20 Ocak 2018 Cumartesi

KARNE ALDINIZ MI ? 

Karnelere dair hissiyatimdir bu şarkı şimdi.  Pink Floyd - Another Brick In The Wall   
Adalet duygusundan bihaber insanlarla dolu bir ülkede çocuklara notlar veriliyor, çocuklara tanılar koyuluyor. Cocukların hayatını da kendi berbat hayatlarına cevirmek için cağın gereklerini öğretiyor büyükler.
Isyanim büyük. Şu an yatağında ağlayan ya da çok içerleyip de hüznü boğazında donakalan, acısını geceleri kabuslara çevirecek çocukların alnına sefkatten bir öpücük kondurmak istiyorum. 
Cidden içim yanıyor. "Haksızlık bu" diye düşünüp büyüklere gücü yetmeyen caanim çocuklar siz aslında birçok konuda bizden daha iyisiniz. Keşke bizden çok kendi sezgilerinizi dinleseniz ve kendinizi sevebilseniz.
Ve büyükler unutmayalım her eğitim süreci doğası gereği "kusur"ludur en ihtiyaca dönük olanı bile. O yüzden analık babalık hocalık psikologluk işini abartmayin. Yapabileceğiniz en iyi şey çocuklarla eğlenmek gülmek sevmek sevilmek birlikte üzülmek açık ve samimi olmak. Bi hatırlayın öğrencilik yaralarınızı. Sonra bi bakın yüzlerine. "Daha iyi" olmana gerek yok "yeterince iyisin" benim için çünkü varsın buradasın deyin herşey değişiverir iyiden yana. Tabii samimiyseniz samimiysek...


https://www.youtube.com/watch?v=YR5ApYxkU-U&feature=share

16 Ocak 2018 Salı

Benzemiyorduk   

Etraflarındaki insanlar tarafından siradanlastirilmis çok enteresan insanlar tanıdım.
Çevrelerince enteresan kilinmis vasat insanlar gördüm. 
Benim hayranlık duyduklarım ilginizi çekmiyordu. 
Belki ancak böyle baş ediyordunuz kendinizle. 
Hiç yapılmamış harikulade işleriniz ancak böyle var olabiliyordu 
Birilerinin yaptıklarını yok sayarak.
Ben hep kurk mantolu madonnayi okuyordum. Kimsenin değer vermediği o memur amcanın olası hikayesini arıyordum.
Siz bulduğunuzda parlak çizmelerinizin altında eziyordunuz kimseye okutmadığı mektuplarını.
Zaten ayakkabılarımı da bir türlü boyayamiyordum.
Benzemiyorduk
Benzemeyecektik.

8 Ocak 2018 Pazartesi


Münir Özkul’un ardından…  


“gördüm babaların ağlamasını
dalları düğüm düğüm
gövdesi kahve falı
              bir zeytin ağacını köklemek var ya
sökmek var ya sarp yamaçtan ardıcı
kazma vurmak var ya beş yüz yıllık meşeye
              acısını duymak var ya kopmanın
babaların ağlaması işte o
babaların ağlaması öyle zor”
Hasan Hüseyin
Münir Özkul’un ölüm haberi ile birlikte bu ülkedeki milyonlarca insan yüreğinde aynı sızıyı hissetti. Aynı sahneleri benzer duygularla anımsadı. En kötü, en zalim taraflarını bilemiş olanların yüreğinden ılık bir ürperti geçti, onun böyle sevildiğini görünce. Onu ve temsil ettiklerini küçümseyenlerin bile övgü sözleri döküldü ağzından sahte bir saygıyla.
Münir Özkul’un ölüm haberini aldık. Baktım sosyal medyada şöyle bir söz dolaşıyor “Ne Münir Babalar, biter ne beyler”… Büyük bir itiraz doldu yüreğime arından bu yazıyı yazmaya karar verdim. O sözün ifade ettiği durumun doğrusu şöyledir; “Beyler biter, beyler ölür, beylerin anısı mermer mezar taşlarının soğukluğunda ve katılığındadır. Ama Münir Özkul’lar ölmez, onların kan can verdiği karakterler hep iyinin sabrına güç, yoksulun direncine omuz verir. Onlar, sevgi dolu ilişkilerle örülü bir geleceğe,  “babacan” adamların varlığına dair  korumak istediğimiz inancın sembolleridir.

