21 Haziran 2017 Çarşamba

Manisa'da askerlerin zehirlendiği yer İdris'in askerliğinin acemiliğini yaptığı yer. Bütün bir ömrü boyunca tüm mücadelelerinin yanı sıra bir de askere gitmemekle uğraşıp sonra kocaman adamken öyle küçük çocuklarla birlikte oralarda... Çok kötü zamanlardı çünkü Manisa'da hayatta kalmanın bile zor olduğunu sesinden anlıyordum. Bir gece domuz gribi salgınından yoğun bakıma kaldırıldı. Bildiğiniz ölüyordu, bir iki gece sürdü hayati tehlike... Zor günlerdi. 30 küsür gün sürüyor galiba acemilik işi... Hayatta zor kaldı, geri dönemeyebilirdi anlayacağınız...
Ondan dinlediklerimden "ölecek mi" diye beklerken yaşadıklarımdan o günlerdeki yalnızlığımızdan, ıssızlığımızdan biliyorum ki askerler ilk kez ölümle karşı karşıya gelmiyorlar. Diyeceksiniz ki o yıllarda herkes domuz gribinden yoğun bakıma kaldırılıyordu. Öylesi değil ciddi bir salgın oldu Manisa'daki birlikte ve gerekli önlemler alınmadı o vakit de.
Şimdi yaşananlar da çok ciddi. Asker, zayiat, salgın, zehirlenme sözcükleri üzerine düşünün.
Yaşar Kemal Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana'da bütün gerçekliğiyle anlatır askerliği... Donanları, bitlenenleri, açlığı, sefaleti, kaçaklığı... Hepsini... Erlerin garibanlığını düşünüyorum. Şovenizmi yok eden bir şey askerlik bir yandan da... En çok şovenist çığırtkanlık yapanlar bir yolunu bulup askerden yırtanlar aslında. Zenginler... Askerlik yapmayıp vatan millet edebiyatı yapanlar...
Zavallı çocuklar orada hem hastalar hem bir yakınları yok yanlarında uzaklar merhametten... Uf ne yana dönsek acıya bakıyor gözlerimiz...

Biz nerede yanlış yaptık?-1  


Kızım anaokuluna gidecek. Korkulan günler geldi. Yani benim korktuğum. İlkokul önümüzdeki yıl. Evde eğitim istesem. Sosyal alandan, dünyanın ülkenin gerçeğinden çocuğu ayırmayı doğru bulmuyorum. Küçük Avrupa haline getirilmeye çalışılan okullar hem pahalı hem de başka sorunları beraberinde getiriyor şimdi uzun uzun yazmayayım. Alternatif eğitim meselelerini düşünsem. Diğer çocuklar ne olacak? Bir de yine dezavantajları var kuşkusuz. Militarist ya da dinci olmayan bir devlet okulu öğretmeni bulsam. Nerede bulucam. Ulaşılabilir olacak mı? Of içim daralıyor. Ama sadece çocuğum için değil. Düşünür taşınır çözerim ben onu. Ama ya bütün çocuklar...
İşte işin bu kısmını düşününce çeşit çeşit fikirler beynimi istila ediyor. Biz nerede hata yaptık?
Sol yıllardır üniversitelerde edebiyat fakültelerine, siyasal bilimlere o da bir kaç üniversiteye sıkıştı. Eğitim Fakültelerini neredeyse öylece sağcıların eline bıraktık. Hocaları, öğrencileri öylece istediklerini yaptılar. Yeterince uğraşmadık. Taa benim öğrenciliğimde de iş böyleydi. MYO'lar da hemen hemen hiç yoktuk zaten. Taşraya açılan üniversitelerde şehir görmeden, tiyatro, sinema, "kızlı-erkekli" arkadaşlık bilmeden mezun olan çocuklardan öğretmenler yetişti. Kent nedir bilemeden... Biz büyük şehirlerin kampüslerine, kent meydanlarına, ayrıcalıklı fabrikalarda örgütlü bir kaç sendikaya sıkıştık kaldık. "Yeter yahu çok şükür" dedik. Ay bu biz dilini de bırakayım. Ben yapmadım ki bunları. Bir ömürdür eleştiriyorum.
Sendikalar, işsiz, sigortasız işçileri kapsayamadı. Güvencesiz çalışanları görmedi. Sözleşmeli öğretmenler yok sayıldı örgütlenmeler tarafından. Zaten dershane (şimdi temel lise) öğretmenlerinin ne vakti vardi ne de enerjisi kalıyordu çalışmaktan.
Neyse demem o ki başımıza ne geldiyse tembellikten, değilse kolaycılıktan geldi.
Gücümüz, enerjimiz, kararlılığımız, inadımız var. Onca gazı yiyebiliyoruz. Meydanlarda sesimiz kısılıyor. Çok güçlü iktidarlara direniyoruz. Ama alternatif yaratmak konusunda çoktan sınıfta kaldık. Yaşamı diyorum ilmek ilmek örmek, üretmek konusunda... Okulları, iş yerlerini, evleri, sokakları yeniden inşa etmek konusunda hepimiz ve hep birlikte bir şeyler yapmalıyız. Ben tembel olmadığımı biliyorum ama varsa kolaycılığım ondan da vazgeçeceğime söz veririm. Lütfen siz de...

Gelmeyen Yaz...   

Bir kararsızlık halinde doğa... Bedenlerimiz bahar yorgunluğundan muzdaripken bahar sarhoşu olamayan ruhumuz pencere önünde bir saksıda... Ormanda olmayı düşleyerek... 
Gelmiyor Yaz...
Güneş yoksulu bu yıl Ankara... Gökyüzü bir şey söyler gibi karanlık... 
Bu kentte insanlar mevsimlerin yok olmasına da şaşırmıyor. Beklediği gelmeyince nerede kaldığını sormuyor. Soru sormuyor artık. Güneş'i anlamayacaklar, ne söylemek istediğini neden gelmediğini anlamayacaklar ve artık hep karanlık mı olacak yukarısı?
Yaz'a davet: Tez vakitte düşünceli bir şaşkınlık içinde yeni mevsime girebilirsiniz.
Böyle yazıyor bulutta...
Düşünceli bir şaşkınlık beklentisi... Benim her zamanki halim... Anladım çoğaltmalı bir ruh durumunu insanda...
Düşünceli bir şaşkınlık içinde yağmalı kente... Yoksa yaz'sız kalacağız geleceğe...

19 Haziran 2017 Pazartesi

Buzdan Krallık  

Bu gecenin sayıkladıkları...
Boz
Bir köprü 
Sisli 
Bir yol
Alaca
Bir münasebet
Siyah ya da beyaz olan
Boz'a sis'e uzak duran
Yoldan kaçak
Ürkütücü temaslar...
Biz kimin izlediği filmde figüran
Biz kimin oynadığı oyunda bebek
Duşunsen de deme bak... Ortak akıl peşine takıl...
Peki ama biz kimin rüyasında bir an...
Yok olmayacak
Bu kadın soru sormadan durmayacak...
Boz mu alaca mi? Düşünmeden söyle desen... Dusunmemek becerebildigim değil... O halde açalım şıklari...
Alaca görmek, acitir gerçeği...
Boz'dan bakmak digerine atlayamadigi bir buzulda kalakalmis ayı yalnızlığı...
Bakakalarak geçmek buzdan krallığı...
Sis'te sezgi bedene yol açar...
Cevap veriyorum
Aslında veremiyorum.
Hep olmayan seçenekte kalıyorum.
Ne Boz
Ne alaca
Olamıyorum...

