22 Mart 2017 Çarşamba

SONBAHAR  

19 Aralık 2008 günü gösterime giren Sonbahar filminin yönetmeni ve senaristi Özcan Alper “Bu film benim vicdan borcumdu” diyor. 1975 doğumlu yönetmen, kendi kuşağının siyasal öznelerinin, belli ki tanıdıklarının, arkadaşlarının bu anlamda belki biraz da kendisinin biraz da bizlerin gençlik dönemi tanıklıklarını anlatıyor. O kuşağın umutlarını, acılarını, kırıklıklarını ve yaralarını filmin başkarakteri Yusuf’un hayatının son mevsimini, ömrünün sonundaki hüznü, kayıplarına ilişkin sızısını anlatarak bize yakınlaştırıyor.
Film, 19 Aralık 2000 günü cezaevindeki devrimcilere bir megafonla seslenilen sahne ile yani devletin sesiyle başlıyor. Gerçek görüntüleri izlerken duyduğumuz o ses, içeridekilere açlık grevini ve direnmeyi bırakmalarını, yaşamanın güzel olduğunu, ölmeyi seçmemeleri gerektiğini söylüyor. Ve sonra yangınlar başlıyor. Diri diri yanan insanları görüyoruz. Film bizi anımsamaya davet ederek başlıyor. 19 Aralığı... “Hayata Dönüş” adı verilen, onlarca insanın ölümüne, yüzlercesinin sakat kalmasına neden olan, kimyasal silahlar kullanılan bir operasyonu tüylerimizi diken diken ederek hatırlatıyor. Parmaklıkların arkasından zafer işareti yapan ellerin görüntüleri ve sloganlar eşliğinde girdiğimiz film başta vaat ettiği kan, gözyaşı ve ölüm dolu anlatılara uymayan şaşırtıcı bir sükûnetle karşılıyor bizi...
Hemen ikinci sahnede hapishane revirindeki Yusuf’u görüyoruz. Onu muayene eden doktor “Bu kadar hasta olmana rağmen yine revire ayakların çıplak gelmişsin. Ciğerlerin bitmiş, açlık grevleri döneminde de uyarmıştım seni” diyor ve ardından yüzünde çaresiz bir ifadeyle masasındaki evrakları imzalıyor. Yine orada “Durumu senden daha hafif olanlar 309. Maddeden yararlanarak çıktılar” diyen doktor, Yusuf’un iyileşmek ve kurtulmak için çabalamayışına vurgu yapıyor. Yönetmenin burada yaptığı vurgu ise doktorunkinden hayli farklı... Yusuf’un tüm sağlık sorunlarına karşın arkadaşları ile birlikte açlık grevlerine katıldığını, dışarı çıkmak için af talebi anlamına gelecek başvurular yapması gerektiğini ve sağlığını yitirmek pahasına bu seçeneği reddetiğini gösteriyor bizlere... Doktorun ölüme götüren bir inat olarak gördüğü tutumu, yönetmenin bize baskıya karşı direnç olarak anlattığını filmi izlemeyi sürdürdükçe daha iyi anlıyoruz.
12,5 yıllık cezasının 10 yılını tamamladığında doktorun imzaladığı kâğıtlarla adeta cezaevinde değil de dışarıda ölmesi için salıveriliyor Yusuf. Sonra Yusuf’un bir otobüs camından bakan hüzünlü gözlerinden Karadeniz’i görüyoruz. Köyüne varmasına az kala tarihi taş köprü üzerinden yaya yürüdüğü sahne bir dönemden diğerine geçişi estetik biçimde anlatıyor. Köydeki ahşap, küçük ve yoksul evinin kapısında artık iyice ihtiyarlamış bir köpek karşılıyor onu. Köpeği görünce şaşırıyor Yusuf. “Belki de o cezaevine girdiğinde bu köpek yavruydu” diye düşünüyoruz. Filmde gösterilmemiş olsa da yıllar öncesine dair bir görüntü beliriyor gözlerimizin önünde. Köpeğin henüz yavru olduğu Yusuf’unsa çok genç olduğu zamanlarda bu kapının önünde koşup oynadıkları neşeli bir fotoğraf belli belirsiz bir imge olarak içimizdeki hüznü besliyor. Eve girdiğinde pencerenin önüdeki sedirden dışarıya bakan annesini görüyor. On yıldır bekleyen bir ana gibi bakıyor ama sanki oğlu bir kaç ay sonra okuldan tatile gelmiş gibi bir doğallıkla sarılıyor evladına... Hergün yaptığı bir işin sadeliğiyle sofra kuruyor oğluna.
Anne oğluyla Hemşince konuşuyor. Biz izleyiciye sanki anne ile çocuk arasında herkesle konuştuklarından ayrı bir lisan varmış gibi geliyor. Filmin başında oturan anneyi filmin devamında hep çalışırken görüyoruz. Günlerin geçişi sabah ezanıyla uyanan anneyle bize gösteriliyor ve tabii bir de horozun, ineğin yani doğanın sesleriyle...
