019
SEÇİM 

 Ben de sizler gibi seçimlerle ilgili heyecanlanmamaya umutlanmamaya çalışıyorum. Çalışıyorum dediğim bunun doğal bir eğilim olmadığını umutlanmamak için kendimi zorladığımı anlıyorum. Çünkü çünkü deneyimlerim var. Birikiyor, birikiyor... Hafızam da çok şükür (ne yazık ki de denebilir) yerinde duruyor. Ama bir süredir yaşadığım gerginliğin önemli bir bölümünün seçimlere dair olduğunu şimdilerde (seçime iki gün kala) kendi kendime itiraf ediyorum. Evet gerginim, her türlü sonuç beni geriyor. Ülkemiz siyasal olarak Batıda mı Doğuda mıdır? Daha çok Avrupalı mıyız Ortadoğulu mu? Bence ülkemiz alacakaranlık kuşağına dahildir. Sonsuz bir geçiş sürecine mahkum edildik. Ülke solcuları olarak da aynı kayayı aynı dağa sürekli çıkaran Sisipos gibiyiz. Neyse sevgili okur seçimlere ilişkin bazı değinmeler pardon yakınmalar bırakayım buraya diyorum.
*Bir Ankaralı olarak ne olsa kazanamayacağım. Mansur Yavaş'a oy vereceğim ama o kazansa da kazanamayacağımı biliyorum bir yandan. Ama ona oy vereceğim.
*Başkanlık sistemine geçtik fiilen ama alışamadık tabii herkes partili kimse partili değil bu nasıl iş... İttifaklarla Türkiye başkanlık sistemine ve onun bir parçası olan iki partili sisteme de geçmiş bulunuyor. 1.000 partide kendimi bulamıyorum ikisinde bulmam olanaksız artık.
*Siyasal söylemin düzeyi kalbimi sıkıştıracak kadar can sıkıcı... O yüzden uzak durmaya çalışıyorum bir yandan da... Ama kalbim her türlü sıkışıyor, uzak duramıyorum onu fark ettim. Bir lanet gibi peşimde ülke siyaseti... Peşimizde demek daha doğru olur.
*Biz bizim yazdıklarımızı onlar onların yazdıklarını okuyor. Bizi bizi onlar onları izliyor. Mahallelerimiz okullarımız da ayrıldı epeydir. O yüzden "onlar"a propaganda yapmak diye bir durum yok bir yandan da... Nasıl olacak böyle? sorusu acayip kritik gerçekten işyerlerinde çalışma yürütmek, kadın çalışması sürdürmek, çocuklar için iş üretmek çok önemli gerçekten de... Yapsak ya hep birlikte...
Haydi bakalım haydi görelim yaşadığımız yerle mesafemiz ne? 28032019
BİR KAÇ FİLM
Bugünkü film önerimizin ilki Charlie Chaplin'in Monsieur Verdoux'su efenim.
Film 1947 yapımı. Bir seri katilin hayatının bir dönemini anlatıyor. İzlediğinizde diğer seri katil filmlerinin (misal Von Trier'in son filminin) bu filmden ne kadar etkilendiğini görmek sizi de şaşırtabilir. Sorguladıklarıyla ve sorgulattıklarıyla kıymetli bir film. 
Orson Wells'in bir senaryo fikrini alarak kendi istediği biçimde yeniden düzenleyen Chaplin, 1921'de yakalanan Fransız seri katil Henri Desire Landru'nun hayatından esinlenmiş. 
Ayrıca filmde Mavi Sakal masalına da bolca göndermeler var. 
İyi seyirler21032019

Chaplin'in giderek yaygınlaşmakta olan televizyona, Amerika'da McCarthy dönemi komünistlerin yargılandığı mahkemelere, kendisinin de ülkeyi terk etmek zorunda kaldığı yargılamalara, çocuklara ve çocukluğa ilişkin düşüncelerini ifade ettiği harika bir film... Meraklısına not: Sesli sinema döneminden 1957 yapımı, Charles Chaplin burada Şarlo'yu değil bir kralı oynuyor. 
Film hakkında söylenecek çok şey var ama sözümün gerisini söylemeyi şimdilik erteliyorum. 
Yeni bir film önerisinde görüşmek üzere .NİSAN 2019