16 Haziran 2017 Cuma

Nedenselliği boşlukta kalmış inançlar  

Birbirinin elinden makas ya da bıçak almanın onları düşmanlaştıracağını daha hafif ifadeyle ilişkilerini bozacağını düşünüyor azısanmayacak sayıda insan. Peki böyle bir inanç neden var? Çünkü tam kesici aleti diğerine karşı uzattığında içine doğacak duygulardan, kendi saldırganlığından en sevdiğimizle bile aramızda var olan gerilimlerden korkuyor insan. Söze dökemediği, adlandırması ayıp günah çatışmalardan... O anda, tam bıçağı uzattığında kontrol ediliyor kuşkusuz ama bi an parlayıp sönerek fark ediliyor duygu ve sonrasında büyümesinden korkuluyor ya da o parlama sönme haline bile tahammül edilemiyor... Tam bir "tövbe tövbe" durumu... 
O yüzden böyle inançlar nesilden nesile yaygın biçimde sürüyorlar. Boş inançlar demek adet olmuş. Nedenselliği boş bırakılmış ama baya dolu esasen. Kendi öfkemizle, kıskançlıklarımızla, saldırganlığımızla dolu... 
"Şeytan doldurur" dışsallaştır bakalım insanoğlu.. Hangi şeytan doldurur. Kendi içindeki kötüden öldürmek isteyenden korkuyor esasen. Kontrolünü yitirmemek için "batıl"ını yaşatan zavallı insan. Kendinden korkan maymun... Bilincinin gölgesinde duramayan...
Babaannem ve köyün diğer kadınları geceleri çöplerin ve küllerin olduğu yerlerden geçerken adını bile söylemediği varlıklar (varlık sözcüğü bile korkutucu idi o zamanlar) bize zarar vermesin diye sürekli "destur savuş" dememizi söylerdi. Ben de defalarca tekrarlardım zifiri karanlıkta sihirli sandığım bu sözleri. Köyde yıldızlar pırıl pırıldır çünkü ortalık karanlıktır. El fenerlerinin hareketli ışığı, cırcır böceği sesleri ve destur savuşlarım birbirine karışırdı. Hiçbir dinde yok "destur savuş"... Ama sözcükler korur, sözcükler iyi gelir. Kötüden, kötülükten korur, içimizi... Korkuyu dindirir. "Hani ıssız bir yoldan geçerken hani bir korku duyar ve insan hani bir şarkı söyler içinden işte öyle bir şey"... İnsan karanlıkta hiç kimse görmediğinde yapabileceklerinden korkar, kendine yasakladıklarını aşana dönüşmekten korkar, sonra bunu başkasının yapmasından da korkar. Çok az insan karanlıkta da kimse görmezken de yapmayacaklarından emindir. Onların korkuları azalmıştır karanlıktan... İçindeki karanlıktan...
Ve son olarak babamı anmak istiyorum. O hiç korkmazdı karanlıktan. Başka insanların korktuklarından korkmazdı. Kavgadan, tartışmaktan, karanlıktan, mezarlıktan, soğuktan, hastalıktan, yoksulluktan... Korkmamaktan hırpaladı kendini... Ortaokuldayken falan Ramazanlarda annem, kardeşim ben oruç tutardık. Babam sahurda kahveden gelirdi. Bizimle bir şeyler yerdi. Oruç tutmazdı. Genellikle sağcı esnaflarla dolu olan mahallemizde koltuğunun altında Cumhuriyet Gazetesi ağzında sigara ile gezerdi. "Ne o İbrahim oruç yok mu yine" diye tacizli laflar attıklarında "Allah sevdiği kulu aç bırakmaz, siz tutun orucunuzu" derdi gülerek... O zaman bilmezdim bu tavrın gerektirdiği korkusuzluğu... Kısa süre sonra anladım... Anladıktan kısa süre sonra o gitti.
Bıçak almaz insanlar birbirinin elinden bu topraklarda...
Zarar vermek istemez birbirine... Aklından bile geçirmeye tahammül etmesi zordur.
Ama giderek kimse görmediğinde yasağı yok sayanlar çoğaldı buralarda... Kimse görmüyorken çal, öldür, hak ye... Sonra biri söylerse yaptıklarını inkar et... Yeter ki gücün olsun... Tüm yasalar, tüm yasaklar silinirken insan ruhundaki boşluklar derinleşiyor. Derinliğin sarhoşluğu boşlukta olmaz, olmuyor...
Değerleri olmayan herhangi bir insana değer veremez ki... Onlarda olmayanı onlardan istemenin alemi yok. Kimin içinde varsa o kuracak iyiyi, güzeli... 
İyi deyince güzel deyince 15-16 Haziran tarihi günleri geldi aklıma. İşçilerden oluşan gürül gürül bir nehrin ülkeyi arındırmasının toprağını verimli kılmasının kutlu yıl dönümüdür. O gün ayaklananların bu ülkede üretilen nitelikli her işte izi vardır. İyi ki yaşandı... İyi ki buradaydılar...

