SONBAHAR
19 Aralık 2008 günü gösterime
giren Sonbahar filminin yönetmeni ve senaristi Özcan Alper “Bu film benim
vicdan borcumdu” diyor. 1975 doğumlu yönetmen, kendi kuşağının siyasal
öznelerinin, belli ki tanıdıklarının, arkadaşlarının bu anlamda belki biraz da
kendisinin biraz da bizlerin gençlik dönemi tanıklıklarını anlatıyor. O kuşağın
umutlarını, acılarını, kırıklıklarını ve yaralarını filmin başkarakteri
Yusuf’un hayatının son mevsimini, ömrünün sonundaki hüznü, kayıplarına ilişkin
sızısını anlatarak bize yakınlaştırıyor.
Film, 19 Aralık 2000 günü
cezaevindeki devrimcilere bir megafonla seslenilen sahne ile yani devletin
sesiyle başlıyor. Gerçek görüntüleri izlerken duyduğumuz o ses, içeridekilere
açlık grevini ve direnmeyi bırakmalarını, yaşamanın güzel olduğunu, ölmeyi
seçmemeleri gerektiğini söylüyor. Ve sonra yangınlar başlıyor. Diri diri yanan
insanları görüyoruz. Film bizi anımsamaya davet ederek başlıyor. 19 Aralığı...
“Hayata Dönüş” adı verilen, onlarca insanın ölümüne, yüzlercesinin sakat kalmasına
neden olan, kimyasal silahlar kullanılan bir operasyonu tüylerimizi diken diken
ederek hatırlatıyor. Parmaklıkların arkasından zafer işareti yapan ellerin
görüntüleri ve sloganlar eşliğinde girdiğimiz film başta vaat ettiği kan,
gözyaşı ve ölüm dolu anlatılara uymayan şaşırtıcı bir sükûnetle karşılıyor
bizi...
Hemen ikinci sahnede hapishane
revirindeki Yusuf’u görüyoruz. Onu muayene eden doktor “Bu kadar hasta olmana
rağmen yine revire ayakların çıplak gelmişsin. Ciğerlerin bitmiş, açlık
grevleri döneminde de uyarmıştım seni” diyor ve ardından yüzünde çaresiz bir
ifadeyle masasındaki evrakları imzalıyor. Yine orada “Durumu senden daha hafif
olanlar 309. Maddeden yararlanarak çıktılar” diyen doktor, Yusuf’un iyileşmek
ve kurtulmak için çabalamayışına vurgu yapıyor. Yönetmenin burada yaptığı vurgu
ise doktorunkinden hayli farklı... Yusuf’un tüm sağlık sorunlarına karşın
arkadaşları ile birlikte açlık grevlerine katıldığını, dışarı çıkmak için af talebi
anlamına gelecek başvurular yapması gerektiğini ve sağlığını yitirmek pahasına
bu seçeneği reddetiğini gösteriyor bizlere... Doktorun ölüme götüren bir inat
olarak gördüğü tutumu, yönetmenin bize baskıya karşı direnç olarak anlattığını
filmi izlemeyi sürdürdükçe daha iyi anlıyoruz.
12,5 yıllık cezasının 10 yılını
tamamladığında doktorun imzaladığı kâğıtlarla adeta cezaevinde değil de
dışarıda ölmesi için salıveriliyor Yusuf. Sonra Yusuf’un bir otobüs camından
bakan hüzünlü gözlerinden Karadeniz’i görüyoruz. Köyüne varmasına az kala
tarihi taş köprü üzerinden yaya yürüdüğü sahne bir dönemden diğerine geçişi
estetik biçimde anlatıyor. Köydeki ahşap, küçük ve yoksul evinin kapısında
artık iyice ihtiyarlamış bir köpek karşılıyor onu. Köpeği görünce şaşırıyor
Yusuf. “Belki de o cezaevine girdiğinde bu köpek yavruydu” diye düşünüyoruz.