Merhabalar  Film önerilerimizin bugününde Psikesinema'nın son sayısında çıkan yazımda ele almaya çalıştığım filmlerin içinden kimilerini önereceğim. Biliyorsunuz Psikesinema dergisinin Mart-Nisan 2019 tarihli sayısının konusu "Sinemada Borderline". Yazımda bahsi geçen filmlerden Temel İçgüdü ve Öldüren Cazibe filmleri dışındakiler iyi filmler... Aşağıdaki gibidir.
İyi seyirler  
NOT: Eskiden TRT2'de o kadar çok Atilla Dorsay programı izledim ki bu önerileri yaparken öyle bir programı sunuyor gibi hissediyorum kendimi. Yemek yaparken yemek programıcılık oynamak, film anlatırken de film önericiliği programı yapar gibi yapmak pek hoşuma gidiyor. 
Sanat dolu bir gün diliyorum  Byeee....22032019
AFTER HOURS   WELCOME TO ME   
Hani hep deriz ya "kendinden kaçamazsın" "Ama nereye gitsen sorunların da seninle gelecek" ya da "bu şehir arkandan gelecektir" bunlar mecaz anlamlı sözler aslında... Yani zihninde taşıdıklarınla ilgili... Biraz şiirsel biraz soyutlanmış.
Peki biz Doğuluların kaderi ne? Peşini bırakmayanlar hiç öyle zihinsel imgeler değil o kadar fiili ki... Kaçtığın her şey her yerde her kılıkta... Mecazen değil fiilen seni gelip her yerde buluyorlar, tüm aynılıklarıyla, kah yola park etmiş müşteri beklerken kaç kişiyi yavaşlattığını umursamayan dolmuş şöförü olarak çıkıyor karşına, kah kaçıp sessizliğine sığınmak istediğin bir mahallede senin yaşam alanlarına müdahale etmeyi hak olarak gören komşu olarak çıkıyor, daha fazla para kazanmak için şehir ortasına kurulmuş bangır bangır zil çalan, rahat hazır ol diye bağıran okul oluyor. Memleket fiili kaderin oluyor, bir sukunete kaçıp kurtulamıyorsun, aklıma, aklımıza kast ediyorlar, bizi her gün yeni etik detaylar üzerine düşünmeye sevk ediyorlar, Çocuk başlığının 3 maddesi a fıkrasının 3. alt başlığının 25. detayı... Detaylı doğu hukuku acil ve gündelik detaylara sıkışmış adalet çığlığından çıkabilecek mi? 20032019

"Nasipsiz"...   

Bu sözcükle ilgili ilginç iki rastlantı oldu bugün... Yarım saatlik bir zaman vardı bana kalan... Ne yapacağımı şaşırdım. Ah zaman... Neyse... Kitaplıkta kitaplara baktım hangisini alsam... Yücel Kayıran'ın Efsus'a Yolculuk'unu aldım. Arada okuyorum, bitirmiyorum öyle azar azar... İthafı şöyle "Alirıza Kayıran'ın aziz hatırasına.. gezgindi.. nasipsiz.. sakin sedâ.." nasipsiz sözünde kaldım öyle kederlendim, düşündüm biraz... "Nasipsiz"... 
Sonra Ferit Edgü'nün Doğu Öyküleri yarımdı dur onu alayım dedim zaten sürem de bitmek üzereydi. 3 sayfa okudum aşağıda fotoğrafları... Yolculuk sırasında dikkatini çeken bir kadın hakkında "nasipsiz" diyordu... Nasıl bir tesadüf... Nasipsiz...
Kendimi nasipsiz hissettiğim zamanlardan tanıyorum muhakkak nasipsizleri... Hayat adil değildi işte kimileri "nasipsiz"...
Bir nasipsizin öyküsünün peşine düştüm bu ara... Bu sözcükle düşünmemiştim daha önce daha bir derinleşti içimde mesele...
Alıntılar Ferit Edgü Doğu Öyküleri "İnsan Kokusu" öyküsünden...
Edgü'nün Sonda bahsettiği öykü ise Çehov'un... 19032019

Çiğlik Çığ Gibi Büyüyüyorken  

Gotha Erfurt programının eleştirisinde Marx "emek kutsaldir" cümlesini eleştirir mealen der ki "her emek kutsal değildir, eğer öyle derseniz celladın emeği ne olacak?" 
Düstur edindim kendime daha doğrusu bilgisine içsel olarak sahip olduğum bir durumun ifadesi gibiydi. Ömrüm emeğini kutsayan insanlara bazen de "sil bastan" başlamak gerektiğini anlatmakla geçti (Hiç bir şey silinmez ayrı-hoş bizim kuşak anılarını travmatik belleklere emanet etti ya da belki hangi kuşak etmedi ki) Politika yaparken ya da psikologluk yaparken dostluk ederken anneyken yazarken verdiğim emeği kutsamadım eleştiriden muafiyet talebi olarak öne çıkarmadım ama birilerinin önüme önümüze çıkarması hiç eksik olmadı.
Çok değerli zamanindan emeğinden bilgisinden halka dosta meslektaşa yoldaşa veren insanların çoğu birine verdiğini çoğumuzun burnumdan getirdi. Gördüm ki bu hemen her oluş için geçerli olabiliyor. Politika ile uğraşan birileri emeğinin üretkenliğini hesaba katmadan onun bildiği gibi politika yapmayan birilerini eleştiriyor niye iki akşam toplantıya gitti diye senin yapıp ettiklerin yok oluveriyor onların yaptığı siyaset seninki en iyi ihtimalle aydın olma hali...
Birileri psikoterapi yapıyor misal kendisi hangi yoldan geçiyorsa herkes oradan geçmeli niye çünkü o çok para ve zaman harcadı, çünkü o o yoldan gitti sen de gitmelisin.
Mesleğin ne olduğu iddia ile durumun felsefi çelişkisi önemli değil bir totolojiler agirlanmasi bir yankilanma hali...
Çiğlik çığ gibi büyüyüyorken başta kendi yaptıklarım olmak üzere hiç bir hali durumu ve mesleği kutsamam kutsayamam. Bedeli biraz hüzün biraz yalnızlık olsa da hoş gelir sefa gelir bu durumda...
17032019