14 Haziran 2017 Çarşamba

“Hiçbir Yeniden Kolay Değildir”*  

Yeniden başlasam, başlasak? “Yeniden” mümkün müdür? Sil baştan mesela? Peki ya “temiz bir sayfa açmak”? Adını Alexander Pope’un “Eloise to Abelard” adlı şiirinin bir dizesinden alan 2004 yapımı Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmi, bu soruların yanıtını arıyor. Bize acı veren anılarımızı hafızamızdan silmenin bir yolu olsa… Sonrasında ne olurdu acaba? Kaufman’ın senaryosunu yazdığı Michel Gondry’nin yönettiği filmde Clementine karakteri ile Kate Winslet ve Joel karakteri ile Jim Carrey harika oyunculuklar sergiliyor. İzleyicilerin yoğun beğenisi ile karşılaşan ve 2005 yılında en iyi senaryo Oscarını kazanan filmle Kate Winslet da en iyi kadın oyuncu Oscarına aday gösterilmişti.  
Bilim-kurguda geçmişten veya bugünden bağımsız bir gelecek tahayyülü oluşturulabilir mi?
Bilim kurgu dünyası geleceğe ilişkin kurgular yapar. Bilim kurgu okumak ya da izlemek bugünün gerçeğinden kaçmaktır bir anlamda… Ama insan içindekinden, kendinden kaçtığında çok uzağa gidemediği için eninde sonunda bugünün sorunsallarına takılır. Eternal Sunshine of the Spotless Mind, zaman kavrayışımızı sorgulatmayı hedefleyen, geçmişin geleceğe düşen gölgesi üzerine düşünmemizi sağlayan bir film.
Bilim-kurgu filmlerinin geleceğe bakmak dışındaki diğer ortak özellikleri, yüksek bütçeleri, genellikle mekan olarak uzayı, özne olarak uzaylıyı seçmeleridir. Oysa bu film çekildiği dönemde geçiyor, çok fazla efekt ve teknolojik gösteri içermiyor.
2000li yılların başında Lacuna adlı bir şirket, silinmek istenen anılara ilişkin bir harita çıkarıp sonra onları bellekten silebilen bir makine yapıyor. Filmin ana karakterleri olan Joel ve Clementine aşk acısı çekmekten kurtulmak için bu ilişkiye dair anılarını Lacuna’da sildiriyorlar. Acı verici bir ayrılığın ardından böyle bir işleme girmeyi kabul edecek ne çok insan bulunur öyle değil mi?
Yiyelim Unutalım-İçelim Unutalım-Makineye Girelim Unutalım!
Unutma düşü, fantezileri çok eskilere dayanıyor. Çünkü insan çağlar boyunca aynı soruları soruyor; acıdan ve ölümden kaçarak aşka ve gönence ulaşmak mümkün mü?
Odysseus’un yolculuğunu bilirsiniz. Truva’da onun aklı sayesinde kazanılan zaferin ardından karısı Penelope’ye ve ülkesi İthaka’ya duyduğu özlemle çıktığı deniz yolculuğunda, Truvalıların ah’ı ve Poseidon’un laneti yüzünden başına gelmeyen kalmaz. Bu maceralardan birinde gemisi Lotus yiyenlerin ülkesine düşer. Homeros adada yaşananları şöyle anlatır;
“Bizim dostlara hiçbir kötülük düşünmedi ora halkı,
Lotos bile verdiler onlara yesinler diye,
Bizimkilerden kim yediyse lotosun bal gibi yemişini,
Kendinden geçti ve dönmek istemedi bir daha gemiye
Orada kalıp lotos yemekten başka bir şey düşünmediler,
Akıllarını çelmişti bu yemiş, unutturmuştu sılayı” (İş Bankası Yayınları, Homeros, Odeysseia, s. 148)
Yunan mitolojisinde yeraltı dünyası olan Hades’te iki mühim nehir vardır. Biri hatırlamak için diğeri unutmak… Anımsamak için olanın adı Mnemosyne iken suyundan içenin tüm geçmişini unuttuğu nehrin adı Lethe’dir. Yine Dante de İlahi Komedya’sında Araf’taki bir ırmağa Lethe adını vermiştir.
İşte filmimizde ele alınan konu insanlığın zihninde binyıllardır dönen aynı kurgunun bu defa sinemaya uyarlanmış bir versiyonudur. İnsanın doğadan topladığı bitkilerle, sularla bilinç haliyle oynamasının anlatıldığı öykülerin yerini  bu defa beyni bilgisayara bağlayarak tespit edilen aşk anılarını profesyonelce silen filmler almıştır.
Silmek-Unutmak-Yok Etmek
Joel ve Clementine’ın büyük bir heyecanla başlayan aşk ilişkisi, kavgaların, can sıkıntısının yükünü taşımakta zorlanır. Biraz zaman geçtikten sonra barışabilecekleri bir kavganın ardından Clementine anın öfkesiyle hafızasından Joel’Ie olan anılarını sildirir. Lacuna şirketi birini belleğinden tümüyle çıkarmak isteyen kişiden öncelikle unutmak istediği ilişkiye dair herşeyi toplayıp şirkete getirmesini ister. Bu nesneleri unutmak isteyen kişiye tek tek gösterirler. Unutucak olanın beyni bir bilgisayara bağlıdır. Hatırlatıcıların yarattığı duygu ile birlikte beyinde yanan ışıklardan bir anı haritası çıkarılır. Bunu yaparken gelişen diyalog ilginçtir. Daha ilk eşya gösterildiğinde Joel konuşmaya başlar. Bunun üzerine Doktor Mierzwiak, “Konuşmazsanız duygulara ulaşmamız daha kolay oluyor. Söz duygunun yoğunluğunu azaltıyor”. Frekanslar ne kadar yoğunsa işlemin başarılı olma şansı o kadar yüksektir.
Genel anestezi ardından anı haritaları kullanılarak kişinin beyninden hatıraları birer birer silinir. Bilgisayardan delete tuşuna basarak yani… Peki anıları böyle yok etmek mümkün müdür?
Esasen silmek çoğu zaman yok etmek anlamına gelmiyor. İnsanlar izi, bilgiyi kaydetmek için de silmek için de türlü yollar bulduğu gibi, silinene yeniden ulaşabilmenin de yollarını buldular. Örneğin, bir bilgisayar hard diskinden kalıcı biçimde veri silmek sandığımız kadar kolay değildir. Eğer hard disk yoğun hasar görmemişse uygun programı kullanınca sildiğimizi sandığımız o kayda ulaşabiliyoruz. Geçenlerde Mona Lisa tablosu ile ilgili bir haber gördüm. Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’yı çizdiği tuvalde bu eserden önce yapıp sildiği çalışmaları mor ötesi ışınlarla görülmüş, bizlere de gösteriliyordu örneğin.
Silme işlemi genellikle yeniden ulaşılabilir kılan bir işlemdir. Bir tek istisna hariç. Beyin ciddi biçimde hasar görmüşse o kayıt ulaşılamaz hale gelebilir. Joel kayıtlar silinmeden önce doktora “Beynin hasar görme riski var mı?” diye sorar, doktorsa ona “Teknik olarak zaten bu işlem beynin zarar görmesi demek. Ama çok içtiğiniz bir akşamkinden daha büyük bir zarar değil. Fark edebileceğiniz bir kaybınız yok.” diye yanıt verir. Yani böylesi bir unutma aslında bir organik bozukluk yaratma, bunu bile kabul etme anlamına gelmektedir.
Unutmanın İktidarı-Anımsamanın İktidarı
Anımsıyor olmanın, unutmuş olmanın veya kendini hatırlatmanın birer güç gösterisine dönüştüğü, diğeri üzerinde somut olarak iktidar kurmak anlamına geldiği durumlar vardır. Arşive sahip olmak, belirli anıları özel olarak muhafaza etmek belirgin bir iktidar alanı yaratabilir mesela. Dünyadaki her tür bürokrasi aslında tam olarak bu gücü, kayıtların gücünü elinde tutmaktadır. Anılardan oluşan bilgilerin, sırlara sahip olmanın yarattığı güç…
Filmde de Lacuna şirketinin böylesi bir iktidar gücünü ürettiği ve şirket bu niyetle kurulmamış olsa bile gücün zamanla kötüye kullandığı görülüyor. Şirkette çalışan genç çocuğun (Yüzüklerin Efendisindeki meşhur Hobbit Frodo’yu oynayan Elijah Wood), Clementine’ın anılarını ele geçirip onları kullanması ya da doktorun sekreteri ile ilişki yaşayıp ardından onun belleğini silmesi ve böylelikle ilişkiye dair hiçbir sorumluluk almak zorunda kalmaması bu duruma ilişkin birer örnek oluşturabilir.
Unutmanın acı verici bir güce dönüşebildiğinin görünür kılındığı an, Clementine’ın anılarını silmesi ardından Joel’in onun işyerine geldiği sahnedir. Buradaki unutma, son derece yoğun bir intikam gibidir.
Anıları silerek ya da anımsamaktan kaçarak kurtulamayız.
Joel ve Clementine’ın aşk ilişkisi, aslında oldukça sık rastlanılabilir bir seyir izliyor. Sorunsuz, toz pembe görünen, sevgililerin birbirini hiç eleştirmediği çok yücelttiği ve sonsuz bir hayranlık duyduğu başlangıcın ardından oluşan rutinlere, sorunlara tahammülsüzlük, ilişkinin eski zamanlarını özleyerek hırçınlaşma, birlikte sorun çözmeyi öğrenirken zorlanma, bu tartışmaların krizlere dönüşmesi ve ayrılık… Clementine, Joel’i yoğun bir öfkeyle terk etmesinin hemen ardından hafızasından onunla ilgili tüm anılarını sildiriyor, biraz bekleyebilse, onun aldığı hediyeyi görse özrünü tekrar duysa belki barışacaklar, yeniden başlayacaklar ama aceleyle hareket ediyor ve herşeyi sonsuza dek bitirmeyi tercih ediyor.
Aniden verdiğimiz kararlarla gerçekten “kurtulmuş” oluyor muyuz? Film de deneyimlerimizle aynı yanıtı veriyor. Hayır! Böyle bir bitiş olmuyor. Hafızalarından birbirlerini sildirmelerine rağmen Clementine ve Joel’in tekrar sevgili olması bunun en net ilanı ise de filmde başka deliller de var bu bilgiye ilişkin. Clementine, Joel’den ayrıldıktan sonra şirkette çalışan genç çocukla kısa süreliğine sevgili oluyor. Ve o çocukla sevgili olurken aslında onun Joel’i taklit edişinden etkileniyor. Aynı şekilde Lacuna şirketindeki sekreter genç kadının hafızasını sildirmesinden sonra ikinci kez doktora aşık olduğunu görüyoruz.