Filmde gösterilmemiş olsa da yıllar öncesine dair bir görüntü beliriyor
gözlerimizin önünde. Köpeğin henüz yavru olduğu Yusuf’unsa çok genç olduğu
zamanlarda bu kapının önünde koşup oynadıkları neşeli bir fotoğraf belli
belirsiz bir imge olarak içimizdeki hüznü besliyor. Eve girdiğinde pencerenin
önüdeki sedirden dışarıya bakan annesini görüyor. On yıldır bekleyen bir ana
gibi bakıyor ama sanki oğlu bir kaç ay sonra okuldan tatile gelmiş gibi bir
doğallıkla sarılıyor evladına... Hergün yaptığı bir işin sadeliğiyle sofra
kuruyor oğluna.
Anne oğluyla Hemşince konuşuyor.
Biz izleyiciye sanki anne ile çocuk arasında herkesle konuştuklarından ayrı bir
lisan varmış gibi geliyor. Filmin başında oturan anneyi filmin devamında hep çalışırken
görüyoruz. Günlerin geçişi sabah ezanıyla uyanan anneyle bize gösteriliyor ve
tabii bir de horozun, ineğin yani doğanın sesleriyle...
Filmde pencerelerin çok
kullanıldığını görüyoruz. Olup biten pek çok şeyi ve sıklıkla yağan yağmurları pencerelerden
izliyoruz. Parmaklıklı pencerelerden dışarıya haykıran mahpuslar, pencerenin
dışından içeriye bağıran devlet, revir sahnesinde doktor Yusuf’a durumunun kötü
olduğunu söylediğinde onun camın önündeki güvercine bakması, otobüslerin
camları, Eka’nın pencerenin ardındaki hüzünlü yüzü ve Artvin’deki evin camından
izlediklerimiz... Yıllarca cezaevinde beklemeye, hayatı içeriden izlemeye dair
bir metafor gibi pencereler...
Annesi Yusuf’un öksürüklerine,
nefes almakta zorlanmasına çözüm olarak sürekli ballı süt hazırlıyor, onu
şefkatle oğluna içiriyor. Büyük bir sadelikle “Sen yokken yiyemedim” diyor
annesi, “içemedim” diyor.
Yusuf’un cezaevinde olduğu
yıllarda ailede de pek çok değişiklik olduğunu öğreniyoruz. Annesiyle birlikte
albümlere bakarlarken ablasının düğün fotoğraflarını, yiğeninin fotoğraflarını
görüyoruz. Yusuf’un yokluğu koca bir boşluk yaratıyor anılarda... Babasının
fotoğrafı ile karşılaşıyor sonra... Babası o cezaevindeyken ölmüş, kırgın
gitmiş oğluna. Cezaevine girdiği için, belli ki “o işlerle” uğraştığı için
kızıp görüşüne bile gitmemiş Yusuf’un. Annesi babasının mezarını temizlerken yanına
gitmeye çalışıyor sonra gidemiyor dönüyor, köyden biri ölüyor, cenazenin bir
bölümüne katılıyor, defin için mezarlığa doğru gidilirken yoldan dönüyor, devam
edemiyor. Belli ki babanın hakkıyla tutulamayan yası onu çok zorluyor.
Yokluğunda yapılan düğünler, cenazeler... Ablasıyla telefonda konuşuyor, yarıyıl
tatilinde gelebileceklerini öğrendiğinde biraz buruluyor nedenini filmin
sonunda öğreniyoruz.
İçeriden getirdiği anılar da onu
rahat bırakmıyor bir yandan. Geceleri sıçrayarak uyandığı, kabuslar gördüğü
oluyor ya da gündüzleri gözünün önüne gelen 19 Aralık görüntüleri... Yusuf’un
içerideyken neler yaşadığına dair net bir bilgi verilmiyor ancak içinden
çıktığı cehennemi tahmin edebileceğimiz duygular başarıyla aktarılıyor filmde.