Yüzüklerin Efendisi: “Yapıcıların reddettiği taş, işte köşenin baş taşı (oldu)”*


Gandalf: “Saruman’a göre kötülüğü ancak büyük güç dizginleyebilir. Ama bence öyle değil. Ben sıradan insanların her gün yaptıkları küçük şeylerin kötülüğü dizginlediğini düşünüyorum. Basit nezaket ve sevgi gösterileri.” Hobbits, 1’inci filmden…
J.R.R. Tolkien, yarattığı mitolojik dünyayı, Yüzüklerin Efendisi adlı üç ciltlik eseriyle tamamladığında altmışlı yaşlarında Oxford’lu bir Anglosaksonca profesörüydü. Kitap onun ya da yayıncıların düşündüğünün ötesinde bir beğeni topladı. Yeni Zellanda’da 1960 yılında dünyaya gelen Peter Jackson da çocukluğu ve gençliği boyunca bu eserin hayranlarından biri olmuş, sinemacı olduğunda üçlemenin filmini yapma hayalini gerçekleştirmişti. Onun yönetmenliğinde 2001 yılında serinin ilk filmi Yüzük Kardeşliği, 2002’de İki Kule, 2003’te son film Kralın Dönüşüvizyona girdi. Jackson, aradan yaklaşık on yıl geçtikten sonra yine üç film olarak Hobbit’i de çekecekti. Elbette Yüzüklerin Efendisi gibi oldukça yoğun ve uzun bir metnin tüm detaylarıyla sinemada yansıtılması kolay değildi. Ancak Yeni Zelanda’nın muhteşem doğasında çekilen filmler aslına sadık birer yansıma yaratabilmek konusunda hayli başarılı oldu.