Filmden bildiklerimiz bunlar. Deneyimlerimizden ne biliyoruz peki? “Neden hep aynı tip adamlara aşık oluyorum”, “Bütün sevgililerimin xyz sorunu vardı”, “Çocuk ruhlu kadınlardan hoşlanıyorum”… Bu cümlelerin her biri söyledikleri ortak özelliklerin dışında bir şeyleri itiraf ediyor. Biraz kabalaştırarak ifade edecek olursam; ilişkilerimiz tesadüf gibi görünen biçimlerde başlasa da bizdeki bir ihtiyaca karşılık gelirler ve o ihtiyaç giderilmedikçe, onun farkına varılmadıkça benzer insanlarla karşılaşmak ya da aynı insanla defalarca kez ayrılıp barışmak kaçınılmazdır. Yani tümüyle “o”nunla ilgili gibi görünen mesele aslında büyük ölçüde kendimize dairdir.
Joel’in İsyanı
Anılarımız nesnel kanıtlar biçiminde öylece belleklerimizde duran ve dilediğimiz zaman gereksinim duyduğumuz bilgiyi bize verecek şekilde depolanmış olan kayıtlar değildir. Belli ki hafızamız hayli karmaşık bir yapıya sahip ve anımsamalarımız da bir çok zaman duygular tarafından belirleniyor. Anılar sürekli yeniden oluşturuluyor. Aynı evde büyüyen iki kardeşin aynı olayı bambaşka biçimlerde anlatabileceğini biliyoruz, eminim hepinizin tanıklıkları vardır.
Joel ve Clementine, öfkeli oldukları zamanda ilişkilerine dair kavga anıları anımsıyorlar, ilişkinin ilk zamanlarındaki mutluluk ve heyecansa pek hatırlanmıyor. Ancak anıların silinme işlemi sırasında Joel mutlu anıları da gördüğünde yoğun bir hüzün yaşıyor ve silmeye karşı direnmeye başlıyor. Kendi belleğinde dolaşırken Clementine’la olan anılarını koruyabilmek için türlü yollar geliştiriyor. Kuralları bozucu eylemleri yapması için onu ikna eden iç ses Clementine’ın bedeniyle konuşuyor. Clementine’ın buzun kırılma ihtimaline rağmen göle uzanma teklifinden ürken, hiç tanımadığı insanların evine girdiklerinde kaçan, geceleri evde olmayı seven Joel, risk almayı ve belki isyan etmeyi de bu ilişkiden öğrenmiş. İlişkilerindeki temas öylesine sahiciymiş ki Clementine’ın varlığı bir iç sese dönüşebilmiş.
Joel, Clementine’ı elinden tutup o anıdan bu anıya sürüklerken sonuna kadar direnmenin yollarını aramak konusunda kendisinden beklenmeyecek bir kararlılık gösteriyor. İlişkilerimiz bizi değiştirir çünkü…
Çocukluğuna Saklanmak
Anıları arasında dolaşan Joel silemesinler diye çocukluğuna götürür Clementine’ı. İnsanların ilk anılarının genellikle 3,5-4 yaşlarına tekabül ettiği düşünülürse muhtemelen ilk anısına götürmüştür onu. Bu  anılar ağırlıkla korku ve kaygı duygularını taşır. Joel de annesinin kendisini komşuya bıraktığı ve endişeyle masanın altına saklandığı bir günü anımsıyor.
İnsanlar için bu yaşlardan önceki anılar kayıp. Ya da bilindik biçimlerde kaydı tutulamıyor diyelim. Hem söz öncesi bir dönem olduğu için, hem beynin yapısındaki değişme ve gelişmeler nedeniyle hem ben bilinci gelişmediği için öncesi kayıtlara ulaşılamıyor.
İlk anının hemen ardından suçluluk ve utanç anılarına saklamaya çalışıyor Clementine’ı ama artık işlemin yapıldığı yere gelmiş olan doktor, bu anıları da silmeyi, yıkmayı başarıyor.
Çocuk olmayı bir daha tam manasıyla anımsayamamak insan olmaya dair en büyük hüzünlerden biri kuşkusuz. Aşık olmak kısmen de olsa çocukluğumuzu bize anımsatan bir deneyim. Sevgililer arasındaki oyunun varlığı örneğin. Joel, Clementine’a duyduğu ilgi olmadan buzdan nehre adımını bile atmazdı ya da bütün o taklitleri yapmazdı örneğin. Clementine ise zaten oyun kurucu bir çocuk gibi…
Hem anneyle kurulan o bağı, bir olma halinin verdiği huzuru anımsatan bir yanı var aşkın hem de bir olma halinin karşısında bas bas bağıran bir özerklik ihtiyacının çocuksu hırçınlığını yaşatan bir tarafı… Clementine ve Joel’in ilişkisinde tamamını görüyoruz bu duygu hallerinin. Oysa filmler genellikle ya birine kavuşmanın mutluluğunu ya birinden ayrılmanın gerekliliğini, hüznünü anlatır. İlişkinin mükemmel olmadığı halde sürdürülebilir bir şey olduğu gerçeği genellikle gündelik hayatın bilgisi olarak kalır.
Acılardan Üretmek
Aşk acısından kaçmayıp da ne yapalım? Aslında kaçabilirsiniz tabii. Film de bunu söylüyor; var gücünüzle kaçabilirsiniz ama eğer duygularınız bitmemişse mutlaka tekrar yakalanırsınız.
Yunan mitolojisinde unutmanın tanrıçalarından, nehirlerinden, lotuslardan söz ettik. Belleğin de mitolojide güçlü bir yeri var kuşkusuz. Bellek tanrıçası Mnemosyne Zeus’a aşık oluyor ve onunla 9 gece geçiriyor. O gecelerin her birinden bir Musa doğuyor. Biz onları genellikle ilham perileri olarak biliyoruz. Şiiri, tarihi, müziği, tragedyayı, dansı, mizahı ve astronomiyi temsil eden periler… Bu hikayenin sanatsal ya da bilimsel üretimin belleğe, anılara, bilgi kaydına ihtiyaç duyduğunu anlattığını düşünüyorum.
Yazı da arafta üretilir. Bilinçle bilinçdışının arasındaki o bölgede… Anıların “gerçeğine” de çoğunlukla orada ulaşılır. Velhasıl ikisi arasında sıkı bir bağ vardır. Herkesin unuttuğunu anımsamadan sanatsal üretim olmaz. Buradaki unutma ve hatırlama arasında diyalektik bir ilişki olduğunu da akılda tutarak düşünmeli kuşkusuz. Bastırma yoluyla unutma, inkar yoluyla unutma, işine gelmeyeni unutma… Üzerine uzunca konuşulabilecek pek çok başlık bu alandan açılabilir. Ama şunu söylemekle yetinelim şimdilik; bu filmin yapılmasını da insanların yeniden aşık olmasını da sağlayan arafa bakan gözdür bir anlamda.
Anıların Yokluğunun Yarattığı Boşlukta…
Joel makineye girdiği sırada, Clementine’ın belleğini sildirdikten sonraki halini görüyoruz. Kötü ve güvensiz hissediyor, dağılmış, kaybolmuş gibi… Bir boşluk… Filmde o boşlukların nasıl oluştuğu metaforlar yaratacak biçimde tasvir edilmiş. Yüzlerin silinişi, ışıkların sönmesi, binaların çatılarından başlayarak yıkılması… Alzheimer, Korsakoff ya da başka tip beyin hasarlarına bağlı unutmalarda kişilerin hissettiklerinin benzer bir kaybolma duygusu olduğunu tahmin edebiliyoruz.
Clementine’ın bir çuvalı ancak dolduran anılarının zihnindeki yeri belli ki o çuvalın bakanda yarattığı hüzünden daha büyük bir acı yaratıyor.
Anılar ve Zaman
Kaufman, John Malkovich Olmakİçgüdü filmlerinin senaryolarında da insan doğasının ve bilinçdışının sırlarının peşine düşmüştü. Eternal Sunshine of The Spotless Mind da benzer sorulara yanıt aradığı filmlerden biri…
Anılar, bugünümüzden uzaklaştıkça zaman dizgesinden de bağımsızlaşmaya başlarlar. Anı ne kadar güçlü olursa olsun “Yaklaşık ne zamandı acaba?”, “Yüzü nasıl görünüyordu?” sorularının yanıtını vermek kolay değildir. Joel de anılarında dolaşırken karmaşık geçişler yapıyor tıpkı anılarımızın çağrışımlarla bize dağınık biçimlerde geldiği gibi…
Yönetmen ve senarist, zaman karmaşasını, öykünün sonu sayılabilecek sahneden filmi başlatarak ve film boyunca geçmiş, bugün arasında sıçramalar yaparak bize de yaşatıyor. Gerçeklik algımızı tutan, zamanı ipe dizmemizi sağlayan Clementine’ın saç rengindeki değişimler oluyor.
Sadece Bekle…
En son sahnede kasetten ayrılık gerekçelerini dinledikten sonra Clementine bu ilişkinin yürümeyeceğini anlayarak uzaklaşırken Joel “Bekle” diyor, Clementine “Ne var?” diye yanıtlıyor “Bilmiyorum, Sadece bekle. Sadece biraz beklemeni istiyorum. Sende hoşlanmadığım hiçbir şey göremiyorum.” Clementine “Ama göreceksin (…) Ben de senden sıkılıp kendimi kapana kısılmış hissedeceğim. Çünkü bana hep böyle olur.” Birbirlerine bakarak “tamam-tamam” dediklerinde herşeye rağmen devam edeceklerini anlıyoruz. Her zaman olan, biraz da bu değil midir aslında…
Joel sahilde kumlara bakarken “Kumu fazla abartıyorlar. Altı üstü küçücük taşlar işte” diyordu. Filmin sonunda küçücük taşların, güzel anların ne kadar önemli olabileceğini görüyor bir bakıma.
Kapitalizmin ulaştığı hız, insan ilişkilerini de kendine dahil eden biçimde ilerliyor ve küçük birer taş olan bireyleri, bizleri öğütmeyi de sürdürüyor. Bu anlamda aşkta da herşeyin güzel ve büyülü olduğu ilk zamanları yaşamak, sıkılmaya başladığımız yerden de kaçmak doğru olanmış gibi sunuluyor. Hazzı yaşa, acıdan kaç… Joel’in belleğinin içindeki kavgası bize unutuşun hızı tarafından öğütülmeye karşı hafızamızı güçlendirerek direnmenin, anılarımıza bakım yapmanın, araftan üretilenin güzelliğini hatırlatıyor. Mükemmel ve tam bir ilişkinin olmadığını, doğumla yitirdiğimiz mutlak birliğin geri kazanılamaz olduğunu, bu bilginin getirdiği sancıyla yaşamanın, ayrılıkların da birleşmelerin de sorumluluğunu almanın önemini güçlü biçimde anlatıyor. Belki unutmama ve yeniden deneme de bize insanlığın bin yıllardır yaşayan başka bir düşünü anımsatıyor. Ölümsüzlük arayışı… Eski bir Afrika inanışı, bir insanın adını anan son kişide öldüğünde gerçekten ölmüş olacağını söylüyor. Böyle bakınca anımsanmak yaşamayı sürdürmek, anımsamaksa yaşatmak oluyor aynı zamanda…
*Murathan Mungan “Cenk Hikayeleri”