Filmde pencerelerin çok kullanıldığını görüyoruz. Olup biten pek çok şeyi ve sıklıkla yağan yağmurları pencerelerden izliyoruz. Parmaklıklı pencerelerden dışarıya haykıran mahpuslar, pencerenin dışından içeriye bağıran devlet, revir sahnesinde doktor Yusuf’a durumunun kötü olduğunu söylediğinde onun camın önündeki güvercine bakması, otobüslerin camları, Eka’nın pencerenin ardındaki hüzünlü yüzü ve Artvin’deki evin camından izlediklerimiz... Yıllarca cezaevinde beklemeye, hayatı içeriden izlemeye dair bir metafor gibi pencereler...  
Annesi Yusuf’un öksürüklerine, nefes almakta zorlanmasına çözüm olarak sürekli ballı süt hazırlıyor, onu şefkatle oğluna içiriyor. Büyük bir sadelikle “Sen yokken yiyemedim” diyor annesi, “içemedim” diyor.
Yusuf’un cezaevinde olduğu yıllarda ailede de pek çok değişiklik olduğunu öğreniyoruz. Annesiyle birlikte albümlere bakarlarken ablasının düğün fotoğraflarını, yiğeninin fotoğraflarını görüyoruz. Yusuf’un yokluğu koca bir boşluk yaratıyor anılarda... Babasının fotoğrafı ile karşılaşıyor sonra... Babası o cezaevindeyken ölmüş, kırgın gitmiş oğluna. Cezaevine girdiği için, belli ki “o işlerle” uğraştığı için kızıp görüşüne bile gitmemiş Yusuf’un. Annesi babasının mezarını temizlerken yanına gitmeye çalışıyor sonra gidemiyor dönüyor, köyden biri ölüyor, cenazenin bir bölümüne katılıyor, defin için mezarlığa doğru gidilirken yoldan dönüyor, devam edemiyor. Belli ki babanın hakkıyla tutulamayan yası onu çok zorluyor. Yokluğunda yapılan düğünler, cenazeler... Ablasıyla telefonda konuşuyor, yarıyıl tatilinde gelebileceklerini öğrendiğinde biraz buruluyor nedenini filmin sonunda öğreniyoruz.
İçeriden getirdiği anılar da onu rahat bırakmıyor bir yandan. Geceleri sıçrayarak uyandığı, kabuslar gördüğü oluyor ya da gündüzleri gözünün önüne gelen 19 Aralık görüntüleri... Yusuf’un içerideyken neler yaşadığına dair net bir bilgi verilmiyor ancak içinden çıktığı cehennemi tahmin edebileceğimiz duygular başarıyla aktarılıyor filmde.
Köyde neredeyse yalnızca ihtiyarlar kalmış. Yusuf’un çocukluk arkadaşı Mikail de hâlâ köyde yaşıyor, evlenmiş, çocuğu olmuş, marangozluk yaparak geçimini sağlıyor. Mikail, Yusuf’tan ayrı geçen yıllarını anlatırken üniversiteyi kazanamayınca babasının yanına birkaç ay çalışmak için girdiğini ve bunun üzerinden on yıl geçmesine karşın hâlâ aynı dükkanda olduğunu söylüyor. Ve diyor ki “Burası da bir çeşit cezaevi be Yusuf”… Bir başka sahnede karısından söz ederken “Ona çok aşıktım evlendiğimde şimdi eve gitmek bile istemiyorum” diyor. Yusuf’la olan ilişkisinde Mikail’in özverili bir dost olarak davrandığını, o köyü Yusuf için yeniden yaşanabilir kılan kişilerin başında geldiğini söyleyebiliriz.
Ve Eka... Mikail’in götürdüğü Yusuf’u barda tanıştığı seks işçiliği yapan Gürcü kadın. Kendisiyle birlikte olması için Mikail’in Eka’ya para ödediğini öğrenen Yusuf “Ben bu şekilde istemiyorum” der, böylelikle başlar dostlukları ve utangaç, baştan yorgun aşkları... Aslında küçük kentin aynı zamanda kırtasiye de olan kitapçısında kitap alırken gördüğü güzel kadın Eka’yı ilk karşılaştıkları anda fark eder Yusuf... Sonra barda otururken Yusuf’un mahçup ikisinin de hüzünlü ve mahzun bakışları buluşur. İşte böyle adımlarlar sürdürülmesi imkansız olanaksız ilişkilerini...
Eka memleketinde 4 yaşında bir kızı olduğundan söz eder bir otel odasında sohbet ettikleri ilk gece. Ona duyduğu özlemden... Eka’daki en coşkun duyguları ankesörlü telefondan belli ki kızıyla ya da kızına dair konuştuğu anlarda görürüz. Onun dışındaki zamanlarda ağır bir hüzün gibi yürür, öyle bakar Eka... Yusuf ise ona cezaevine girmeden önceki sevgilisi Neslihan’ın evlendiğini öğrendiğini anlatır o gece. Öylece konuşurlar sabaha kadar...
“Biliyor musun, sen şimdiki zamanda yaşamıyor sanki, Rus romanlarından kaçmış gibisin…” böyle diyor  Yusuf’a Rus romanlarını çok seven Eka. Aynı romanları belli ki Yusuf da seviyor. Sonra bir gece birbirlerinden habersizce biri otel odasında diğeri evde TRT’de gösterilen Vanya Dayı’yı izliyorlar. Hayatı beklentilerinin dışında geçmiş insanların öyküsünü yani... Tam olarak şu söz doluyor ikisinin de kulaklarına...
“Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçirecegiz.
Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de, yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz.
Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz...”
Eka Yusuf’a büyük bir şefkatle yaklaşıyor, Yusuf Eka’ya saygıyla... İkisinin de karşısındakinde bulmaya ihtiyaç duyduğu duygular belki de... Eka şefkatli bir endişeyle “doktora git” diyor Yusuf’a defalarca. O ise geçiştiriyor.
Eka Yusuf’a “Sen, en güzel günlerini sosyalizm istedin diye hapiste geçirdin?” diye soruyor gülümseyerek ve bunu da tıpkı Yusuf’un annesinin Mikail ile birlikte kar yağarken yaylaya çıkmaları üzerine “Çocuk musunuz oğlum” demesi gibi söylüyor. Bu söyleyişte Yusuf’un devrimci romantizmine duyduğu saygı, sevgi yatıyor. SSCB ve Gürcistan’daki sistem hayatlarının üzerine yıkılmış olsa da böylesi bir sevgiyle yaklaşabiliyor Eka.
SSCB’nin yıkılışına dair filmin hissetirdiklerini yine umudu da içeren bir hüzün olarak algıladım ben. Yusuf eve döndüğünde evin duvarlarına astığı resimleri annesinin indirmediğini görmüştü. O resimlere Yusuf’la beraber biz de bakıyoruz ve yine duvarda kalmayı sürdürüyorlar. Lenin’in sahte pasaportu için çektirdiği peruklu vesikalığı, EZLN’nin lideri Marcos ve büroktatik sosyalizmi eleştiren bir filmden kareler oradan öylece bize bakmayı sürdürüyor.
Eka ve Yusuf’un cinsel anlamda yakınlaşmaları zaman alıyor. Yine sohbet ettikleri bir gecenin devamında öpüştükleri sahne şehvetin ve şefkatin bileşiminin etkileyici bir örneği oluyor. Hemen devamında beyaz çarşaflar üzerinde ikisini de çıplak, cenin pozisyonunda ve yüzleri birbirine dönük uyurken görüyoruz. İyileştiren, onaran bir buluşma. İçeride tutulacak iyi gelecek bir anı...
“Yusuf, ne düşünüyorum biliyor musun, keşke her şeyi geride bırakıp uzun bir yolculuğa çıkabilseydik seninle” diyor Eka... Ama her ikisi de uzağa gidemeyecek kadar yaralılar... Uzağa gidemeyecek kadar yazgılılar kaderlerine…
Yusuf’un bisikleti, Eka’nın elindeki sallanan at... Birbirinin çocukluğunu onarmak, birbirinin çocuğunu avutmak...
Sonra Eka gider, hem de Yusuf onun vaat ettiği seyahati planlamışken... Onun gidişini öğrenmesi ardından Yusuf’un iskeleden dalgalara karşı durduğu sahnenin bize anlattığı Yusuf’un tamamlaması gerekenleri tamamlayacağı ve kaçınılmaz olanı burada tek başına karşılayacağıdır.
Artvin ve Karadeniz ise yalnızca üzerinde durulan bir mekandan çok karakter gibi katılmışlar filme... Evleri seyrek, dağ başlarında dağınık ve sisler içinde bir doğa… Akan gözyaşları gibi sürekli yağan yağmurlar... Film boyunca sık sık pencerelerden yaprakların döküldüğünü görüyoruz. Genç bir adamın ömrünün tükenişi gibi… Bir sonbaharlık zamanın kalması ve bunun bir ağacın yapraksız kalmasıyla ölçülmesi gibi… Film bittiğinde evin önündeki sedirde siz de yatmış, yayladaki eve çıkmış, kuzineyi yakmış, yanında rakı içmiş, o battaniyelere sarılmış gibi hissediyorsunuz kendinizi. Çünkü öylesine gerçekler her biri...
Eşlik eden müzikler özellikle piyano harika... Tuşlarına dokunulduğunda yüreğimize basıldığını net hissettiğimiz ve duygularımızı Karadeniz gibi dalgalandıran o müzikler… En sondaki ağıt, o Karadeniz ezgisi, hepimizin eksik yaslarını anlatıyor biraz da...
Film boyunca bir kum saatinden tek tek düşen tanelerle birlikte akıyor sanki zaman... Ve Yusuf’un nefesi tükeniyor, ciğerleri azalıyor gözlerimizin önünde... Hareketleri yavaşlıyor, gözaltları morarıyor, endişelerimiz artıyor. Arkadaşı Mikail anlamıyor, sigara tutuyor, annesi Yusuf için ballı sütler hazırlıyor ikisi de fark etmiyor.