Orta Dünya’nın kurtarıcıları

Kötülüğün Orta Dünya’daki kralı Mordor’da yaşayan Sauron’dur. Emrindeki asker-işçiler yani Ork’lar, dünyayı ele geçirmek için savaşacak olan orduları yaratmak için karanlık bir madende durmaksızın çalışırlar. Sauron’un yardımcıları büyücü Saruman, Nazgûl ve gücü arttıkça ona katılan insan gruplarıdır. Sauron filmde kırmızı ateşten bir gözle temsil edilir. Yüzüğü ele geçirdiğinde bir bedene kavuşacaktır. Mordor, karanlık bir madende yanan ateşlerle resmedilir. Orada ağaçların yeşili, suyun berraklığı, gökyüzünün mavisi, toprağın kahverengisi görülmez.
Ateşten büyük bir göz tarafından izlenmek kolay değildir, ona bakmak da… Büyülü bir etkisi vardır ve kendine çeker. Niceleri onun gücüne dayanamamıştır. Nazgüllerin, Saruman’ın ve Mordor’daki nicelerinin kötüye dönüşmesinin Sauron’la girdikleri ilişkiyle bağlantılı hikayeleri vardır. Ancak Sauron mutlak kötülüktür. Kötülüğün gözünün üzerinizde olması düşüncesi paranoid pozisyona ilişkin korkuyu kışkırtırken, o gözün bedenlenmek arzusu da aslıda kötülüğün vücut bulması, ateşin bedenlenmesi, dürtünün somutlanması gibi geniş bir çağrışım alanından bize seslenir. Yüzükle temsil olunan güç baş döndürücüdür ve kötüyle yani Sauron ve Mordor’la bağ kurmanızı, hatta onun tarafından ele geçirilme riskini ifade eder.
Sauron’a karşı mücadele ederek Orta Dünya’yı kurtaran kim olacaktır? Orta Dünya’da geleneksel kahraman rollerine uygun pek çok karakter vardır. Aragorn, Gandalf, Legolas, Boromir ve niceleri… Ama kahraman olmakla kurtarıcı olmak tam olarak aynı şey değildir. Kahramanlar, savaş meydanlarında, iktidarın kalelerinde; güçle, sertlikle görünür olurken kurtarıcılık kimi zaman bambaşka alanlarda ifade bulur. Pek çok mitsel öyküyü ana, kadim dilinden okumak ayrıcalığını kendi çabalarıyla edinen Tolkien aynı zamanda sadık bir Katolik’ti. Dolayısıyla hem mitsel öykülerdeki kahramanların hikayeleriyle hem de tarihsel bir kurtarıcı figürü olarak İsa’nın öyküsüyle büyümüştü. Yarattığı Orta Dünya’da bu iki öğeyi bir araya getirdi. İncil’de İsa kendisi için “Yapıcıların reddettiği taş, işte köşenin baş taşı (oldu)” der. Orta dünyanın “köşe taşı”da tıpkı İsa’nın öyküsündeki gibi yapıcıların reddettiği taş olacak, Hobbitler kurtarıcı rolünü alacaktır. Kurtuluş, yalnızca kahramanca savaşların sonunda değil asıl olarak Frodo’nun çileci yolculuğunun ardından gelir. Tıpkı tüm insanların günahlarını temsilen çarmıhta kalan İsa gibi boynunda asılı yüzükle gün gün işkenceye maruz kalarak Mordor’a doğru ilerler Frodo.
Kurtarıcı, kahramanlar gibi ömrü boyunca tarihsel rolünü oynaması için uygun zamanın gelmesini beklemez. Böylesi bir misyonunun olduğunu bile bilmez çoğu öyküde. Vakti gelip de “dünya”sını kurtarması gerektiğinde şaşırıp kalır. Gandalf, Frodo’ya yüzüğü taşıma sorumluluğunun bilgisini verdiğinde “ (Tüm bunların) Benim zamanımda olmamış olmasını dilerdim”der Frodo. Gandalf onu şöyle yanıtlar: “Böyle zamanlarda yaşaması nasip olan herkes de aynı şeyi dilerdi. Ama bu onların belirleyebileceği şey değil. Bizim belirleyebileceğimiz tek şey, bize verilen bu zamanda ne yapacağımız.” (Yüzüklerin Efendisi, s. 80)
Sıradan bir hayat süren çelimsiz Hobbit Frodo’nun kurtarıcı olarak öne çıkmasının öyküsü dünyanın bambaşka ülkelerinden pek çok insanın hayranlığını kazanır. Bu durum, milyonlarca insanın görünür olma, tanınır olma, değer görme isteklerinin ve aynı zamanda maceraya çekilme arzularının bir ifadesi gibidir.
“Beklenmedik bir  yolculuğun” sıradan bir hayatı ansızın değiştirmesinin öyküsü  ilkin Hobbit kitabında Bilbo Baggins karakteriyle anlatılır. Tolkien, hayatının Bilbo Baggins’le benzerliğini şöyle anlatır; “Ben aslında bir Hobbitim, boy pos hariç. Bahçeleri, ağaçları, makinelerin girmediği çiftlikleri seviyorum; pipo içiyorum, basit (buzdolabında saklanmamış) yiyeceklerden hoşlanıyorum, Fransız mutfağından nefret ediyorum; bu sıradan günlerde bile süslü yelekler giymeyi seviyorum ve giymeye cesaret ediyorum. Mantarlara (doğadan toplanmış) bayılıyorum; sıradan, basit bir mizah anlayışım var (…) Pek seyahat etmem.” (Tolkien, s. 200)
Maceracı olmayan Bilbo Baggins’le başlayan hikayemiz, sihirli bir çağrılma öyküsüdür, okur ya da izleyici de adeta bir büyüyle bu maceraya davet edilir. Bilbo, geri dönmeyeceği bir yolculuğa çıkmadan hemen önce yüzüğü Frodo’ya bırakırken, düşsel olarak yaşayan fiilen ölü bir ebeveyni temsil eder adeta. Bilbo, Frodo’ya yüzükle beraber ağır sorumlulukları, gücü ve acıyı miras bırakır. Ama aynı zamanda onu daha sonra ölümden kurtaracak olan incecik bir zırhı ve kendi hikayesini yazdığı kitabı da (sonunda Frodo’nun kendi macerasını yazması için alan da bırakmıştır) hediye eder. Yüzüğün (zorlayıcı görevin) yanı sıra bir koruma kalkanı ve bir tarih (manevi arka plan-gelenek)…