Köyde neredeyse yalnızca
ihtiyarlar kalmış. Yusuf’un çocukluk arkadaşı Mikail de hâlâ köyde yaşıyor,
evlenmiş, çocuğu olmuş, marangozluk yaparak geçimini sağlıyor. Mikail,
Yusuf’tan ayrı geçen yıllarını anlatırken üniversiteyi kazanamayınca babasının
yanına birkaç ay çalışmak için girdiğini ve bunun üzerinden on yıl geçmesine
karşın hâlâ aynı dükkanda olduğunu söylüyor. Ve diyor ki “Burası da bir çeşit
cezaevi be Yusuf”… Bir başka sahnede karısından söz ederken “Ona çok aşıktım
evlendiğimde şimdi eve gitmek bile istemiyorum” diyor. Yusuf’la olan
ilişkisinde Mikail’in özverili bir dost olarak davrandığını, o köyü Yusuf için
yeniden yaşanabilir kılan kişilerin başında geldiğini söyleyebiliriz.
Ve Eka... Mikail’in götürdüğü Yusuf’u
barda tanıştığı seks işçiliği yapan Gürcü kadın. Kendisiyle birlikte olması
için Mikail’in Eka’ya para ödediğini öğrenen Yusuf “Ben bu şekilde istemiyorum”
der, böylelikle başlar dostlukları ve utangaç, baştan yorgun aşkları... Aslında
küçük kentin aynı zamanda kırtasiye de olan kitapçısında kitap alırken gördüğü
güzel kadın Eka’yı ilk karşılaştıkları anda fark eder Yusuf... Sonra barda
otururken Yusuf’un mahçup ikisinin de hüzünlü ve mahzun bakışları buluşur. İşte
böyle adımlarlar sürdürülmesi imkansız olanaksız ilişkilerini...
Eka memleketinde 4 yaşında bir
kızı olduğundan söz eder bir otel odasında sohbet ettikleri ilk gece. Ona
duyduğu özlemden... Eka’daki en coşkun duyguları ankesörlü telefondan belli ki
kızıyla ya da kızına dair konuştuğu anlarda görürüz. Onun dışındaki zamanlarda
ağır bir hüzün gibi yürür, öyle bakar Eka... Yusuf ise ona cezaevine girmeden
önceki sevgilisi Neslihan’ın evlendiğini öğrendiğini anlatır o gece. Öylece
konuşurlar sabaha kadar...
“Biliyor musun, sen şimdiki
zamanda yaşamıyor sanki, Rus romanlarından kaçmış gibisin…” böyle diyor Yusuf’a Rus romanlarını çok seven Eka. Aynı
romanları belli ki Yusuf da seviyor. Sonra bir gece birbirlerinden habersizce
biri otel odasında diğeri evde TRT’de gösterilen Vanya Dayı’yı izliyorlar.
Hayatı beklentilerinin dışında geçmiş insanların öyküsünü yani... Tam olarak şu
söz doluyor ikisinin de kulaklarına...
“Yaşayacağız Vanya Dayı. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçirecegiz.
Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de,
yaşlılığımızda da, dinlenmek bilmeden, başkaları için çalışıp didineceğiz.
Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın
ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz...”
Eka Yusuf’a büyük bir şefkatle
yaklaşıyor, Yusuf Eka’ya saygıyla... İkisinin de karşısındakinde bulmaya
ihtiyaç duyduğu duygular belki de... Eka şefkatli bir endişeyle “doktora git”
diyor Yusuf’a defalarca. O ise geçiştiriyor.
