Yapanın
yanına kâr kala kala biriken suçlarla yollar tıkandığından varılamayan adil
dünyalar... Herkesin ektiğini biçtiği günlerden, ekenin, biçenin, yiyenin
tümüyle ayrıştığı günlere geçtik artık. Acaba sen hangisisin?
Her
gün trafikte ülkenin halini görüyorum. Biliyorum siz de görüyorsunuz.
“Yaptığını beğendin mi?”… Eskinin anneleri ne çok söylerdi. Şimdi çocuklarımızı
hiç suçlamıyoruz sözle… Ama işte “yaptığımızı beğendik mi?” diye bağırmak
istiyorum bazen ağlamaklı bir sesle. Ama minnacık ama çok büyük tüm yetişkinlerin
sorumluluğu var olup bitende…
Cezasızlık
bir kültür ülkemizde. İliklerine işlemiş… Yine trafikten devam edeyim ama
derdim o yolları aşacak. Aşılamayan o yollar, tıkalı olanlar, yol çalışması
yapılanlar, kazalı olanlar… Hepsi mecaz bir yandan da… O trafikli yollar
gibiyiz çok anlamda. Misal yollardaki ticari araçlar en sık onlar suç işliyor
kuşkusuz. En bencil onlar… Sözkonusu olan kârsa gerisi teferruattır. Her bir
insanı 2,5 lira olarak gördüğünden emin olduğum ne çok dolmuş şoförü misal her
gün yollarda... Hastane önünde mesela yani sürekli ambulansların geçtiği yolda
bir ömür kadar uzun gelen beklemelerinin bir bedeli var mı? Potansiyel bir
yolcu gördüğünde zınk diye durup insan hayatını riske atmalarının herhangi bir
cezası var mı? Binde bir, mala, cana doğrudan zarar verince... Bazı şöförlere o
da yok. Gücüne bağlı. Yoksulları öldüren zengin arabalarının cezasız şoförleri
geliyor gözümün önüne… Yılmaz Güney’in Umut filminde anlattığıdır.
Muhafazakarlık
rengini semtlere veren islamcı ya da faşist hareketin de ana karakterini
oluşturan küçük burjuvazi, puanlarını toplaya toplaya, kâr ede ede ilerliyor.
Mahallesindeki solcunun adını terörist diye çıkarıyor, rakibine başka kulp
takıyor, kadınları zaten etek boyuyla ölçüyor. Çoğunun inançlı, ağzından ahlâk
lafı düşmeyen adamlar olduğundan eminiz elbette. Her gün işte malum rızkının
peşinde...
Çevreyi
kirletenler... Çevreyi kirletmek ve ceza mı işte buna gülerler. Şöyle bir skala
var. Ekonomik olarak gücün ne kadar büyükse o kadar çok kirletebilirsin. Misal
büyükşehir belediye araçları kıçından en iğrenç dumanları havaya salarlar. Ama
onlar zaten denetleyen ya onların suç işlemeye hakları vardır.
Tacizciler,
tecavüzcüler mi? Çoğu cezasız. Taciz, tecavüz ettiğinin yaşı küçüldükçe ceza
artıyor mu? Kağıt üstünde evet ama çocukların şikayet edebilmesi çok zor. Yani
çocuk istismarcılarının ceza alma olasılığı çok düşük. Hele taciz, hele kadına
şiddet... Ne cezası?
Ceza
talebi söz konusu olduğunda işkenceye, cinayete, insan kaybetmeye sıra
gelmiyor. "Ay valla iyi insanmış meğer öldürdüklerimiz" bile diyorlar
dalga geçer gibi yüzümüze bakarak...
İnsanların
hakettiği hayatı yaşadığı, dünyanın adil olduğu yönünde düşünceleri olanları da
batıl inançlarıyla başbaşa bırakıyorum. Zira gerçeklik o ki adil dünya bizden
çok uzakta... Buralarda var etmek için de çok çabalamak gerekiyor.
Dışsal
ceza ve yaptırımların olmadığı ya da en aza indirildiği bir dünya düşlüyorum
elbette ama şimdilik kafesimizin ödül konulan yerlerine bolca ceza yüklenmeli
bence... Olumsuz davranışları pekiştiren, yanlış pedalın karşısına muz koyulmuş
bir kafesin içinde gibiyiz. Aslında iyi olan birileri de artık pedallara
basmayı, uğraşmayı çoktan bırakmış. Bu kafes dar geliyor, sadece muzla
yaşanmıyor velhasıl deneycilerle meselemiz var ve kafeslerle... Özgürlüğe
ihtiyacımız var bilhassa zihnimizde cesarete ihtiyacımız var bol bol... Bir de
tabii "amaaan yapsam ne olacak", "uyarsam ne değişecek",
"şikayet etsem ne olacak" hallerimize (ki bende de var) yani öğrenilmiş
çaresizliğe teslim olmamak...