Filmdeki uzun sessizlikler. Yusuf’un sessizliği… Uzayabilecek sohbetlerden kaçışı… Hemen hemen hiçbir sohbeti çoğaltamayışı… Nefesinin sonunu idareli kullanmalı… Ciğerlerini dört duvarın soğuğu, nemi arasında doktorsuzluktan yitirmiş, uzun süreli açlık grevlerine vermiş belli ki son ana dek zulümden payına düşenden kaçmamış Yusuf, şimdi kendini uzun uzun anlatmak istemiyor öylece usulca yaşıyor. Film boyunca öfke ya da taşkın bir hal gördüğümüz tek bir sahne var; dağ başında attığı çığlık... Ölmek üzere olan bir kurdun dağlara haykırışı gibi bağırıyor. Yaralı bir çığlık onun bedeninden çıkarak güçsüzlüğünü haykırıyor.
Filmin sözü az. Ama kesinlikle suskun bir film değil... Hüznü konuşturmayı iyi bilen bir film Sonbahar. Gösterime girdiğinde hakkında yürüyen tartışmaları düşünüyorum. Yönetmen, filmin umutsuz olduğunun Yusuf’un da vazgeçmiş ve pişman olduğunun düşünülmesinden korktuğunu ifade etmiş. Filmi de Yusuf’u da Özcan Alper’in endişe ettiği biçimde gören ve böyle eleştirenler mevcut ama ben yönetmenin ilettiğini ifade ettiği mesajı net biçimde verdiğini görüyorum ve eleştirenlerin ortaya koyduklarını doğru bulmuyorum.
Birileri devrimcilerin olumsuz anlamda “değiştiğini” ifade ettiklerinde değerlerinin dışında davrandığını anlatmak isterler. Burada Yusuf’un bu anlamda değiştiğini düşünmek ya da söylemek ise mümkün değil. Tüm fiziksel zorlanmalarına rağmen köydeki çocuğa ders çalıştırması, onunla emeğini sunduğu bir ilişki içine girmesi, öleceğini sezmesi ardından çocuğa söz verdiği bisikleti alması, köylülerle girdiği kırıcı olmayan ilişki, kibirden uzak mütevazi tavırları, Eka ile birlikte uzaklara gitmek ve onu sıkıntılı hayatından uzaklaştırmak için planlar yapması yani ilişki kurmak için seçtiği insanlar ve ilişkilenme zeminleri düşünüldüğünde davranışlarının referanslarının ve temel değerlerinin değişmediğini görüyoruz.
Yusuf’un pişmanlığına dair de bir emare yok. Filmin daha başında doktorun söylediği bir çeşit pişmanlık yasasından faydalanmayışı da bir gösterge… Muhtemelen ortak bir siyasal geçmişe sahip oldukları arkadaşının sahilde otururken söylediği “Ama hiçbir şey boşuna değildi. Yine yaşanması gerekiyorsa, yine yaşarız” sözlerinin Yusuf’u da kapsıyor olması da…
“Yusuf cezaevinden çıktığında da devrimci miydi?” bu soru üzerinde de tartışmalar döndüğünü görüyoruz. Devrimcilik sadece örgütlü olmaya ve örgütlü faaliyete indirgenirse (ki bu topraklarda yapılan mühim bir yanlıştır) ve örgütlü faaliyet de pratik yaşamda üstlerinin emirlerini yerine getirmek biçiminde karikatürize edilirse Yusuf devrimci bulunmayabilir belki. Fakat devrimci oluş değerler çerçevesinden ele alınırsa oradan tanımlanırsa (ki ben böyle yapılabileceği kanaatindeyim) son gücüyle var gücüyle yaptıklarına baktığımızda Yusuf için aksinin söylenemeyeceğini görüyoruz.  Filmin bir sahnesinde Yusuf’un eski fotoğraflarını görüyoruz. O fotoğraflardaki gülüşüyle aradan geçen on yıldan sonraki gülüşü, yüz ifadesi çok farklı. Yaşadıkları nedeniyle duygusal zemini tamamen değişmiş. Hüzün ve belki keder daha hakim olmuş havaya ama onun temel davranış biçimi ve saikleri belli ki değişmemiş. Demek ki her hangi bir duygusal değişikliğe rağmen taşıyabildiği değerlere sahip olabilir kişi...
90’larda üniversite öğrencisi olan ve politikayla aktif olarak uğraşmış biri olarak ben de arkadaşlarımın ve biraz da kendimin öyküsü olarak görüyorum bu filmi... O dönemde öğrenci eylemlerine katılan, haksızlıklara karşı çıkan gençler için neredeyse tesadüflerle belirlenen “kader”lerimiz kimimizi cezaevinde ölüme götürürken kimimizi bunları izlemek zorunda bıraktı. Bu gerçeklik karşısında “biz ölmedik, cezaevine düşmedik” gerçeği “şanslıymışız”a dönüşmüyor tersine belki de bir nevi “hayatta kalanın suçluluğunu” yaşamamıza, içimizde hep taşıdığımız bir boşluğa, yoğun bir acıya tekabül ediyor. “Yaprak döken” yanımız, sonbaharımız içimizde hep bizimle geziyor, yitip giden o gençlerin gözleri ansızın karşımıza çıkıp bize bakıyor. Ve biz yaş alırken onlar hep genç kalıyor.