Bilbo’dan Frodo’ya geçen yüzük Bilbo’ya da (Smeagol’dan Gollum’a) başkalaşıma uğramış bir başka Hobbit’ten geçmiştir. Isildur’dan beri yüz yıllardır güç yüzüğü, yani Orta Dünya’nın kaderini belirleyecek olan yüzük Hobbitlerin elindedir.
Frodo’nun yanında kötüler dünyasına karşı birleşir diğer halkların temsilcileri… Yıllardır birbiriyle anlaşamayan Elflerle Cüceler, yüzüğün gücüne karşı koymakta çok zorlanan zaaflı insanlar, büyücü Gandalf güç bakımından kendileriyle karşılaştırılamayacak olan bir Hobbitin etrafında ona güvenerek birleşirler ve efsaneleşmiş bir şövalye ruhuyla Yüzük Kardeşliğini oluştururlar. Kötülükle mücadele eden kardeşlik üyelerinin yolculukları farklılaşır. Frodo’nun yanında her zaman Sam olacaktır ve genellikle de Gollum. Sam, Frodo’ya olan bağlılığıyla, adeta onun bir parçası gibidir. Zaman zaman onu kendinden bile koruyan bir parçası…
Gollum varlığıyla, önce Bilbo’ya ve sonra da Frodo’ya yüzüğün bir Hobbit’i ne hale getirebileceğini gösterir. İnsanlar içinse Isildur’un yüzük hikayesi yol gösterici olmuştur. Yani Yüzük Kardeşliği’ndeki ittifaklar ve Frodo’nun kendisini yüzük taşıyıcısı olarak koruyabilmesi binlerce yıllık bir hikayenin (ya da yan yana akan hikayelerin) aktarımı ile mümkün olabilmiştir.
Ursula L. Guin Frodo ve Gollum arasındaki ilişkiyi şöyle yorumlar; “Frodo ve Gollum’un ortak yanları yalnızca ikisinin de Hobbit olması değildir; aynı zamanda aynı kişidirler ve Frodo bunu bilir. Frodo ve Sam aydınlık yüzdürler, Smeagol-Gollum ise gölge yüzü. Sonuçta ikincil figürler olan Sam ve Smeagol ortadan kaybolurlar ve uzun bir arayış sonunda kalanlar yalnızca Frodo ve Gollum olur.” (Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, s. 44)
“Diplere, derinlere” meraklı sürekli gözü yerde dolaşan bir Hobbit olan Smeagol’ın hikayesi, nehirde bulunan yüzüğü elinden almak için arkadaşı Deagol’ı öldürmesi (bu öykü Habil-Kabil hikayesini akla getirir) ile başlar. Bu öldürme fiili ile başlayan ruhsal zorlanma yüzük yüzünden Mordor’da gördüğü işkenceler sonucunda çoğul kişilik geliştirmesi ile sonuçlanır. Bir Hobbitten bir ucubeye yani Gollum’a dönüştükten sonra Frodo ile kardeşlik bağı kurarak bir anlamda Deagol ile ilişkisini de onarır. Frodo ile arasındaki ilişki arkadaşlık, kaderdaşlık dokuları içerse de eşitler arasındaki bir ilişki değildir, Frodo efendidir. Sam, Smeagol’la ilişki kuramayarak her defasında Gollum’u açığa çıkarsa da yaratığın ruhsal içerinin diplerinden yeniden bulduğu Smeagol, her defasında yeniden gelerek Frodo’ya yol göstermeye devam eder.
“Öldürmeyeceksin”… Bu emir Orta Dünya’nın iyileri tarafından sıklıkla (savaş dışında elbette) uygulanır. Gollum tüm yapıp ettiklerine rağmen öldürülmez, Rohan kralını zehirleyen yardımcısı da öldürülmez sadece saraydan gönderilir, Boromir yüzükle ilgili hata yaptığında ona ikinci bir şans verilir.
Frodo’nun öyküsü, kardeşliğin yoldaşlığın, kötüye karşı ittifakın öyküsü olduğu gibi aynı zamanda yüzüğün ve yolculuğun öyküsüdür. Yüzüğü takınca görünmez olmak… Bu kadar büyük bir güce sahip olan kişiden geriye ona dair bir şey kalmamasını ve kişinin o gücün temsil ettiklerine dönüşmesini de anlatıyor. Buna rağmen gücü isteyen Sauron, yüzük onda değilken hasetli bir gözden başka bir şey değildir. Yüzüğün başkalaşması, ağırlaşması hafifleşmesi, parmağı sıkması ya da gevşemesi sürekli olarak yükünün ve hissettirdiklerinin değişmesi de güce, iktidara sahip olmakla ilgili metaforu güçlendirir niteliktedir.
Mitolojide ve dinsel öykülerde yolculuklar önemlidir. Anlatıdaki yolculukta varılmak istenen hedef kadar, yolun değiştirdikleri de anlama dairdir. Yol, öğreti metaforu olduğu gibi zamanın yarattığı değişimin de göstergesidir. Shire’dan yola çıkan Frodo ile yolculuğun bitiminde dönen Frodo aynı kişi değildir. Gündelik yaşamını sürdürmekten öte bir sorumluluğu olmayan genç bir adam, dünyasını kurtarıp pek çok kez ölümden dönerek yurduna ulaştığında kuşkusuz başkalaşmış o yurda da yabancılaşmıştır bir anlamda. Yol ait olduğunuz yeri de değiştirir. Bilbo’ya da yaptığı gibi… Kurtarıcıyı yalnızlaştırırken kurtarılanı çoğaltan, yükselten bir maceradır yaşadıkları…