Hepimiz
aynı gemideyiz diyor ağzını açan herkes. Ama ben güverteye tükürüp duran,
yüksek sesle küfreden, beni denize atıp kendisine yer açmayı düşünen, gücü
yettiği anda bunu yapacak insanlarla aynı gemide olmak istemiyorum. Olacaksam
da korunmak istiyorum. Kimseye zarar vermeyecek içsel mekanizmalara sahip olan
insanların kaygılar içinde yaşamasına neden olan bu bencil, üretken olmayan yıkıcılıktaki
ölüm güçlerine dur demek gerekmiyor mu? Ama ne yapacağız? Onları denize atsak
onlardan bir farkımız kalmaz. Bu olmaz. Başka gemiye geçsek? Yok bu da bize
göre değil. İlk elden yapılabilecek olan birlikte yaşamanın kurallarını inşa
etmek… Gemiyi yaşanabilir kılmak. Can güvenliğini mal güvenliğinin önüne
geçirmek… İyileştirilemeyecek ruhsal patolojilerin üremesi için çok elverişli
koşullar var ve yeniden pekiştiriliyor. Yanı başımızdaki savaşı inkar ede ede
yaşadığımız onyıllar her türlü hastalığın sinsice zeminde yayılmasına neden
oldu, oluyor. Dur demezsek devamı geliyor, dahası geliyor. Hastalığın
belirtilerini görüyor olmalısınız? Kadın öğrencilere “Siz açık olduğunuz için
sınıfa melek girmiyor” diyor öğretim görevlisi dedikleri bir adam… Kadıköy
Anadolu Lisesi ve benzerleri “proje okul”a çevriliyor ağlayarak okulundan ayrılıyor
öğrenciler, öğretmenler… Şırnak’ta evinden edildiği için çadırda yaşayan
insanların çadırlarına göz dikiliyor bu defa. Ve sonra trafikte bir yol
kapatılıyor keyfiyetle… Bekle bakalım nereye kadar… Yaşam alanı daraltılıyor
milyonlarca insanın her gün her an… Ben bunu sadece mevcut hükümete ve birkaç
siyasiye yükleyerek rahatlayamıyorum çoğunun yaptığı gibi.. "Oh buldum bir kötü
imge herşeyden o sorumlu" diyemiyorum. İktidardaki kopuşları gördüğüm gibi
sürekliliği de görüyorum. Bu yüzden sadece 10 yılı, 20 yılı ya da 80’den bu yana olanı değerlendirerek
geçebileceğimiz bir dar boğaz değil bu. Ama sıkıştık mı evet fena sıkıştık.
Yollar tıkalı…
Peki
ne yapalım, ne edelim? derken Nazım’ın Benerci’nin ağzından söyledikleri geldi
aklıma…
“Nâzım, biliyorum,
ölümün önünde rol kesip
Hamlet gibi budala,
Verter gibi komik olmamak lâzım.
Nâzım,
bilmiyorum, ne haltedeyim?
Nasıl altedeyim?
Şöyle bir poz alıp durmak
kendi kendini vurmak,
kıyak iş doğrusu!..
Bak,
kapı komşum uyandı,
muslukta akıyor su,
yüzünü yıkıyor...
İndi ıslık çalarak merdivenlerden
sokağa çıkıyor...
Ben...
Ne Hamlet, ne de Verter...!!!
Neyse, geç...
İşi anlatayım,
tıraş yeter...”
Sonra Yılmaz Güney düşüyor aklıma… Umut filminde arabasını yitirince önce piyango bileti alan sonra definecilik yapan Cabbar gibi mi yapalım?
Hiçbiri değil diyorlar onlar da… Hiçbiri değil…
Durma
uğraşalım. Gücümüz nereden yetiyorsa... Yol tıkalı nasıl ilerleyelim dediğinizi
duyar gibi oluyorum. Bakınız şöyle bir önerim var. Haksız yere önümüze geçmeye
çalışan ve kaba da davranan araca yol vermeyerek, sırada önümüze geçene
"bu yaptığın yanlış" diyerek, sokağa tüküreni uyararak biraz mesafe
alıp daha oksijenli bir alana geçebiliriz. Evet biliyorum sokakların bu hale
gelmesinde solun da payı var. Demokratlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan,
hak savunuculuğu nedir bilmeyen birilerini dibimize kadar getiren liberalliğin,
halk dalkavukluğunun sorumluluğunu da görmeden bir adım bile atamayacağız
biliyorum.
Gündelik
hayata müdahale etmek için örgütlerken örgütlenmekten, öğretirken öğretmekten
söz ediyorum. Yeniden… Ya da belki sil baştan… Belki de ilk kez… Nasıl
görüyorsanız. Ve mümkün olduğunca sakince, günlük bir iş gibi, sinirimiz
tepemize sıçramadan yani onlar gibi olmadan gündelik hayata müdahale edelim. Gün’de,
an’da teslim olunca öbür tarafta direnmenin de çok anlamı olmuyor çünkü… Bunu
yapamazsak kabalık, bencillik norm haline gelecek ve iyice yerleşecek çünkü... Unutmayalım
ki yüksek
siyasetin ölümcül güçleri, enerjilerini gündelik hayatın bencilliklerinden
alıyor. Umudu, özveriyi, güveni öne çıkarmaktan başka şansımız yok. Kaygı,
korkudan zordur. Mütemadiyen yüksek kaygıyla yaşayamayız. Evet biliyorum
sokaklar tekinsiz ama işte yine aynı denklem. Güvensizlik, sevgisizlik
bulaşıcıdır. Sokaktakiyle uğraşmazsan evinde, yanıbaşında buluverirsin
tehlikeyi… Kadınlar, çocuklar, ezilenler bunu çok iyi bilir. Yüreğiyle bilir.
Keşke “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?”
şiirini o harika öyküyü de okusak yeniden ve anımsasak bizimkileri Heraklit’i
mesela…
“(…)
düşünüyor büyük hakîm Heraklit'i genç
adam... Kim bilir belki böyle bir akşam,
böyle bir akşam,
Heraklit alnını
yeşil gözlü zeytinliklerde akan
suya eğdi
ve dedi:
«— Her şey değişip akmada,
bu hâl beni hayran bırakmada..»
Heraklit, Heraklit; ne akıştır bu!.
ne akıştır ki bu, dalgalarında
dağlıdır alnı en mukaddes putun
kızgın demir damgasıyla sukutun.
Gebedir her sukut bir yükselişe.
Ne mümkün karşı koymak
bu köpürmüş gelişe..
Heraklit, Heraklit!.
akar suya kabil mi vurmak kilit?”