Sonbahar filminin benim açımdan bir diğer anlamı, politik olarak işlerin pek de yolunda gitmediği bir dönemde etrafımdaki insanların da benim de zaman zaman içine düştüğümüz zorlu duygulara ilişkin biraz geçmiş referansıyla düşünme ihtiyacıdır. Dışsal faktörler ve politik atmosferin bireysel yaşamımda bıraktığı izler nedeniyle en yoğun acı çektiğim, en büyük çaresizlikleri hissettiğim dönem 19 Aralık 2000 günü başlayan süreçtir. 19 Aralık’ta cezaevindeki insanlara (yani topu tüfeği bulunmayan mahpuslara) ne denli vahşice saldırılabildiğini görmek yirmili yaşlarımın başında olduğum o günlerde bana şunu anlatmıştı “Bunu yapanlar her şeyi yapabilir”... O günden sonra yaşananlara şaşıramamam, tersine “bu kadar da olmaz ki” diyenlerin belleksizliğine şaşmam bu nedenledir. 19 Aralık günü yıllarca sürecek bir karanlık döneme girdi ülke ve benim açımdan da yıllarca sürecek bir yas süreci başladı. Yas dediysem isyandan bağımsız değil kuşkusuz. Bakmayın siz “ya yastasın ya isyandasın” ikiliğini dayatanlara... İnsan da çok şey yanyana olur “bir yanımız bahar bahçe” de olur. Bu ülkede politik arenada yazık ki yas kötü sayılır, ötelenir. Bu tutumda olumsuz anlamda çok erkekçe bir tavır var kuşkusuz. Üzüntüyü güçsüzlük sayan bir hal var bunun içinde... Üzüntüyü reddeden illa ama illa çatık kaşlı ve öfkeli oluşu güçlü zanneden. Hem üzülüp, hem öfkelenecek hem de gülümseyip mutlu olacak, en dibe vurduğu yerden bir gülüşün getirdiği umudun peşine düşecek insanı, tüm diyalektiği ve çoğulluğu içinde göremeyen bir çiğlik ve toptancılık hakim oluyor bazen havaya... Onlara kulak asmayalım bence. Özcan Alper de bu filmde kulak asmamış misal... Yusuf’un devrimciliği yerli yersiz öfkelerle burnundan solumayla dolu değil... Üzüntüsüyle, neşesiyle, hayal kırıklığıyla, direnciyle, ölümü, acı ve katı gerçeği olgunlukla kabulüyle görkemli bir insan Yusuf. Sonbahar filmini güzel ve gerçek kılan öğelerin başında bu faktör geliyor. Filmi sevmeyenlerin, Özcan Alper’in umutsuzluğu anlattığını söyleyenlerin göremeyeceği şey işte bu çeşitlilik... Üzüntüye, hüzne ve boşluğa tahammülsüz insanların bu filme ilişkin tavırları manidar elbette. Onların hüzünde, üzüntüde kalamayan, acıyı yaşayamayan, hastalığı ve bunun getirdiği güçsüzlüğü bile anlamayan, böyle olduğu için yenilgiye kayba dair konularda düşüncede duramayan, kalamayan dar pratikçi ve ültimatomcu tavırlarının bu filmi kıyasıya eleştirmesi elbette çok anlaşılırdır.
Diğer yandan umudu göremeyen depresif, boşluğa takılı bir halin de bu filmi bütünlüğüyle kavraması ve filmin içerdiği düşünce ve duyguların tamamını kapsaması zordur. İntiharı ve depresyonu bilinçli ya da örtük biçimde yücelten yaklaşımların filmdeki yaşama arzusunu, anda kalabilişi, umudu görememesi eksikli bir kavrayışa yol açar.
Daraltan bu iki bakışın göremedikleri bir yana Sonbahar filmi bir depresyon anlatısı değil. Depresif bir film de değil. Sonbahar bir veda, yas ve hüzün filmi... Tam bir sonbahar filmi...
Kan ve gözyaşı yok filmde. Kahramanının trajedisine üzülüp vahlayıp ahlayıp geçeceğiniz filmlerden değil Sonbahar… “Oh ağladık ağladık çıktı gitti içimizden 19 Aralık” diyebileceğiniz filmlerden biri de değil... Taa yüreğinize oturan ve oradan kolay kolay da kaldırılamayacak bir film Sonbahar.
“...her daim düşleri peşinde koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına...'' diyor Özcan Alper filmin sonunda… Bu film bizim gerçeğimizdi. O filmdekileri tanıyorduk. En çok da Yusuf’u. Aynı düşlerle benzer yollara çıkmıştık onunla.
Yusuf, bizim defalarca güle oynaya kantinde çay içtiğimiz arkadaşımız,
Yusuf, eski sararmış bir fotoğrafta bir yer sofrasından bize bakan yoldaşımız,
Yusuf, ciğerlerini parça parça tükürerek ölen yüzlerce devrimcinin yüreğimizdeki anısı,
Yusuf,  “….. ölümsüzdür” yazılarının başında gözlerini gördüğümüz gençlerin ardından akan gözyaşımız,
Yusuf, vakurca yitip gitmeyi başaran, mağlubiyeti de zafer gibi kucaklamayı bilen bilge yanımız,
Son anında bile aşık olabilen umudumuz Yusuf,
Yusuf koluna girip kurtarmak istediğimiz, Yusuf kendisine nefesimizi vermek istediğimiz…
Yusuf bizim hiç bitmeyen yasımız,
Yusuf omzumuzda asılı duran kızıl bir tabuttur.