Eka Yusuf’a “Sen, en güzel
günlerini sosyalizm istedin diye hapiste geçirdin?” diye soruyor gülümseyerek
ve bunu da tıpkı Yusuf’un annesinin Mikail ile birlikte kar yağarken yaylaya
çıkmaları üzerine “Çocuk musunuz oğlum” demesi gibi söylüyor. Bu söyleyişte Yusuf’un
devrimci romantizmine duyduğu saygı, sevgi yatıyor. SSCB ve Gürcistan’daki
sistem hayatlarının üzerine yıkılmış olsa da böylesi bir sevgiyle
yaklaşabiliyor Eka.
SSCB’nin yıkılışına dair filmin
hissetirdiklerini yine umudu da içeren bir hüzün olarak algıladım ben. Yusuf
eve döndüğünde evin duvarlarına astığı resimleri annesinin indirmediğini
görmüştü. O resimlere Yusuf’la beraber biz de bakıyoruz ve yine duvarda kalmayı
sürdürüyorlar. Lenin’in sahte pasaportu için çektirdiği peruklu vesikalığı, EZLN’nin
lideri Marcos ve büroktatik sosyalizmi eleştiren bir filmden kareler oradan
öylece bize bakmayı sürdürüyor.
Eka ve Yusuf’un cinsel anlamda
yakınlaşmaları zaman alıyor. Yine sohbet ettikleri bir gecenin devamında
öpüştükleri sahne şehvetin ve şefkatin bileşiminin etkileyici bir örneği
oluyor. Hemen devamında beyaz çarşaflar üzerinde ikisini de çıplak, cenin
pozisyonunda ve yüzleri birbirine dönük uyurken görüyoruz. İyileştiren, onaran
bir buluşma. İçeride tutulacak iyi gelecek bir anı...
“Yusuf, ne düşünüyorum biliyor
musun, keşke her şeyi geride bırakıp uzun bir yolculuğa çıkabilseydik seninle”
diyor Eka... Ama her ikisi de uzağa gidemeyecek kadar yaralılar... Uzağa
gidemeyecek kadar yazgılılar kaderlerine…
Yusuf’un bisikleti, Eka’nın
elindeki sallanan at... Birbirinin çocukluğunu onarmak, birbirinin çocuğunu
avutmak...
Sonra Eka gider, hem de Yusuf
onun vaat ettiği seyahati planlamışken... Onun gidişini öğrenmesi ardından
Yusuf’un iskeleden dalgalara karşı durduğu sahnenin bize anlattığı Yusuf’un
tamamlaması gerekenleri tamamlayacağı ve kaçınılmaz olanı burada tek başına karşılayacağıdır.
Artvin ve Karadeniz ise yalnızca
üzerinde durulan bir mekandan çok karakter gibi katılmışlar filme... Evleri
seyrek, dağ başlarında dağınık ve sisler içinde bir doğa… Akan gözyaşları gibi sürekli
yağan yağmurlar... Film boyunca sık sık pencerelerden yaprakların döküldüğünü
görüyoruz. Genç bir adamın ömrünün tükenişi gibi… Bir sonbaharlık zamanın
kalması ve bunun bir ağacın yapraksız kalmasıyla ölçülmesi gibi… Film
bittiğinde evin önündeki sedirde siz de yatmış, yayladaki eve çıkmış, kuzineyi
yakmış, yanında rakı içmiş, o battaniyelere sarılmış gibi hissediyorsunuz
kendinizi. Çünkü öylesine gerçekler her biri...
Eşlik eden müzikler özellikle
piyano harika... Tuşlarına dokunulduğunda yüreğimize basıldığını net
hissettiğimiz ve duygularımızı Karadeniz gibi dalgalandıran o müzikler… En
sondaki ağıt, o Karadeniz ezgisi, hepimizin eksik yaslarını anlatıyor biraz
da...
Film boyunca bir kum saatinden
tek tek düşen tanelerle birlikte akıyor sanki zaman... Ve Yusuf’un nefesi
tükeniyor, ciğerleri azalıyor gözlerimizin önünde... Hareketleri yavaşlıyor,
gözaltları morarıyor, endişelerimiz artıyor. Arkadaşı Mikail anlamıyor, sigara
tutuyor, annesi Yusuf için ballı sütler hazırlıyor ikisi de fark etmiyor.