9 Haziran 2017 Cuma

BANU BÜLBÜL'LE SÖYLEŞİ  

Jaguar'ın Gözleri


Yetgül Karaçelik   İstanbul - BİA Haber Merkezi  03 Haziran 2017  

Jaguarın Gözleri aslında kadınların dayanışmayla nasıl da yaşamı ilmek ilmek ördüklerini gösteriyor. Yazarı Banu Bülbül'le söyleştik.

Son yıllarda toplumsal muhalefetin önemli bir dinamiği halini aldı talan edilen kentler. Bu kentlerin en tepesinde yer alan kentimiz ise kuşkusuz İstanbul.  Kentsel dönüşüm projesi adı altında yerleşim yerleri peşkeş çekilirken diğer taraftan İstanbul’un can damarları olarak bilinen yeşil alanları acımasızca katlediliyor.

Doğaya karşı acımasız olan iktidardan elbette insana karşı daha insaflı olması beklenemez. Yaşam alanlarımız rant alanına dönüşürken salt bir çevre sorunu olarak bakmak yeterli olur mu?
Banu Bülbül’ün Notabene yayınlarında çıkan romanı Jaguarın Gözleri tam da bu noktadan okurlara sesleniyor.
Jaguarın Gözleri,  İstanbul’un en güzel ilçelerinden biri olan Sarıyer ve Sarıyer hattını mekan alırken aynı zamanda İstanbul içinde gezintiye de çıkarıyor okurları. Yaşam alanlarını savunmak ve bu savunu çerçevesinde yeni bir kültürü inşa etmeye çalışan bir grup güzel insan. 
Romanda yer alan karakterlerimiz kaybettikleri bir arkadaşlarının izinden giderken gerçek ve kurgunun neredeyse iç içe geçtiği anlarla karşı karşıya geliyoruz. Sorgulayan, itaat etmeyen ve yaşamı savunan bireylerin kurşuna dizildiği, işkence gördüğü, tutuklandığı bir coğrafyanın izini romanda sürmek mümkün…
Jaguarın gözleri, yeni bir deneyimi okurlarına sunmanın ötesinde bizde var olan hali hazırda o güzel yanımızın peşinde koşmayı da öğütlüyor. Öyle ya, egemen kültürde kadınlar sadece birbirine rakip olarak kurgulanmışken, Jaguarın Gözleri aslında kadınların dayanışmayla nasıl da yaşamı ilmek ilmek ördüklerini gösteriyor. Yazarın deyimiyle, “Kadınların kolektif çözümlere, bir arada davranmaya daha yatkın bir tarafı var.”
Jaguarın Gözleri’ni uzun uzun yazmak elbette yerinde olacak, ancak Banu Bülbül’e soracağımız sorular da sabırsızca beklemekte… Dilerseniz başlayalım.
Jaguarın Gözleri ilk romanınız; dolayısıyla öncelikle hem sizin edebiyat serüveninize hem de Jaguarın Gözleri’ne biraz değinebilir misiniz?  
Yazıyla ilişki kurmak, yazıyla anlatmak, yazarak anlamak, değiştirmek, dönüştürmek her zaman aşina olduğum yoldu. Çocukluğumdan bu yana yazmaya yatkındım. Gençliğimde politik yazılar yazdım genellikle. Zamanla mesleki yazılar da eklendi yazdıklarıma. Ben bir psikoloğum aynı zamanda. Roman yazmayı da hep istemiştim. Ama “olsa ne güzel olur” belirsizliğindeydi bu arzu. İlk kez Gezi sürecinde fikir netleşti ve bir roman planına dönüştü. 2013 Mayıs’ta Gezi başladığında kızım 1 yaşında bile değildi. Yıllardır beklediğim hareketlilik gelmişti ve ben kucağımda bir bebekle evdeydim. Yazmak, romanı kurgulamak sokaktaki hareketliliğe katılımın dolaylı bir yoluna dönüştü zamanla. Sonra onu da aştı ve kendi rotasını çizdi roman. Yani edebiyatla ilişkimin yazarlık boyutuna geçmesi Gezi’nin ve kızım İdil’in ilhamı ile mümkün oldu diyebilirim. Romanın serüveni böyle başladı. Ben Jaguarın Gözlerini yazmayı sürdürüyorken hep birlikte büyük acılar yaşadık. Suruç, Ankara patlamaları olduğunda ara verdim romanı yazmaya. Romanın yazımını bitirdiğimde ülkede olup bitenlere dair de izler taşıyordu kuşkusuz. Tıpkı benim ve pek çoklarımızın hayatı gibi…
Aslında yazar olmak ve bu uğraşı sürdürmek gibi bir hedefi baştan koymamıştım ama Jaguarın Gözlerini yazarken yaşadığım yolculuğu çok sevdim. Şimdi ikinci romanı yazıyorum. Üçüncü romanda ne anlatmak istediğimi biliyorum. Yazmaya devam edeceğim, öyle görünüyor.
Geleneksel olanın dışında romanda yer alan kahramanlarımız (diğer cinsiyetlere haksızlık edilmeden ) kadınlardan oluşuyor. Jaguarın Gözleri’ni bu noktadan değerlendirebilir miyiz?
Romanda kadınların kendi yöntemleriyle, ilişki biçimleriyle dayanışmaları halinde yapabileceklerine ilişkin kadından yana bir bakış sunuluyor. Zaten devrimleri erkeklerin yaptığına dair görüş tümüyle bir yanılsamayı ifade ediyor. Hatta yanılsama da dememeli manipülasyon düpedüz. Benim siyasi tanıklığım da okumalarım da devrimci süreçlerin asıl yükünü kadınların omuzladığı yönünde. Böyle gördüğüm için doğalında romanın kahramanları kadınlar oldu.
Kadının edebiyatta özne olması yalnızca kadın yazarların sayısının artmasıyla onların yazın dünyasında daha çok yer bulmasıyla sağlanamayacağını aynı zamanda kadın kahramanlar yaratmaya da ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Edebiyatta yaratılan kadın karakterler çoğunlukla romandaki erkek karakterlere göre konumlandırılıyor, tanımlanıyor. Diyalektik olmayan şeytan gibi ya da melek gibi kadınlar oluyor bunlar genellikle. Roman karakterleri olan kadınların birbiri ile dayanışmasına ise pek değinilmiyor. Oysa hayatta kadın dayanışması son derece gerçek, süreğen bir hal ve üstelik sadece bir siyasal perspektifle de yaratılmıyor. Kadın dayanışması aslında her yerde. Ancak eril diğer alanlar gibi edebiyatın da ilgisini kadınlar arası dayanışma değil rekabet çekiyor. Burada elbette cinsiyetçi bir kasıt var.
roman kendi kurgusu içinde faili meçhul bir cinayetten yola çıksa da mafya-siyaset ilişkisinden Cumartesi Anneleri’ne kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Romanın birden çok konuyu merkezine alması gerekliliğinden mi yola çıktınız ya da hali hazırda var olan durumun bir dayatması mı?
Sorunların kökünü, kaynağını aramaya ilişkin merakım her zaman oldu. “Neden?” sorusunu sormaktan kolayca vazgeçmedim, bulduğum ilk yanıtla yetinmedim, o yanıtı da soruya dönüştürdüm genellikle. Benim bütüne bakma çabam romana da yansıdı. Kişilerin, olayların birbiriyle yoğun ve karmaşık ilişkilerini görmek, göstermek, tarihe bu açıdan tanıklık etmek önemsediğim bir nokta.
Bu ülkedeki sorunların birbiri ile ilişkisi öylesine belirgin ki bunu atlayarak herhangi bir durumu açıklamak olası değil. Ergenekon iddianamesi yayınlandığında büyük bir dikkatle okumuştum. Susurluk davası ile ilgili yazılıp çizilenleri de… Çete, derin devlet konulu okumalar yaparken olayların birbiriyle bağlantılarını şemalar çizerek anlamaya çalıştım. O zaman da gördüğüm bütün örgütlü suçların bir biçimde birbiriyle ilişkisi olduğu idi. Gördüğüm bu bağlantıları anlatmak istedim.
Bütünlüklü bakma ihtiyacının bir diğer boyutu ise kapsayıcılığı artan mücadelelerin başarı şansının da arttığını düşünmemdir. Örneğin kendisini “çevreci” olarak tanımlayan ve yalnızca bu çerçevede mücadele yürütme niyetinde olan biri sermayenin kar hırsıyla uğraşmadan bir adım ilerleyemez. Kar için çevreyi kirleten, doğayı katleden sermaye sahibi ile ve onu koruyanlarla mücadele ederken işçilerin mücadelesi ile dayanışması da gerekir. Yanı sıra doğası kirlenen bölgede yaşayan insanlarla ilişki geliştirir. Farklı muhalif kimliklerin dayanışması olasılıklardan biri iken diğer olasılık rekabet etmeleri, çatışmaları yazık ki… İşte farklı sorunları bir merkeze koymayı başaramadığımızda o merkezde yer almak için rekabet eden görüşler bir yarış içine girebiliyor bu da dayanışmaya zarar veriyor o dayanışma kurulmadan da kazanım olmuyor.
Soner Gökmen isminin kitapta yer alan öyküsü 3 Mart 2004’te katledilen Önder Babat’ı hatırlatıyor. Bu benzerlik ilişkisini bilerek mi tercih ettiniz ve bu konuda olumlu ya da olumsuz eleştiri aldınız mı?
Politik cinayetler her zaman ilgimi çekmiştir. Önder Babat’ın öldürülmesi de beni etkileyen olaylardan biri… Soner Gökmen de tıpkı Önder Babat gibi Beyoğlu’nda dergi bürosunun önünde öldürülüyor. Savunduğu görüşlerin yayınlandığı derginin kapısının önünde… Tıpkı Agos’un önünde öldürülen Hrant Dink gibi… Ya da Tahir Elçi’nin Dört Ayaklı Minare’nin önünde öldürülmesi gibi… Yani Soner Gökmen cinayeti tüm bu siyasi cinayetleri temsil ediyor bir bakıma. Önder Babat’ın öldürülme biçiminin benzerliği dışında Soner Gökmen’e yaşamına ve katillerine ilişkin anlatı tamamen kurgusal. Elbette Önder Babat cinayetine dikkat çekebilmek, onu zihinlerde tutabilmek için kitabın ufacık da bir katkısı olursa buruk bir mutluluk duyarım. Bu konuda bir eleştiri almadım ama kitabı okurken Önder Babat’ın öldürülmesini anımsadığını ifade edenler oldu.
Kitapta örgütlü mücadele etmenin ve dayanışma içinde olmanın özenle altını çizmişsiniz. Ancak muhalif olan parti ve benzeri çevrelerin yaklaşımına karşı da sert eleştiriler var. Bu konuya biraz değinebilir miyiz? 
Farklı siyasi öznelerin sesi var romanda diye düşünüyorum. Kişisel olarak ben insanların örgütlü olmasını olumlu bulurum. Romandaki Hepberaber Örgütü bir çeşit örgütlenme önerisi örneğin. Partili olmak mühim iştir elbette. Ama parti, program demektir ve her program bir kuşağı kapsar aslında. Bense romanda bir kuşaklık bir işi değil kuşaklar boyu, ya da bir insan için ömür boyu süren bir tutarlılığa, bir politik duruşa olan ihtiyacı anlatmaya çalıştım. Günümüzde içi boşaltılan anlamıyla değil ama gerçek karşılığıyla değerlere ve ilkelere vurgu yapmak istedim.
Türkiye’de genellikle özörgüt ve parti ilişkisi yanlış kavranır. Ya karşı karşıya getirilir yahut partinin kapsadığı kitle örgütleri özörgüt zannedilir. Gezi’de nüvelerini gördüğümüz sovyetik yani meclis türü özörgütlerin önemini vurgulamaya çalıştım romanda. Umudun bu örgütlerde olduğunu düşünüyorum. İsteyince yaratılabilir olmadıkları gibi, sürekliliği sağlanabilir örgütler de değiller ancak ortaya çıktığında kıymeti bilinmeli, diye düşünüyorum.
Jaguarın Gözleri’nin bir önerisi var. Bu öneri gizli saklı olanın karşısına “aleni” olmayı koyuyor. Bir tür mücadele yöntemi denilebilir mi bu duruma? 
Evet bir tür mücadele yöntemi önerisi olarak okunabilir. Siyasi görüşlerin, düşüncelerin, bilginin alenileştirilmesi, kapalı kapılar ardında gizli saklı yapılan görüşmelerin muhataplarına ulaştırılması talebinin canlandırılması, denetim vurgusunun yoğunlaştırılması… Örneğin toplu iş sözleşmelerinin işçilerin önünde yapılması, barış görüşmelerinin halkın karşısında yapılması, savaşa ilişkin ulaşılan gerçeklerin ifşası… Evet günümüzde aleniyetin sağlanabilmesi için geçmişe göre daha çok olanak var. Ve tabii her çağda olduğu gibi kendisi için zararlı olabilecek bilgiye erişim egemenlerce tehlikeli bulunuyor. Bu nedenle internette pek çok yasak mevcut. Tabii bir bulguya, bilgiye aleniyet kazandırmadan önce olabildiğince titiz davranmak çok önemli. Tıpkı romandaki karakterlerin davrandığı kadar özenli davranmak…
Ayrıca makro ve mikro düzeyde ilişkilerdeki aleniyetten de söz ediyorum bir anlamda… Feminizmin “Özel olan politiktir” ilkesine de değinmiş oluyorum. “Aile meselesidir” halinden sıyrılmaktan tam da bu bakış yüzünden yaşanagelen sol içi şiddetten de söz ediyorum. Gizlilik üzerinden kente saldıran egemenlerden de söz ediyorum.
 “Karşımızda duranların sahip olamadığı ve asla sahip olamayacağı çok güçlü niteliklere bezeli olduğumuzu unutmamalıyız; dayanışma, sevgi, sabır, özveri, mizah…”  Zeynep kulaklarımıza naifçe fısıldıyor.  Özellikle bu günlerde ihtiyacımız olan sözler bunlar sanki?
Bu anımsamayı ben de çok önemsiyorum. Genellikle bizde olmayan üzerine kurulu, eksiklikler üzerinden tanımlı söz üretiliyor solda. Elimizde olanlara bakalım. Bu tarafta olmak çok güzel gelsenize diyebilmek ancak o zaman mümkün. “Gurur, şeref” gibi bence erkekçe ve Ortaçağcı değerlerin yerine olumlu anlamda dişil mücadele ilkelerini öneriyorum yeniden...
Son olarak kitaba adını veren Jaguarın Gözleri’ni ben çok sevdim. Jaguarın gözlerinin o derin anlamından bahsedip bitirelim mi?
Sevmenize sevindim. Jaguarın Gözleri, içeridekini, köktekini, gerçektekini görmeyi öneriyor. İnsanın bugünkünden daha özgür olduğu bir geçmişi olduğunu anımsamasını önemsiyorum. Kendisinde doğaya ait olana, sezgilerine ulaşmasını ve bütün bunları şu anki zihinsel düzeyinden ödün vermeden de yapabilmesini önemsiyorum. Bunun olanağı olduğunu biliyorum. Gördüğümce de anlatmaya çalışıyorum. Binlerce yıllık kölelik, serflik, reayalık, işçilik yaşamının dışında bunca yabancılaşmanın dışında bir hayat mümkün. Daha mutlu olduğumuz bir dünya mümkün ve ben de bu umudu diri tutmak için yazıyorum bir anlamda. “İçi boş hayaller”, “bomboş umutlar” lafları dolaşıyor ortalıkta. İçi boş hayal yoktur aslında. Tüm hayallerin içi doludur bir biçimde, her hayal, her düş, her umut bir köke tutunur, o köklere tutunalım. İçimizdeki jaguarı bulalım o şimdi tutsaksa da bir zamanlar ormanda özgürce dolaştığını anımsayalım istiyorum. Ve bunu hepberaber yapalım diliyorum. Esasen dünyada yaşamın devam etmesi için başka da bir şansımız kalmadığına inanıyorum. Bu şekilde devam eden bir insanlık toptan yol oluşa doğru ilerliyor çünkü...(YK/NV)
 Jaguar'ın Gözleri, Banu Bülbül, Notabene Yayınları, 2017