Yusuf’tan bize ne kaldı? Tamir edilmiş bir tulum, armağan edilecek bir bisiklet, yarım kalmış bir aşk, kapısı çalınıp teselli edilecek anası ve sürmekte olan bir mücadele…
NOT: Psikesinema dergisinin Ocak-Şubat (2017) sayısında yayınlamıştır.


SATICINIZDAN ISRARLA İSTEYİNİZ KONULU BİR ANI  :  

Romanın kitabevlerinde olup olmadığını öğrenmek için dün yayınevini aradım. "Çoktaaan gitti. Ankara'da Dost'a İmge'ye bir sor gidip tanış, Ankaralı yazarların kitaplarını bitince hemen istemeye özen gösteriyorlar" dedi Yalçın. Sağolsun. Neyse öğleden sonra bir saat boşluğum vardı. Önce İmge'ye gittim. Baktım baktım tabii yeni çıkanlar bölümünde yok. Orada böyle reklamı yapılan kitaplar, büyük sermayeli yayınevleri falan var. Olsun kitaptır. Neyse çok çekinerek danışmadaki adama yaklaştım. Öylece masa üstündeki kitaplara falan baktım. Sonra sesim acayip tizleşerek adeta ürkek bir çocuk gibi sordum "Jaguarın Gözleri var mı?" Sistem yavaş tabii tüm ülkede böyle bir hal var malum. Tüm kurumların, şirketlerin sistemi yavaşlıyor bizim bir işimiz olunca neyse. Bekledik bir süre sonra "Yok, yarın gelecek" dedi. Bütün cesaretimi topladım. Ama ses yine tiz yine çocuk gibi çekilmiş içine "O kitabı ben yazdım da..." dedim. Sanki kitabevi personeline değil de o ses türkiye jurisine ya da yeterlilik jurisine falan sesleniyorum. Adam bi ciddileşti, bi tuhaf hal aldı. O da kendini juri zannetti. Suratıma bakmıyor. "Yok işte, yarın gelir" dedi... "Hayırlı olsun derler de ya imza isterlerse" diye düşünürken başıma gelen bi hayli beklenmedik olmuştu. Kös kös çıktım dışarı... Nereden yazdım bu kitabı. Hay yazmaz olaydım diyecektim neredeyse. Bir yandan olay komik gülüyorum kendime...
Neyse yılmadım. Dost'a da gittim. Seziyordum orada farklı olacaktı her şey. Oradaki danışmada başka bir taktik izledim. Öz güvenle ve kendi sesimle sordum "Arthur Miller, Satıcının Ölümü var mı?" Adam bilgisayara baktı, sonra yüzüme baktı gülümseyerek insani bir diyalogla "Malesef kalmamış" dedi. Cesaretim yerine gelmişti. O hızla İkinci hamlemi de yaptım. "Peki Jaguarın Gözleri var mı?" Kahretsin sesin yarısı yine çıkmamıştı. İlk deneyim de kötü tabii... "Var dedi adam, bir nolu danışma size yardım etsin". Adam hala normaldi ve ben bir adım daha attım. "O kitabı ben yazdım da..." Ses gitti :) Adamın da eski halinden eser yok şimdi. Gülen yüzü asıldı, bedeni kasıldı. Yüzüme bile bakmayarak "Bir nolu danışmadan göstersinler kitapları" Ben devam "yani arkadaşlar buradan alır da nerede olduğunu görmek istedim" Adam bana bakmıyor. "Danışmaya sorup bulurlar var elimizde 2 kitap"
Diğer danışmaya gitmedim tabii, aldım ağzımın payını kös kös çıktım kitabevinden. Biri şımarmak mı dedi. Bütün akşam güldüm halime. Bir ay kadar kitapçılara gidemeyecek kadar travmatize olduğumdan siz kitabı sorup kalmadıysa talep ederseniz sevinirim. Romanın dağıtımı yapılmış anlayacağınız. Haa kitabı rafta gördün mü derseniz. Görmedim doğrusu :)
Akşam Tulinaycığımın harika mesajı (kitabı okumuş düşüncelerini yazmış) gelene dek kitap yazdığım için hissettiğim suç işlemişlik duygusu üzerimden silinmedi :)
Saygılar canlar...

14 Mart 2017 Salı

Gelecek kaygısıyla çöken bir gençlik, geleceğin umudu olamaz   

Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk
Gece trenlerine binme kaybolursun,
Sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun.
Attila İlhan
12 Mart’ta üniversite seçme sınavlarının ilki oldu. Ben de bir gerginlik, bir can sıkıntısı… Sınavın çağrışımlarıyla baş etmek kolay olmadı. 11 Mart’ta Berkin’in ölüm yıldönümünün bir gün sonrası… Geçen yıl 13 Mart’ta yaşanan Güvenpark’taki patlamanın bir gün öncesi… Geçen yıl 13 Mart, yine üniversite sınavı sonrasıydı. Orada o durakta yitirdiğimiz gençler… Berkin’i ve yaşıtı nicelerini yaşatamadığımız bir ülkede olduğumuza mı yanayım, TEOG, YGS, LYS, KPSS sınavlarına hazırlana hazırlana ruh sağlığı bozulmuş gençlerin gözlerindeki ışığı koruyamayışımıza mı üzüleyim bilemedim.