Kahraman öyküleri ve diğer çağrışımlar…

Frodo’nun öyküsünü besleyen diğer öykülere de şöyle bir değinmeden geçemeyeceğim. Yüzüklerin Efendisi’ndeki kadınlardan Arwen ve Galadriel göz alıcı güzellik ve güçte Elf kadınları olarak görünürler. Ben bu bahiste Rohan kralının yeğeni Eowyn’in hikayesine değinmek istiyorum. Eowyn, krallık vadedilen Aragorn’a aşık olur ilkin. Eğer çok önceden Arwen’e gönül vermiş olmasa kendisiyle de birlikte olabilirmiş gibi görünen Aragorn’dan vazgeçerek Gondor’un kralı olan Faramir ile birlikte olur hikayenin sonunda. Eowyn, kuşkusuz güçlü bir kadın kahramandır. Kral amcasının ve Aragorn’un onu cephe gerisinde hasta ve çocuk bakımına çekme çabasına karşın cephede olmayı başaran ve pek çok Ork’un yanı sıra Nazgûl’ü de öldüren yiğit bir savaşçıdır. Bu haliyle Tolkien’e yöneltilen “kadınları görmüyor” eleştirilerini boşa çıkarır varlığı. Eowyn, tarih boyunca özgürlüğü için savaşmak istediği halde erkekler tarafından cephe gerisine çekilmeye çalışılan kadınların öykülerini anımsatır bizlere. Kurgu kadın karakterlerde (bilhassa erkeklerin yarattıklarında) genellikle kadın karakterlerin aşık olduğu bir adama (hele de Aragorn gibi bir kralsa) ömür boyunca sadık kalmaları, onun ölümü ya da bir biçimde kaybı ardından da manastıra falan kapanmaları beklenir. Oysa Eowyn karakteri bu türden kutsallaştırılmış kadın duruşlarını reddeder. Aragorn’un başka bir kadına aşık olduğu gerçeğini idrak ettiğinde ondan vazgeçip kendi öyküsünün peşine düşer.
Gondor kralının iki oğlu Boromir ve Faramir kardeşlerin öyküsü de çağrışımları açısından oldukça yoğundur. Abisi Boromir’i yüceltirken kendisini utanç ve tiksintiyle izlediğini bildiği babasına karşı kendi öyküsünü arayan Faramir, anne-babasının ilgisini bir türlü üzerine çekemeyen çocukların hikayelerini anımsatır. Annesini, babasını kurtaramayan karakterin “dünya”sını kurtarmaya çıkması, ebeveynlerinin beğenisini kazanamayan çocuğun ilişki arayışının evin “dışı”na taşması, kabul görmediği içeriden dışarıya zorunlu ve kimi zaman erken çıkış nedeniyle güçlenmesinin öyküsüdür Faramir’in öyküsü. Bu erken ve derinden olgunlaşma sayesinde bir ömür peşinden koştuğu baba onayını reddederek Frodo’dan yüzüğü alma fırsatını geri çevirir. Frodo ile yolculuk beraberindekileri  zaaflarıyla yüzleştirmektedir ve Faramir yüzüğü ele geçirmeye çalışan abisi Boromir’den daha iyi bir sınav verir. Kritik bir anda babasının ilgisi yerine Orta Dünya’nın iyiliğini seçen Faramir, babasının takdirini kazanmak için ordusuyla birlikte intihara eş bir savaşa gider. Oysa Faramir ne yaparsa yapsın, kral babanın aklı fikri diğer oğlunda, yani Boromir’dedir. Boromir hayatta değilken bile.
Nehir metaforu, özellikle Kuzey Avrupa masallarından (ama tabii tüm dünyadan da) tanıdıktır. Nehirle beraber akıp giden sırlar, nehirde akıntının yavaşladığı yerde yosuna, taşa dönüşen ölüler masallarda sıklıkla görülür. Fantastik edebiyatın ve masalların dili aynıdır. Buradaki nehir suyun sakladıklarını ifade ettiği gibi, hayatın akışını, o akışın içinde ölenlerin, geçmişte kalanların da barındığını anımsatır. Aragorn, nehirde bir ölü gibi yüzerken kurtarılır, atası Isildur, nehirde yüzük parmağından çıktığında Orklar tarafından öldürülür, yüzük nehrin tabanından Smeagol’un arkadaşı Deagol tarafından bulunur ve nehirdeki ölülere dair nice söylence Orta Dünya’da da yeniden hayat bulur. Tıpkı bir nehir gibi akıp giden hayatımızda geçmiş kuşaklardan bu yana taşınan, hayaletler, sırlar, güç yüzükleri… Başka nehirlerle buluştuğumuzda ya da öykümüzü bir diğerine açtığımızda ortaya çıkıverenler…

Orta Dünya öykülerinin Tolkien’in yaşam öyküsü ile ilişkisi ve meşhur “Alegoriden nefret ederim” alıntısı üzerine