Jaguarın Gözleri’nde kadın dayanışması ve örgütlü mücadele

  Hülya Akpınar  



Banu Bülbül’ün Notabene Yayınları’ndan çıkan Jaguarın Gözleriadlı ilk romanı, 90’lı yıllarda kasetlerle olan ilişkimi hatırlattı bana. 90’lı yıllar benim için yaşamsalihtiyaçlarım dışında elimde kalan paranın neredeyse tamamını kasetlere yatırdığım öğrencilik yıllarımdı. (Kaset diye bir şey vardı değil mi hayatımızda?)Müzik şimdiki kadar kolay ulaşılabilen bir şey değildi o zamanlar. Her çıkan albümü, şarkıyı dinleyebilme şansımız olmazdı. İyi bir kaset yakalamışsam hiç yanımdan ayırmaz, nereye gitsem “bunu dinlediniz mi?” diyerek kaseti teybe takardım. (Teyp diye de bir şey vardı, evet!) Sevdiğim bir albümü, şarkı ya da türküyü herkes dinlesin isterdim. İsterdim ki şarkı hiç bitmesin, milyonlarca kez dinleyelim, herkes bu güzelliği fark etsin, tanısın, benim hissettiğim coşkuyu hissetsin. (Hâlâ yaparım arada böyle şeyler.)O kaset uzun zaman çantamdan çıkmaz, nereye gitsem giderdi benimle.Jaguarın Gözleriçok sevdiğim bir şarkı gibiydi, bitmesin istedim okurken ve herkes romandaki karakterlerle tanışsın, onların hikâyesini okusun, mücadelelerini, umudu görsün istedim.
Jaguarın Gözleriyakın dönem politik tarihimize bir bakış, o bakışı bugünle buluşturan ve yarına dair de sözü olan bir roman.Ormanların, meydanların, yaşam alanlarının ranta kurban edildiği; kentsel dönüşüm projeleriyle talanın en şiddetli biçimde yaşandığı İstanbul’da geçiyor hikâye. Yaşamları dostlukla, yoldaşlıkla örülmüş politik üç kadının, bir ölümün -Belgin’in yakın arkadaşı hatta âşık olduğunu farkettiği, politik yol arkadaşları Özgür’ün intiharının-izini sürerken karşılaştıkları ve bir roman konusu olmanın ötesinde ülkemiz açısından hâlâ bir gerçeklik olarak yaşadığımız olaylar çıkıyor karşımıza.
Romandaki kadın karakterlerden özellikle bahsetmek gerekiyor. Edebi eserlerde çoğunlukla karşımıza çıktığı gibi erkek karakterlere göre konumlandırılmış,birbirine rakip ya da kurtarılmayı bekleyen karakterler değil romandaki kadınlar. Aslında onlar, hikâyenin ana kahramanları. Yazan, çizen, araştıran, bulunduğu politik yapıların öznesi olan, yaşamı örgütleyen, birbirlerine sevgiyle, dayanışmayla tutunmuş kadınlarla tanıştırıyor bizi roman. Küçük serasında çiçek yetiştiren ziraat mühendisi Belgin, psikolog Zeynep ve avukat Reyhan’ın ilişkileri, politikada kesişen, dostlukla, yoldaşlıkla sarmalanmış bir ilişki.
Kadınların dertleştiği, birbirini anladığı içten sohbetlere tanıklık ediyoruz roman boyunca. Birbirlerinin yaralarını nasıl sardıklarını; hayatın hoyratlığı, acıları karşısında birbirlerini nasıl koruduklarını, kolladıklarını, sarıp sarmaladıklarını; incelikle, dayanışmayla nasıl da güçlü bir dostluk, yoldaşlık yarattıklarını okuyoruz. Birbirlerini cesaretlendirerek, karşılıklı güç alarak, insani korkularını, kaygılarını da paylaşarak birçok kişinin dokunmaktan çekindiği siyaset- mafya ilişkilerine nasıl çomak sokabildiklerini heyecanla takip ediyoruz. Cesaretleriyle, zekâlarıyla, politika yapma biçimleriyle erkeklerin iktidar oluşturduğu, eril bir alan olan politikada bir itiraz gibi bu kadınların duruşları.
Yazar Banu Bülbül kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Kadınların kolektif çözümlere, bir arada davranmaya daha yatkın bir tarafı var” diyerek “gurur, şeref” gibi erkekçe ve Ortaçağcı değerlerin yerine olumlu anlamda dişil mücadele ilkelerini hayata geçirmeyi öneriyor:“Zaten devrimleri erkeklerin yaptığına dair görüş tümüyle bir yanılsamayı ifade ediyor. Hatta yanılsama da dememeli manipülasyon düpedüz. Benim siyasi tanıklığım da okumalarım da devrimci süreçlerin asıl yükünü kadınların omuzladığı yönünde. Böyle gördüğüm için doğalında romanın kahramanları kadınlar oldu.” (https://bianet.org/biamag/toplum/187060-jaguarin-gozleri)
Karakterlerin bu denli güçlü ve hayatın içinden oluşunda Banu Bülbül’ün aynı zamanda iyi bir psikolog olmasının da etkisi vardır mutlaka. İyilikleri, kötülükleri, kahramanlıkları, cesaretleri, korkaklıklarıyla; kırılganlıkları, hayalleri, umutlarıyla hayatın bir parçası olan insanları, güzel dostlukları olan kadınları, başka bir dünya düşüne inanmaktan vazgeçmemiş yoldaşlıkları buluyoruz okurken.
Faili meçhul cinayetlere, siyaset-mafya ilişkilerine, katliamlara tanıklık etmiş bir kuşak olarak gerçekle kurgunun çoğu zaman iç içe geçmiş olduğunu görüyoruz romanda. Cumartesi anneleriyle, kayıp yakınlarıyla, betonlaşmaya, ranta karşı yaşam alanlarını savunanların mücadeleleriyle buluşuyoruz.Kentsel dönüşümle oluşacak göçler, insanların yerinden yurdundan edilmesi, başta Rumlar olmak üzere azınlıklara yönelik 6-7 Eylül saldırılarının acıları hatırlatılarak anlatılmış. Susurluk kazası, Ergenekon iddianameleri, derin devlet tartışmaları, Uğur Mumcu’dan Hrant Dink’e, Tahir Elçi’ye dek tanık olduğumuz birçokkatliamın birbiriyle olan bağlantısını düşündürüyor.
Betonlaşmayı, rant ilişkilerini, doğanın talanına karşı verilen yaşam mücadelesini, ekoloji politikalarını önemsiyor roman ve bütün bu saldırılara karşı bütünlüklü politikalar geliştirmeyi öneriyor. Faili meçhul bir cinayetin, doğanın, yaşam alanlarımızın yok edilmesinin, emek mücadelesinin, yoksullaşmanın birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini gösteriyor. Tüm bunlara dostluğun, dayanışmanın, güvenin önemli olduğu örgütlü bir mücadeleyle karşılık verilebileceğine işaret ediyor. Birbirinden farklı muhalif kimliklere sahip olanların, farklı alanlarda politik çalışma yürütenlerin rekabetçi, yarışmacı, ben merkezci olmaktan uzaklaşıp dayanışmasının gerekli olduğunun altı çiziliyor sıkça. Örgütlü-örgütsüz bireylerin, muhalifMüslümanların, feministlerin, LGBTİ’lerin ortak bir mücadeleye dönük yapılan bir toplantıdaki seslerini duyuyoruz kısacık da olsa.Muhalif, örgütlü yapıların insanı yok sayabilen, birey olarak yer alma şansımızın olmadığı, gücün kutsanıp, hiyerarşinin, ayrımcılık biçimlerinin yeniden üretildiği, hantal, bürokratik yapılar haline dönüşebileceğini hatırlatıyor bize ve bunu yaparken bir örgütlenme modeline dair düşünmemizi de sağlıyor roman.
Kitabın adına gelince… aslında hepimizin içinde bir yerlerde olan ama bugün doğadan kopuşumuzla, baskıcı iktidarlarla, kapitalist yaşam koşulları içinde unutulmaya yüz tutmuş özgürlük tutkumuzu hatırlatmak; bize gereken direnme, mücadele gücünün içimizde, köklerimizde olduğunu vurgulamak için Jaguarın Gözleri. Bir gün hepimizin gözleri o ışıltıyla bakabilirdiyor roman.Bugün ihtiyacımız olan da bu değil mi? Her ne kadar yol ve yönteme dair ciddi yalpalamalarımız, farklılıklarımız, kafa karışıklıklarımız olsa da bütün bunlarla  baş edebilmemizi sağlayan, tüm kalbimizle inandığımız haklı bir mücadelemiz; bu mücadelede bizi çok güçlü kılan muhteşem dostluklarımız, yoldaşlıklarımız, dayanışma pratiklerimiz ve dünyayı değiştirebileceğimize dair umudumuz var. Bizi yaşadığımız bu cehennemden çıkaracak olan kendimizden başkası değil.  
Not: catlakzemin.com dergisi için kaleme alındı.