Her şey etiketli ya çağımızda gençlerin aslında binbir çeşit sorunları, çözümleri iki ayrı etikete sıkıştırılmış durumda. “Sınav kaygısı”, “dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu”… Diğer sorunları pek de kimsenin umrunda değil. Anlam arayışları, okullarda çok uzun saatler kalışları, okul kantinlerinin pahalı ve sağlıksız yiyecekleri, depresif halleri, kendilerine zarar vermeleri, hayatlarının hiçbir döneminde olamayacak denli yoğun duygusal ilişkileri, kimlik inşa süreçleri… Yazık ki eğitim sisteminin umrunda değil.
Kapitalizmin insan anlayışında yetişkin için olduğu gibi genç de işlevselliğiyle tanımlı çünkü. Okulda derslerini yeterince dinleyemiyor mu? Dikkati dağınık olabilir? Ver bir hap… Sınav kaygısı mı var. Hızlıca tedavi et… Birkaç gevşeme egzersizi “Başarırsın, aslansın, kaplansın” telkinleri… Olmazsa ez, geç genci. “Basiretsiz! Kıymet bilmez! Amacı yok bunun amacı…” Eğer derslerinde başarılıysa, kurallara da uyuyorsa intiharın eşiğinde olsa fark etmeyiz büyük çoğunluğunu emin olun. O kadar vakti yok kimsenin gençlere, o kadar sabrı yok hiçbir sistemin. Elbette dikkatli ve özenli ebeveynler var, elbette harika öğretmenler var. Ama azlar, nasıl çok olsunlar. Kendi duygusunu, sorununu bilmeyen çocuğunu nasıl bilsin. Günde 12 saat çalışan, ancak çocuğunun bakımını sağlayabilir.
Neyse dert çok. Ben biraz sınava dair söz söyleyecektim. Sınavlarda bile onca hile yapılmış, sınavsız olsun demiyorum tabii de… Şöyle diyorum. Hiçbir yeri doğru olmayan sistemin en yamuk yerine gelmiş bulunuyoruz sınav deyince. Sınavdan önce “kaygı” yaşıyor ya çocuklar, öyle böyle bir iş değil o. Mideler iflas, suratlar sivilce patlaması, kalp zaten artık normal atmamaya alışmış… Yerli yersiz ağlamalar, öfke patlamaları, gençlere patlayanlar… Onların hayatı zor hem de çok.
Şimdi bu durumda ben hangi gence başarılar dilesem, olmuyor. Dileyemiyorum içten bir şekilde. Bu öyle rezil bir hal ki, illa birinin sevinci diğerinin üzüntüsü oluyor. Ve o motivasyon konuşmalarında hep “yenmek, yenmek” üzerine konuşuluyor. Yendiğin de kim? Senin gibi olan, senden olan diğeri… Sonra benim tanıdığım gençler kazanınca da yarım sevincim. İnanın kendim kazandığımda bile öyleydi. Ki zor koşullarda kazandım ben. Bir işte çalışıyordum tam zamanlı, dershaneye gitmiyordum. İşten kalan zamanlarda çalışarak girmiştim üniversiteye ama yine aynı duygu. Çirkin geliyordu sevinmek içimde bir yerlerde. Hani bazı sınavlardan sonra çıkıyor ya haberler “çoban çocuğun büyük başarısı” falan diye. Çok büyük puan almış. Ya peki o puanları alamayan çoban çocuklar? Onlar gündemimizde değil. Bu da “bu sistemde de başarabilirsiniz”ci, onarmacı, düzeltmeci, isyan eden yerlerimizden düzene bizi tekrar yamayan haberler işte. “Çoban çocuk senin sınava hazırlanması için servet harcadığın çocuğunu geçti n’aber?” Sanki burjuvaya kendi çocuğu üzerinden verilen bir ceza. O senin içini soğutuyor sadece yoksul kardeşim. O burjuvanın umrunda değil çocuğunun puanını geçen diğerleri. O her durumda verir parasını okutur iyi okullarda… Neyse, neyse…
Biz birilerini tanıdığımız için onların kazanması iyi, diğerlerini tanımadığımız için onların kazanamaması daha az kötü değil. Biraz zor bir cümle oldu ama demem o ki bizi hep bizimle yarıştırıyorlar her daim. Ve aslında kazansan da kaybetsen de ömründen kaç yılı alıyorlar, özgüveninden kaç parçayı, sağlığından kaç birim götürüyorlar? Sonuçta kim kazansa kim kaybetse de adına “sınav kaygısı” dediğiniz berbat hali yaşadıkları için bile, ruh sağlıkları böylesine bozulduğu için dahi hepimiz kaybediyoruz. Bunun üzerine şunu da söyleyeyim genellikle puanına ve parasına göre bölüm seçtikleri için pek de kimseler yeteneğine uygun işi yapmıyor. Üreyen her türlü mutsuzluk…
Biliyor musunuz neler yapıyorlar çocuklara? Uykularının gelmesini engelleyecek şeyler içiriyorlar, “5 saat uyuyacaksın, sonra 4 saate düşüreceksin” diyorlar. Bunları anne-babalarına da söyletiyorlar üstelik, öğretmenlerine de. Kim kimi seviyor bu ülkede? En çok çocuklarımızı seviyoruz, onlara da bunu yapıyoruz. Sevgi mi? Nasıl bir şey olduğunu yeniden mi konuşsak acaba?