Orta Dünya öyküleri ile birlikte tarihi, coğrafyası ve dilleri olan bir mitoloji yaratan Tolkien’in filoloji merakı çocukluk yıllarına dayanır. O da pek çok çocuk ya da ergen gibi akranlarıyla konuşabileceği ve yalnızca birbirlerinin anlayabileceği özel diller yaratmak peşindedir. Bu ilgisi, yetişkinliğinde de artarak devam eder. Aslında çocukluk, ergenlik dönemi ilgilerinin pek azı sönümlenmiştir Tolkien’in…
Doğumundan birkaç yıl sonra babası, 12 yaşındayken de annesi ölür Tolkien’in. Babasının ölümü ardından annesi Anglikan Kilisesi’nden Katolik Kilisesi’ne geçer. Tolkien Katolik kimliğine, annesinin mirası gibi sahip çıkar. Onunla birlikte başladığı dil çalışmalarına olan sadakati de benzer biçimde devam eder. Daha 16 yaşındayken aşık olduğu Edith’le her türlü zorluğa göğüs gererek evlenir ömrünün sonuna dek onunla birlikte olur. Dostlarına da son derece bağlıdır Tolkien.
Tolkien, Birinci Dünya Savaşı’nda Batı Cephesi’nde askerdi. Kendi ifadesiyle “dostlarından biri hariç tamamını” bu savaşta yitirdi. Hayatta kalmasını “siper humması” dedikleri nedeni bilinmeyen ateş yüzünden revire kaldırılmasına borçluydu. Ölmedi ama paramparça cesetlerle dolu savaş meydanlarında günlerce kaldı ve savaşın gerçeğine çok yakından tanıklık etti.
Ölen arkadaşlarından biri olan Smith ölümünden kısa süre önce yazdığı mektubunu şu cümleyle sonladırıyordu “…söylemeye çalıştığım şeyleri, onları söylemek için artık burada olamazsam, sen söyle…” Tolkien, bütün bir mitoloji yaratmaya belki bu söz üzerine karar vermişti. Arkadaşını kaybettikten kısa süre sonra Silmarillion’u yazmaya başladı.
“Benim ‘Sam Gamgee’m gerçekten de 1914 savaşında erler ve emir erleri arasından tanımış olduğum ve şimdiye kadar kendimden üstün gördüğüm İngiliz askerlerinin bir yansımasıdır” (Tolkien, s. 88) diyordu Toliken o günlerden bahsederken…“Hobbitler, sıradan İngiliz köylüleridir” dedikten sonra “Küçük insanların imkansız koşullar altında takındıkları yılmaz cesaret sayesinde hala burada ve hayatta olmamız beni hep etkilemiştir” (Tolkien s. 200) diye ekliyordu.
Yüzüklerin Efendisi’ni büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı sürerken ve oğlu askerdeyken yazdı. Kimi bölümleri onun fikrini almak için cepheye gönderiyordu. Kitaplarımda “gerçekte neyi anlattığımı soruyorlar” diyordu Tolkien. “Alegorinin her türünden nefret ederim” diye de ekliyordu. Bu cümleyi “Neden kötülük Doğu’dan geliyor?, Tolkien Doğu karşıtı mı? İslam karşıtı mı? Katolik öğretisini mi anlatmak istedi? Mordor aslında nereyi anlatıyor” gibi sorulardan bunaldığı bir dönemde 1966 yılındaki önsözde yazıyordu. Ve şöyle de diyordu: “Sanırım pek çok kimse bu ‘uyarlanabilirliği’ alegoriyle karıştırıyor. Fakat bunlardan biri okuyucunun özgür iradesine diğeriyse yazarın maksadına dayanmaktadır. Bir yazar elbette yaşadığı tecrübelerden tamamen etkilenmeden kalamaz. Fakat bir hikaye tomurcuğunun hangi tecrübeleri gübre olarak kullanacağı çok karmaşıktır ve bu süreci çözmeye çalışmak yetersiz ve belirsiz tahminlerden öteye gidemez.”
Alegori söylencelerine karşı çıkarken hikayesine kaba saba müdahalelerde bulunulmasına karşı kitabının dönemsel değil evrensel olduğunu düşündüğü anlatısını savunuyordu. Eğer yalnızca dönemini anlatan bir alegori yazmak istese nasıl olacağını da aynı önsözde şöyle anlatmıştır:
“Gerçek savaş ne süreç, ne de sonuç bölümünde efsanevi savaşa benzer. Eğer gerçek savaştan ilham almış olsaydım ya da savaş hikayeyi yönlendirseydi kesinlikle Yüzük’e el konulur ve Sauron’a karşı kullanılırdı. Sauron yok edilmez, aksine esir alınırdı ve Barad-dûr yıkılmaz, fakat işgal edilirdi. Saruman, Yüzük’ü ele geçirmekte başarısız olduğunda araştırmalarındaki eksik noktaları tamamlar, bu bilgileri yüzükler hakkındaki irfanı ile birleştirerek kendisi için bir Büyük Yüzük yapar ve hükümdar olmak için kendi tarzıyla Orta Dünya’ya meydan okurdu. Böyle bir çatışmanın sonucunda iki taraf da Hobbitlere kin ve nefret kusardı ve Hobbitler köle olarak bile uzun süre sağ kalamazdı.”
Görüldüğü gibi Tolkien eğer İkinci Dünya Savaşı’nın alegorik tasvirini sunmak istese oldukça gerçeğe yakın bir anlatı ortaya koyabilecekti. Savaşta yaşananlar alıntıdaki benzetmeleri doğruluyor. Atom bombasını Güç Yüzüğü gibi düşünsek örneğin, onu ele geçiren Amerika, faşist ittifakı (Sauron’u) yenmek için çekinmeden kitle imha silahları kullanıyor. İki dünya savaşında da “Hobbitler” kitleler halinde yaşamını yitiriyor. Örnekler ve benzetmeler çoğaltılabilir. Ve aslında hepimizin zihninde çoğaltılıyor da… 68’de Vietnam Savaşı’na karşı çıkmak için sokağa dökülenler karşılarındaki gücü sıklıkla Sauron’a benzetirdi. Yaşadığımız coğrafyada da özellikle bu filmleri izleyen bu kitapları okuyan kuşaklar sokaklara çıktıklarında akıllarından Yüzüklerin Efendisi’ndeki sahneler, kişiler ve olaylar muhakkak geçiyordu. Fantastik edebiyatın ya da sinemanın gerçeklikten kaçmak için var olduğunu söylüyor siyasetteki kaba materyalist bakışlar. Oysa kaçmıyor, fanteziyle gerçeklikten uzaklaşıyoruz, başka açılardan bakıyor, renkleri ve olasılıkları çoğaltıyoruz. Hem gerçeklikten kaçmak ne mümkün. Belki bir düzeyde psikotik pozisyonlarda… Kendi içinde tutarlı bir “başka” dünyaya -örneğin Orta Dünya’ya- bir süreliğine gitmek, mevcut dış gerçeklikle bağımızı da zenginleştiriyor üstelik.
Peki Tolkien’in temel derdi neydi? Sanayileşmenin beşiği olan İngiltere’de geçen hayatı boyunca fabrikaların, motorlu taşıtların gelişimine, insanın doğaya müdahalesinin artışına ve bu müdahalenin zirvesi olarak yorumlanabilecek iki dünya savaşına tanıklık etti. Bu gidişattan büyük rahatsızlık duydu. Okuduğu mitolojilerdeki hayatlara hep özlem duydu. Yarattığı öyküler bir bakıma Ortaçağ’ın olumluluklarını öne çıkarıyordu. Mevcut gelişmelerden kaygılıydı ve gelişmelerin içsel dinamiklerinden olumlu bir gelişim beklemiyordu. Evinin önünden geçen araba sayısının artışından yakınırken “Mordor artık yanıbaşımızda” diyecekti. Velhasıl Tolkien, faşizmin Avrupa’da yarattığı sis bulutu yüzünden gelecek görünmez olduğunda geçmişe bakarak oradan günümüze kahramanlık ve kurtarılma öyküleri taşımış umudun yeniden üretilmesine katkı sunmuştur.