Bir kepçe cesaret de siz almaz mıydınız?

 Tülinay Kambur  

Son yıllarda, hem kendi yaşantıma hem tanık olduklarıma hem de biraz uzaktan izleyip dinlediklerime dair aklımı çokça kurcalayan bir konu var. Şimdiye kadar olanlardan dolayı olabileceklerden çok korkuyorum. Korkuma rağmen görünüp kaybolan cesaretimi hissediyorum, sanki cesaret kaybolup korku tekrar yerini aldığında onu elimde sürekli tutmamın bir yolunu bulmalıymışım, sanki çok cesur insanlar onu sürekli ellerinde tutmanın bir yolunu bulmuş gibi geliyordu. Aklımdaki bu konuyu da sesli dile getirmekten oldukça çekinirdim doğrusu. İşte bu güzel kitabı okuduktan sonra öyle bir cesaret geldi ki bana, Sanki Banu Bülbül bana elleriyle vermiş gibi oldu o cesareti, sesli söylemekten korkmama rağmen bu soruyla yazıma başlamaya karar verdim. Cesur hissetmek için korkudan kurtulmaya gerek var mı?
Jaguarın Gözleri oldukça akıcı, gözlerinizi ayırmadan okuyacağınız, merak uyandıran, anlaşılır, hatta o kadar anlaşılır ki kitaptaki bütün karakterleri tanıyormuşsunuz gibi hissedeceğiniz bir roman. Kitabı okurken sanki bütün karakterler odamda dolaşıyor ya da zaten arka sokağımda oturuyorlar gibi hissettim. Romandaki kişiler Sarıyer’de ormanda yürürken onlarla yürüyormuşum gibi geldi ya da çok zorlu bir yaşantıdan sonra birbirlerine sarılırken sanki beni de sevdiler de ferahladım. Onların yaşadığı duyguları içimin ayrı ayrı yerlerinde hissettim. Hem onları hem kendimi anladım kitabı okudukça. Kitapta hayata dair birçok olgu ve duygu işleniyor. Ölüm, acı, korku, dayanıklılık, cesaret, öfke, suçluluk, aşk, ilişkiler, örgütlülük, arkadaşlık, neşe, kadınlık, erkeklik, mücadele, dayanışma, kaygı, sabır, üzüntü, saldırganlık, yaşama sevinci, canlılık, doğa, hırs, yani insana dair her şey. Bunların hepsi bir kitapta nasıl geçer demeyin, hepsi zaten öyle içi içe ve öyle hayatlarımızın her parçasındaki, yazar bunları dengeli, görülebilir, anlaşılabilir bir biçimde çok güzel bir bütün olarak sunuyor.
Yazarın yukarda saydığım olgu ve duyguları işleyiş biçiminden çok etkilendim özellikle en çok etkilendiklerim üzerine de birkaç kelam etmek isterim. Örneğin acı! Bu kitabın acıyı değerlendiriş biçiminin bana aldırdığı nefes sayesinde ‘acı’ ile başlamak istiyorum. Çok kuvvetli bir duygudur acı, hissederken dayanması çok güçtür. Hele ki ölümden doğru gelen acı dayanması en zor olanlardan birisidir. Ölümün biçimlerinin de acının yoğunluğuna etkisi vardır tabii ki, muğlak bir ölüm, cenazesiz bir ölüm acıyı iyice arttırır. Haksızlık ve adaletsizlikten gelen acılar da en fenalardandır. Öyle ki hem kendi acılarımıza hem de acıları olan kişilerin yanında olmaya, onların acılarını izlemeye dayanmak zordur. Kendi acılarımız için dilediğimiz gibi başkalarının acılarının da hemen geçmesini dileriz. Acı içindeyken ne çok “geçecek” deriz. Bu sözler iyi gelir ancak etkisi çabuk geçer, sanki ısınmak için kibrit yakmaya çalışmak gibidir. Acıyı sahiplenmek ve başkalarıyla paylaşmak gerekir. Paylaştıkça, çevresindekilerin dayanma gücü acısı olana geçer ve ancak öyle daha iyi hissedebilir. İşte Jaguarın Gözleri, acıya dayanma gücü olan insanlarla dolu, acılarına dayandıkça güçlenen, dayanıştıkça acılarıyla başa çıkmayı öğrenen ve birlikte iyileşmenin yollarının arayan insanlarla… Onlar, bazen birbirlerine bazen de doğaya yaslıyorlar sırtlarını, bazen gülerek iyileşiyorlar bazen ağlayarak, bazen ateş böceklerinin ışıklarıyla canlanıyorlar bazen de jaguarın gözleriyle. Peki bu karakterler acıdan korkmuyorlar mı? “Deli gibi” korkuyorlar ama korkularına rağmen vazgeçmiyorlar ve daha çok cesaretleniyorlar mücadele etmek için. Korktukları bir anda roman karakterlerinden Zeynep’in dediği gibi ‘Çoğaldıkça ölüm riskimiz azalır.’ cümlesi bile aslında anlatmaya çalıştığım şeyi özetler nitelikte.