Ah be çocuklar! Keşke bunca kaygı dolu bir dünya olmasaydı buralar… Keşke Ankara sokaklarından sınavdan bir gün önce dolaşırken bomba kaygısı yaşamasaydınız, daha 17 yaşında taşı sıksanız suyu çıkacakken gelecek endişesiyle A, B, C şıkları arasında eliniz titremeseydi. Gençlerin özellikle ruh sağlığından daha kıymetli bir şey yok oysa, bir bilebilseydik.
Sonra düşünüyorum bu mutsuzluklar ülkesinde yaşamak üzerine. İnsanlara soru sorduğum bir işim var benim. Doğum öykülerini dinliyorum. “Aslında erkek istemişler”, “Bana hamile kalmasa boşanacakmış annem”, “Adımı mı? Annem hiç istememiş ama babaanemin adını koymuşlar. Hala ismimi söylerken rahatsız oluyormuş gibi geliyor”, “Bizimkiler mi? Birbirlerini sevdiklerini sanmıyorum”… Daha baştan çok da istenmemiş, kürtaj günah sayılmasa, boşanmak kadının cinsiyetçi her türlü baskıya maruz kalması anlamına gelmese epeycesi doğurulmayacak çocuklarla dolu bir ülke burası. O çocukların çocukları olunca gördüğü sevginin belki az fazlasını verebiliyor hepsi bu işte.
Çocuk yapıp yapmamanın gerçek bir karar bile olamadığı bir ülkede, aslında gerçek sorularla büyütülmeyen çocuklara, manipülatif, işgalci, şiddetli ilişkilerle dolu bir toplumsal dokuda durup dururken “A mı? B mi? C mi? D mi? E mi?” diye soruyorlar. Bu sınavlarda sadece bilgisizlikten, yeterince çalışamamaktan başarısız olmuyor çocuklar. Seçim yapma meselesinin yarattığı kaygı yüzünden perişan oluyorlar.
Kaygı düzeyi en yüksek çocuklara soruyorum. “Bir yerde menüden yemek seçerken de zorlanıyor musun ya da bir mağazada giysi ya da ayakkabı alırken?” Yanıt hiç değişmiyor: “Evet zorlanırım.” Çünkü kapitalizm mağazalarda da aynı manipülasyonu yapıyor. A, B, C, D, E şıklarıyla sanki hayati önemde farklar varmış gibi sunulan mesele, mağazalarda lokantalarda da aynı. Hepimiz birbirimizin benzeri şeyleri giyindiğimiz halde ortalık mağazadan, markadan, modelden geçilmiyor çünkü. Bir seçenekmiş gibi yapan, bir manası varmış gibi sunulan markalar… Onlar arasında seçim yapmak boş zamanlarımızın temel belirleyeni üstelik. Zaten kana kana içemediğimiz yudum yudum sunulan o boş zaman. Seçenekmiş gibi sunulanlar dışında seçenekler olduğunu düşünmek giderek zorlaşıyor. Gerçekten öğrenmekten zevk alınabileceğini düşünmek misal. Bir seçenek olmaktan çıkıyor. Anlamın dünyasından giderek uzaklaşıyoruz. Neden yarı fiyatına aynı yemeği yiyebilecekken burada yiyorum? Neden bu 3 montum varken bu dördüncüyü aldım şimdi, üstelik bu parayı kaç günde kazanıyorum ben? Neden doktor olmak istiyorum? Neden ders çalışıyorum? Neden bu seçenekler arasından birini seçiyorum?
İşte böyle anlamından kopuk yaşadığımız hayatlarımıza anlam yükleyemediğimiz ölümler düşüyor. Daha geçen yıl bir 13 Mart günü durakta otobüs beklerken ODTÜ’yü yeni kazanmış bir genç ölüyor ya da daha o gün sınava girmiş bir çocuk. Ölüm rastgele dağılıyor bir eğride. 10 Ekim günü rastgele yaklaşık 100 kişiyi öldürmeyi hedefliyorlar Gar’ın önünde. Tesadüfen ben değil de bir diğeri ölüyor orada, benim değil de öbürünün sağlığı bozuluyor geri dönülmezcesine. Bir dahaki sefere belki siz belki ben… Mezuna kalınca belki? Tuhaf değil mi yaşananlar? Her türlü aykırı değil mi milyonların çıkarına. Canımız, terimiz pahasına bu olanlar? Anlam nerede? Bizim için olan anlam?
Seçenekler de azaltılıyor giderek. A, B, C, D, E değil “Evet mi? Hayır mı?”ya sıkıştı her şey. Benim yanıtım hiç değişmiyor. Anlamına kavuşana dek hayat, NEDEN diye sormalı, HAYIR demeli bolca…