Filmdeki uzun sessizlikler.
Yusuf’un sessizliği… Uzayabilecek sohbetlerden kaçışı… Hemen hemen hiçbir
sohbeti çoğaltamayışı… Nefesinin sonunu idareli kullanmalı… Ciğerlerini dört
duvarın soğuğu, nemi arasında doktorsuzluktan yitirmiş, uzun süreli açlık
grevlerine vermiş belli ki son ana dek zulümden payına düşenden kaçmamış Yusuf,
şimdi kendini uzun uzun anlatmak istemiyor öylece usulca yaşıyor. Film boyunca
öfke ya da taşkın bir hal gördüğümüz tek bir sahne var; dağ başında attığı
çığlık... Ölmek üzere olan bir kurdun dağlara haykırışı gibi bağırıyor. Yaralı
bir çığlık onun bedeninden çıkarak güçsüzlüğünü haykırıyor.
Filmin sözü az. Ama kesinlikle
suskun bir film değil... Hüznü konuşturmayı iyi bilen bir film Sonbahar. Gösterime
girdiğinde hakkında yürüyen tartışmaları düşünüyorum. Yönetmen, filmin umutsuz
olduğunun Yusuf’un da vazgeçmiş ve pişman olduğunun düşünülmesinden korktuğunu
ifade etmiş. Filmi de Yusuf’u da Özcan Alper’in endişe ettiği biçimde gören ve
böyle eleştirenler mevcut ama ben yönetmenin ilettiğini ifade ettiği mesajı net
biçimde verdiğini görüyorum ve eleştirenlerin ortaya koyduklarını doğru
bulmuyorum.
Birileri devrimcilerin olumsuz
anlamda “değiştiğini” ifade ettiklerinde değerlerinin dışında davrandığını
anlatmak isterler. Burada Yusuf’un bu anlamda değiştiğini düşünmek ya da
söylemek ise mümkün değil. Tüm fiziksel zorlanmalarına rağmen köydeki çocuğa
ders çalıştırması, onunla emeğini sunduğu bir ilişki içine girmesi, öleceğini
sezmesi ardından çocuğa söz verdiği bisikleti alması, köylülerle girdiği kırıcı
olmayan ilişki, kibirden uzak mütevazi tavırları, Eka ile birlikte uzaklara
gitmek ve onu sıkıntılı hayatından uzaklaştırmak için planlar yapması yani
ilişki kurmak için seçtiği insanlar ve ilişkilenme zeminleri düşünüldüğünde
davranışlarının referanslarının ve temel değerlerinin değişmediğini görüyoruz.
Yusuf’un pişmanlığına dair de bir
emare yok. Filmin daha başında doktorun söylediği bir çeşit pişmanlık yasasından
faydalanmayışı da bir gösterge… Muhtemelen ortak bir siyasal geçmişe sahip
oldukları arkadaşının sahilde otururken söylediği “Ama hiçbir şey boşuna
değildi. Yine yaşanması gerekiyorsa, yine yaşarız” sözlerinin Yusuf’u da
kapsıyor olması da…
“Yusuf cezaevinden çıktığında da
devrimci miydi?” bu soru üzerinde de tartışmalar döndüğünü görüyoruz.