Fantezi dili üzerine

“Yüzüklerin Efendisi’nin fantezi dilinde yazılmış olması tesadüf değildir; bunun nedeni Toliken’in bir gerçeklik kaçağı olması değildir, çocuklar için yazması da değildir. Neden, fantazinin ruhsal yolculuğun, ruhta iyiyle kötünün mücadelesinin doğal, en uygun dili olmasıdır” (Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, s. 44) diyor Ursula L. Guin. Tolkien’in dillere, sözcüklerdeki tınıya olan merakı, kadim dillerin bugünkü insana söyleyeceği sözün taşıyıcısı olabilecek bir mitoloji yaratmanın peşine düşmesine neden olur. Bu nedenle de alegori atıflarından bunca nefret eder. “Şu gerçekliği nasıl ilgi çekici biçimde anlatsam” sorunsalıyla yola çıkmaz o. Masallar, mitler, efsaneler de böyle yaratılmaz çünkü. Bu kaygıyla yaratılanları da yarına kalmaz. “Yine de ‘icat ediyorum’ değil, her zaman için ‘orada’ var olan bir şeyi kaydediyormuşum hissine sahip oldum” (Tolkien, s. 100) açıklamasını da bu şekilde anlamalıyız belki. Ruhsallığında zaten var olanla ilişki kurup ona bir form kazandırmak çabasının samimi bir ifadesidir Tolkien’in eserleri…
Yüzüklerin Efendisi’ni on iki yıllık bir çalışmanın ardından 1949 yılında bitirdiğinde (yayınlanması için 1954 yılına dek beklemesi gerekecekti, ilk iki cildi bu tarihte üçüncüsü 1955’te basıldı) yayıncıya gönderirken hala düzeltmeler yapma isteği duyuyordu. En sonunda şöyle yazarak gönderdi “Öyle veya böyle bu kitap benim kanımla yazıldı; elimden bu kadarı gelir.” (Tolkien, s. 212) “Kanımla” dediğinde ne kadar içeriden yazıldığını anlatmak istiyor kanaatindeyim.
Onun edebiyatını ya da fantastik edebiyatı küçümseyenler, rasyonel olan dışsal gerçeklik dışında bulunan her türlü ruhsal öğeyi de küçümserler. “Onlar için fantezi, gerçeklikten kaçıştır. (…) Onlar yeteri kadar elektrik ışığı yakılırsa gölgelerden kolaylıkla kurtulacağımıza inanırlar sanki.” (Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, s. 44) Oysa içimizdeki Mordor, Elf diyarı, Hobbit, kral, Arwen, Eowyn bu eserle bağ kurulduğunda, dirilerek, ruhsallığımızın renk renk coğrafyasının haritalarını belirgin  leştirecek, bugüne dek bilmediğimiz diller üzerine düşünüp hiç bağlantı kurmadığımız taraflarımızla ilişki kurmamızı sağlayacaktır. Yüzüklerin Efendisi böylesi bir yolculuğun anlatıcısı hatta birçok zaman yol göstericisidir.
Yazıyı Tolkien’in sözleriyle bitirmek istiyorum. 1958 yılında bir davet için Hollanda’ya gittiğinde bir Hobbit ziyafetine katıldı ve kadeh kaldırırken Bilbo’nun doğum günü konuşmasının parodisi olan bir konuşma yaptı. O konuşmada şöyle diyordu Tolkien: “Büyük bir gayretle saygıdeğer Hobbit atalarımızın Üçüncü Çağ’daki tarihini tamamlamaya çalışmamın üzerinden tam yirmi yıl geçti. Doğu’ya, Batı’ya, Kuzey’e, Güney’e baktım ve Sauron’u göremedim; ama görüyorum ki Saruman’ın bir sürü torunu var. Biz Hobbitlerin onlara karşı büyülü bir silahımız yok. Ama yine de iyi huylu Hobbitlerim, kadehimi sizlere kaldırıyorum: Hobbitlere! Saruman’lardan daha çok yaşasınlar ve ağaçlardaki baharları görsünler.” (Tolkien, s. 256)
*İncil
Carpenter H. (1977) Tolkien (çev. Erkal Ç.) İş Bankası Yayınları, 2013, İstanbul.
Tolkien J.R.R (1954) Yüzüklerin Efendisi (çev. Erkal Ç.) Metis Yayınları, 2018, İstanbul.
Le Guin U.K (1998) Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar (çev. Erksan D. Somay B. Sökmen M.G.) Metis Yayınları, 2017, İstanbul.