Bu sürrealist duruma karşı…

İşte bu noktada kitapta acı, öfke ve korku duygularının nasıl bir denklem oluşturduğunu da anlayabiliyoruz. Özellikle bu duyguların birbirleriyle ilişkisini yazarın anlattığı şekilde hayatın ta içinden görmek beni çok aydınlattı. Kafamdaki kadim ve deli sorulara ışık tuttu. Örneğin, gerçekten çok ilginç bir sistemde yaşıyoruz. Her zaman tutarlı olmak gerçekten çok can sıkıcı olabilir fakat sürrealist denebilecek bir boyutta yaşamak da bunu pek iyi bir hale getirmiyor. Toplumun bize öğrettiği davranış biçimlerinden sonra tam tersini yapmamızı istemesi oldukça kafa karıştırıcı ve bol acılı durumlar yaratabiliyor. İşte bu sürrealist duruma karşı yazar acı, öfke ve korku denklemini ortaya koyuyor. Bizlere olaylar sonucunda çektiğimiz acıların bizim yüzümüzden olduğu öğretildiyse ve acı çektiğimiz zaman o acıyı bütünüyle hak ettiğimizi düşünürsek ne olacak? Bunun hak edilen bir şey olduğuna inanırsak biz de başkasına acı çektirmeyi kendimize hak görmez miyiz? Durum böyle gelişirse sonunda herkesin bize acı çektirebileceğine inanır ve korkuyla dolarız. Her acı çektiğimizde hem kendimize hem diğerlerine öfkelenebiliriz, öfke ve korku balonunun içine sıkışmak oldukça büyük bir acı oluşturabilir ama artık konu bağlamından bir hayli uzaklaşmış olabilir. Tabii durum böyle gelişirse acı, öfke ve korku denklemin içinde sevgi y’si, duyarlılık z’si ve merhamet x’i yerlerini kaybedebilir ve acımıza, öfkemize ve korkumuza da sahip çıkmak zorlaşabilir. Böyle bir durumda daha çok yalnızlaşabilir daha çok öfke ve korku dolabiliriz ve sonuç olarak başta hak ettiğimize inandığımız acılar için şimdi tamamen başkalarını suçlayabiliriz. Ne sürrealist bir durum değil mi? Peki birçok kişi aynı durumu öğrendiyse ve aynı sürrealist denklemin içine düşecekse neden bazıları bu denklemin içinde debelenir ve nasıl bazıları bu denklemden yeni denklemler yaratabilir. İşte bütün bu soruların cevaplarını merak ediyorsanız kitabı okumanız gerekecek.
Şu an yaşadığımız sistemin sanırım en kötü yanlarından biri de; sadece kendi ihtiyaçlarımızı karşılamanın hayattaki en önemli şey olduğunu bize öğretmesi. Evet herkes öncelikle kendi ihtiyaçlarına bakmalı ve bunları karşılamanın sorumluluğunu almalıdır. Peki diğer insanların ve tüm canlılığın ihtiyaçlarına bakmadan sadece kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak mümkün müdür? Şu an var olan sistem, bunun mümkün olduğunu, sadece fiziksel ve zihinsel ihtiyaçlarımızı karşılarsak çok mutlu olacağımızı söylüyor. Peki neden bu kadar çok mutsuz ve yaşama sevincini kaybetmiş insan var? Çünkü başka insanların, hayvanların, doğanın ihtiyaçlarını karşılamazsak onlar da bizim ihtiyaçlarımızı karşılamazlar ve bizim tek ihtiyacımız fiziksel ve zihinsel olanlar değildir. Mesela bütün dünyadaki insanların farklılıklarının çeşit çeşit olması içimizdeki ihtiyaçların da çeşit çeşit olduğu anlamına gelmez mi? Kendi içimizdeki ihtiyaçları tek düze tutmaya çalışırsak mı diğerlerinin farklılıklarından korkarız yoksa diğerlerinin farklılıklarına tahammül edemezsek mi kendi kusurlarımızı tamamen yok etmeye çalışırız? Geldik mi yumurta tavuk mevzusuna. Ya da farklılıkları görmeyi ve anlamayı denersek acaba kendimizi diğerleriyle karşılaştırmak ve yapamadıklarımızla yüzleşmek midir bizi bu kadar korkutan? Peki her şeyi yapamasak ne olacağından korkarız? Her şeyi kendi başımıza yapabileceğimizi ama bir yandan hiçbir önemimizin olmadığını bize söyleyen bir sistem içinde yaşarken farklılıklardan da nefret edersek kendimizle nasıl yaşayabiliriz ki? Kendimizle yaşamaya tahammül edemediğimiz bir noktaya gelirsek özgürlük ve neşe duygusu bize ancak fantezilerimizde yaşatacağımız ama gerçekte habis ve kötücül gibi gelen bir şeylere dönüşmez mi? Neyse ki bu kitap bize bütün bu soruları sorgulatarak, aslında bu işin içinden çıkabileceğimizi ve bütün canlılığa vermemiz gereken kıymeti hatırlatıyor. Doğayla kuracağımız ilişkinin belki de hiç bilmediğimiz veya unuttuğumuz ihtiyaçlarımıza karşılık geleceğini gösteriyor. Birey birey kendi hayatlarımıza kısılıp kalmadığımızda özlemini içten içe çektiğimiz ne de güzel şeyler olabileceğini gösteriyor bize. Kendimizi ve yaşamamızı değiştirmekle başlayan sürecin büyük toplulukları nasıl da değiştireceğini içim cıvıl cıvıl okudum romanda. Herkesin her yerde mutluluğu çılgınlarcasına aradığı ve bir türlü bulamadığı bir dünyada, mutluluğu arama biçimimizi nasıl değiştirmemiz gerektiğine dair önemli yollar gösteriyor roman bize.

Bir korku alana bir cesaret de biz veriyoruz

Romanı bitirdiğimde çok ağladım, hem üzüldüğüm için hem de sıcacık bir mutluluk hissettiğim için. Daha sonra bu yazıyı yazmadan önce ilk okuduğumda çok ağlamamdan mütevellit o kadar nesnel olamayabilirim diye düşünüp bir kez daha o kadar ağlamadan okumaya karar verdim. Peki ne oldu? Bir o kadar daha ağladım. Ama bu o kadar iyi geldi ki bana, yazarında dediği gibi kendimi ‘ruhu yıkanmış, arınmış, gevşeyen, bozulan yerleri gerilmiş, yenilenmiş’ hissettim. Bütün yukarıda bahsettiğim duyguların yanı sıra kitap bize sevgiyi o kadar samimi ve sıcacık hissettiriyor ki. Sevgi duygusunun farklı hissediliş biçimleri, doğallık ve içtenliğin hayatlarımızı ne kadar değiştirebileceği, neşe ve kahkaha dolu yaşamların acıdan o kadar da uzak olması gerekmediği, iştahın, yaşama sevincinin ve umudun nasıl da korkuya, acıya, öfkeye ve kaygıya rağmen dayanışarak hissedilebileceğini gösteriyor bize bu kitap. Belki de olumsuz duygularımıza sahip çıkınca paket program gibi olumlular da yanında geliyordur kim bilir. Duyduk duymadık demeyin, fırsat bu fırsat! Bir acı alana bir neşe bedava! Bir korku alana bir cesaret de biz veriyoruz! Dükkanı kapatıyoruz bu fiyata bulamayacağınız öfkeyi alana mücadele ve dayanışma da bizim hediyemiz, gibi olabilir belki.
Sonuç olarak, böyle bir dönemde, böyle bir kitabın var olması, böyle bir kitabı yazabilecek bir kadının var olması, böyle bir kitabı okumak ve kitap için böyle bir yazı yazmak benim için çok kıymetli.  Çünkü öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, bizden, ruhlarımızın çevresine kocaman kaleler inşa etmemiz isteniyor. Kalelerin duvarlarını öyle yüksek öyle kalın inşa ediyoruz ki dışarıda neler olup bittiğini öğrenemiyoruz, duvarların yüksekliği görmek için çok uzun, genişliği ise işitmek için çok kalın oluyor, haliyle dışarıdakilerde içerisi hakkında pek bir şey bilemiyor. Ruhumuzu kaleden dışarı çıkarmamız gerektiğinde ise, fevkalade rahatsız edici ama en güzel kıyafetlerimizi giyiyor, camları perdeli at arabamıza biniyor ve yanımıza onlarca koruma askeri alıyoruz. Varacağımız yerde hep bir saldırı olacağını düşünüyoruz, bu yüzden arabadan inmeden önce çevreyi koruma askerlerine iyice bir kolaçan ettiriyoruz. Kalemize döndüğümüzde ise korkudan yorulmuş bir biçimde günlerce dinlenmek zorunda kalıyoruz. Elbette ki ruhlarımızın duvarları ve kapıları olmalı ama kapılarımız çaldığında duyabileceğimiz mesafede olmak, pencerelerimizden dışarıyı görebiliyor olmamız gerek aksi halde duvarımızın kapısının, içinde timsahların olduğu bir nehrin üzerine açılması oldukça zorlu bir yaşam sunabilir bizlere.

Onların silahı gizlilikse…

Acının ve korkunun geçeceği günü iple çekerken geçen hayatlarımıza acı dolu gözlerle bakmak en çok korktuğumuz son değil mi? Peki bütün bu acılar ve korkular çok gerçek değil mi? Hele ki kadınlar için. Gerçekten de çok gerçek travmalar yaşamıyor muyuz? Ne yememiz, nasıl giyinmemiz, nasıl ilişkilenmemiz, nasıl davranmamız, nasıl sevmemiz, nasıl öfkelenmemiz nasıl sahiplenmemiz gerektiği bize öğretilmiyor mu? Farklı davranırsak toplum bizi ciddi bedeller ödeterek cezalandırmıyor mu? Bunlara rağmen kale duvarlarını inşa etmeden durmak kolay mı? Kesinlikle hayır. Ama yazarın da dediği gibi ‘Aleniyet. Onların silahı gizlilikse bizimki aleniyet olacak’. Zaten kimin acısı yok ki bu hayatta, hepimiz bir şekliyle nasibimizi alıyoruz. Olumsuz olaylar yaşadığımızda dayanma gücümüzü karanlık değil aydınlık yollardan alacağımızı anlatıyor yazar bize. Sezgilerimize sahip çıkarak, görünenin ardını görebilmek için gözümüzün önünü ışıtacak aydınlık bir yoldan bahsediyor yazar bize. Bu yolda giderken içimizin sıcacık, coşku dolu, capcanlı, sevgi ve ferahlıkla atan kalplerimizin acılarımızı ve korkularımızı öğüterek nasıl da cesarete dönüşeceğini anlatıyor bize. İşte bu kitabın her bir sayfasını okurken dünyanın ritmi yüreğimde, bu aralar pek de sık olmayan şöyle derin ve güzel bir nefes aldığımı hissettim.
Banu Bülbül, sanki bir kazanın içine kendi dayanma gücünü, cesaretini, sevgisini, şefkatini, bildiklerini, gördüklerini, duyduklarını, kokladıklarını, samimiyetini, dinginliğini, neşesini ve mücadelesini koymuş, bilgece bunları karıştırarak bir yemek yapmış gibi. Sanki yazar, yaşadıkça ve yazdıkça yemeğin altındaki alev harlanmış ve bütün bunlar lezzetli bir şekilde kaynayarak birbiriyle bütünleşmiş. Her kepçesi bir kitap olmuş ve okuyanların her biri o kepçede olanı içeceklermiş. Ben o bir kepçe çorbayı içtikten sonra dayanma gücümün ve cesaretimin arttığını hissettim, içim umutla sıcacık oldu. bir kepçe cesaret de siz almaz mıydınız?
Hepimize; hep beraber hayatlarımıza sahip çıktığımız, dayanıştığımız, acılarımızın korkularımızın özlemlerimizi, hayallerimizi ve arzularımızı arayışımızı engellemediği, özgürce, sıcacık, neşeli, canlı, yaşama sevinci dolu, mükemmellikten uzak ve umutlu yaşamlar diliyorum.
08062017 sendika.org