Devrimcilik sadece örgütlü olmaya ve örgütlü faaliyete indirgenirse (ki bu
topraklarda yapılan mühim bir yanlıştır) ve örgütlü faaliyet de pratik yaşamda
üstlerinin emirlerini yerine getirmek biçiminde karikatürize edilirse Yusuf
devrimci bulunmayabilir belki. Fakat devrimci oluş değerler çerçevesinden ele
alınırsa oradan tanımlanırsa (ki ben böyle yapılabileceği kanaatindeyim) son
gücüyle var gücüyle yaptıklarına baktığımızda Yusuf için aksinin
söylenemeyeceğini görüyoruz. Filmin bir
sahnesinde Yusuf’un eski fotoğraflarını görüyoruz. O fotoğraflardaki gülüşüyle
aradan geçen on yıldan sonraki gülüşü, yüz ifadesi çok farklı. Yaşadıkları
nedeniyle duygusal zemini tamamen değişmiş. Hüzün ve belki keder daha hakim
olmuş havaya ama onun temel davranış biçimi ve saikleri belli ki değişmemiş. Demek
ki her hangi bir duygusal değişikliğe rağmen taşıyabildiği değerlere sahip
olabilir kişi...
90’larda üniversite öğrencisi
olan ve politikayla aktif olarak uğraşmış biri olarak ben de arkadaşlarımın ve
biraz da kendimin öyküsü olarak görüyorum bu filmi... O dönemde öğrenci
eylemlerine katılan, haksızlıklara karşı çıkan gençler için neredeyse
tesadüflerle belirlenen “kader”lerimiz kimimizi cezaevinde ölüme götürürken kimimizi
bunları izlemek zorunda bıraktı. Bu gerçeklik karşısında “biz ölmedik,
cezaevine düşmedik” gerçeği “şanslıymışız”a dönüşmüyor tersine belki de bir
nevi “hayatta kalanın suçluluğunu” yaşamamıza, içimizde hep taşıdığımız bir
boşluğa, yoğun bir acıya tekabül ediyor. “Yaprak döken” yanımız, sonbaharımız
içimizde hep bizimle geziyor, yitip giden o gençlerin gözleri ansızın karşımıza
çıkıp bize bakıyor. Ve biz yaş alırken onlar hep genç kalıyor.
Sonbahar filminin benim açımdan
bir diğer anlamı, politik olarak işlerin pek de yolunda gitmediği bir dönemde
etrafımdaki insanların da benim de zaman zaman içine düştüğümüz zorlu duygulara
ilişkin biraz geçmiş referansıyla düşünme ihtiyacıdır. Dışsal faktörler ve
politik atmosferin bireysel yaşamımda bıraktığı izler nedeniyle en yoğun acı
çektiğim, en büyük çaresizlikleri hissettiğim dönem 19 Aralık 2000 günü
başlayan süreçtir. 19 Aralık’ta cezaevindeki insanlara (yani topu tüfeği
bulunmayan mahpuslara) ne denli vahşice saldırılabildiğini görmek yirmili
yaşlarımın başında olduğum o günlerde bana şunu anlatmıştı “Bunu yapanlar her
şeyi yapabilir”... O günden sonra yaşananlara şaşıramamam, tersine “bu kadar da
olmaz ki” diyenlerin belleksizliğine şaşmam bu nedenledir. 19 Aralık günü yıllarca
sürecek bir karanlık döneme girdi ülke ve benim açımdan da yıllarca sürecek bir
yas süreci başladı. Yas dediysem isyandan bağımsız değil kuşkusuz. Bakmayın siz
“ya yastasın ya isyandasın” ikiliğini dayatanlara... İnsan da çok şey yanyana
olur “bir yanımız bahar bahçe” de olur. Bu ülkede politik arenada yazık ki yas
kötü sayılır, ötelenir. Bu tutumda olumsuz anlamda çok erkekçe bir tavır var
kuşkusuz. Üzüntüyü güçsüzlük sayan bir hal var bunun içinde... Üzüntüyü
reddeden illa ama illa çatık kaşlı ve öfkeli oluşu güçlü zanneden. Hem üzülüp,
hem öfkelenecek hem de gülümseyip mutlu olacak, en dibe vurduğu yerden bir
gülüşün getirdiği umudun peşine düşecek insanı, tüm diyalektiği ve çoğulluğu
içinde göremeyen bir çiğlik ve toptancılık hakim oluyor bazen havaya... Onlara
kulak asmayalım bence. Özcan Alper de bu filmde kulak asmamış misal... Yusuf’un
devrimciliği yerli yersiz öfkelerle burnundan solumayla dolu değil...
Üzüntüsüyle, neşesiyle, hayal kırıklığıyla, direnciyle, ölümü, acı ve katı
gerçeği olgunlukla kabulüyle görkemli bir insan Yusuf. Sonbahar filmini güzel
ve gerçek kılan öğelerin başında bu faktör geliyor. Filmi sevmeyenlerin, Özcan
Alper’in umutsuzluğu anlattığını söyleyenlerin göremeyeceği şey işte bu
çeşitlilik... Üzüntüye, hüzne ve boşluğa tahammülsüz insanların bu filme
ilişkin tavırları manidar elbette. Onların hüzünde, üzüntüde kalamayan, acıyı
yaşayamayan, hastalığı ve bunun getirdiği güçsüzlüğü bile anlamayan, böyle
olduğu için yenilgiye kayba dair konularda düşüncede duramayan, kalamayan dar
pratikçi ve ültimatomcu tavırlarının bu filmi kıyasıya eleştirmesi elbette çok
anlaşılırdır.
Diğer yandan umudu göremeyen
depresif, boşluğa takılı bir halin de bu filmi bütünlüğüyle kavraması ve filmin
içerdiği düşünce ve duyguların tamamını kapsaması zordur. İntiharı ve
depresyonu bilinçli ya da örtük biçimde yücelten yaklaşımların filmdeki yaşama
arzusunu, anda kalabilişi, umudu görememesi eksikli bir kavrayışa yol açar.
Daraltan bu iki bakışın
göremedikleri bir yana Sonbahar filmi bir depresyon anlatısı değil. Depresif
bir film de değil. Sonbahar bir veda, yas ve hüzün filmi... Tam bir sonbahar
filmi...
Kan ve gözyaşı yok filmde. Kahramanının
trajedisine üzülüp vahlayıp ahlayıp geçeceğiniz filmlerden değil Sonbahar… “Oh
ağladık ağladık çıktı gitti içimizden 19 Aralık” diyebileceğiniz filmlerden
biri de değil... Taa yüreğinize oturan ve oradan kolay kolay da
kaldırılamayacak bir film Sonbahar.
“...her daim düşleri peşinde
koşan sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına...'' diyor Özcan Alper filmin sonunda…
Bu film bizim gerçeğimizdi. O filmdekileri tanıyorduk. En çok da Yusuf’u. Aynı
düşlerle benzer yollara çıkmıştık onunla.
Yusuf, bizim defalarca güle
oynaya kantinde çay içtiğimiz arkadaşımız,
Yusuf, eski sararmış bir
fotoğrafta bir yer sofrasından bize bakan yoldaşımız,
Yusuf, ciğerlerini parça parça
tükürerek ölen yüzlerce devrimcinin yüreğimizdeki anısı,
Yusuf, “….. ölümsüzdür” yazılarının başında
gözlerini gördüğümüz gençlerin ardından akan gözyaşımız,
Yusuf, vakurca yitip gitmeyi
başaran, mağlubiyeti de zafer gibi kucaklamayı bilen bilge yanımız,
Son anında bile aşık olabilen
umudumuz Yusuf,
Yusuf koluna girip kurtarmak
istediğimiz, Yusuf kendisine nefesimizi vermek istediğimiz…
Yusuf bizim hiç bitmeyen yasımız,
Yusuf omzumuzda asılı duran kızıl
bir tabuttur.
Yusuf’tan bize ne kaldı? Tamir
edilmiş bir tulum, armağan edilecek bir bisiklet, yarım kalmış bir aşk, kapısı
çalınıp teselli edilecek anası ve sürmekte olan bir mücadele…
NOT: Psikesinema dergisinin Ocak-Şubat (2017) sayısında yayınlamıştır.