Aile babası

Münir Özkul elbette çok sevgili Adile Naşit’i anımsatır. Ülkenin birinde “gülerken göbeği oynayan insandan korkmayın” diye bir söz varmış. Adile Naşit öyle içten, hesapsız, sıcacık, kimi zaman inatçı bir kadın neşesini sembolize eder. Bazen babaya karşı çocuklarının yanında yer almak için kurnazlıklar yapan, her zaman sevecen, gözyaşı gözlerinin kenarında, kahkahası dudağının ucunda tetik sevgi dolu bir kadını, kapsayan, sarmalayan bir anneyi ifade eder hepimizin belleğinde. Münir Özkulsa zihnimizdeki bu iyi ailenin babasıdır kuşkusuz. Ne hata ederseniz edin, başınızı hangi belaya sokarsanız sokun yanınızda olan, sevdiklerine karşı gelen kim olursa olsun o iktidara kafa tutacak güçte bir kişiliğe sahip, sizi kardan, yağmurdan koruyacak bir çatı gibi, düşünceli mahzun bakan, kızınca kararlılıkla doğru bildiğinden yana duran emekçi bir baba… Hasan Hüseyin’in paylaştığım dizeleri geldi aklıma Münir Özkul’un ağladığı sahneleri düşününce. “Ağlamalar Şiiri”, “anaların ağlaması bir başka, anaların ağlaması bir beter” diye sona erer. O esnada Adile Naşit’in hıçkırıkları gelir gözümünüzün önüne.
Münir Özkul’un canlandırdığı gibi babalar, öyle öğretmenler çoğalmıyor, azalıyor biliyorum. Aile dediğimiz nadiren o Yeşilçam filmlerindekine benziyor farkındayım. Şimdilerde sinemalarda, dizilerde ideal aileler çizilirken çoğunlukla varlıklı ailelerin resmedildiğini de görüyorum. Buna karşın Münir Özkul ve Adile Naşit’in temsil ettiği ilişkiler, bugünkü filmlerde anlatılan bakıcılar ve özel hocalar eşliğinde büyüyen çocuklarının yalnızca miras hakkına uygunluğunu denetlerken onlarla ilgilenen aileleri değil ateşi çıktığında çocuğunun ya da çocuğu bildiğinin başında bekleyen, son parasını bir çocuğun hayalleri için harcayabilen, sevdikleri için sahip olduklarından vazgeçebilenleri anlatır.

Mahmut Hoca

Münir Özkul, Hababam Sınıfı’nda Kel Mahmut’tur. Haylaz öğrencilerinin bir şeyler öğrenmesi için çabalayan, bu nedenle sık sık onlarla da çatışandır. Kel Mahmut, okul kurucusuyla karşı karşıya geldiğinde “ben tüccar değilim eğitimciyim” deyip sıkışan kalbine elini götürdüğünde hepimizin yüreği sıkışır… Biz de o haylaz öğrenciler gibi saygıyla hizaya gireriz karşısında. Eğitim alanını ticaret alanına dönüştürmeye çalışanlara karşı yapmamız gerekenler gelir aklımıza. Hastane odasının camına çıkıp da “Mahmut Hoca, Mahmut Hoca” diye bağıran öğrencilerine bakarken bu sahneyi kaçıncı kez izliyor olursak olalım gözlerimiz dolar. Mahmut Hocalardan çok yoktur oysa ülkede. Ola ki biriyle bile karşılaşmışsanız vefa göstermenin önemi gelir aklınıza. “Dur bir telefon edeyim, yakınlarda ziyarete gideyim” diye düşünürsünüz. O bize vefayı anımsatır tüm gücüyle. Sigara içerken yakaladığında kulağınızdan tutan ama çocuğunu okuldan alacak babaya, tüccarlara karşı eğitim hakkını savunan emektar öğretmenlerin bizdeki temsilidir yüzü… O vefa duygusuyla “Rıfat Ilgaz” okumalıyım dersiniz. İyi ki yaşamış dersiniz en içten biçimde… İyi ki… Bu dünyaya çok güzellik bıraktı.
Neşeli Günler’de ağzında sigarası, başında takkesi, önünde mutfak önlüğüyle yemek yapan babadır. Turşu limonla mı kurulur sirkeyle mi tartışması ile başlayan Neşeli Günler’de de kahkahalar ve gözyaşları bir aradadır. Bu ülke sinemasının en fazla izlenen filmlerinde hemen hemen aynı kadro vardır. Çocuklarını sirkeli -limonlu turşuları paylaştıkları gibi paylaşan bir kadın ve erkeğin hikayesindeki adamı harika oyunculuğuyla canlandıran Münir Özkul, iyinin varlığına bizi ikna etmeyi başarır.

Yaşar Usta

Münir Özkul, Bizim Aile’deki Yaşar Usta’dır. Çocuklarına sahip çıktığı için uzun yıllardır çalıştığı işinden, kalabalık ailesiyle yaşadığı evinden atılır. O yaşanan tüm felaketlere rağmen ailesini bir arada tutmayı ve zalim patron Saim Bey’e karşı sonuna kadar direnmeyi başarır. Hızlandığında yumuşacık duygularla gülümsediğimiz, yavaşladığında gözyaşlarımızı zor zaptettiğimiz müzikleri vardır bu filminde ve elbette Melih Kibar imzalıdır.
Münir Özkul’un ardından vefa duygusuyla ve büyük saygımla seslenmek istedim. Ona, Melih Kibar’a, Rıfat Ilgaz’a, Adile Naşit’e, Tarık Akan’a, Ertem Eğilmez’e, Ergin Orbey’e, Kemal Sunal’a hepsine bir kez daha sevgilerimizi göndermek istedim. Onları anımsamak iyiyi, güzeli, sevgiyi, halkın da sevebileceği “derdi güzel”sinemayı anımsamak demek aynı zamanda…
Saim Bey’lerin değil Yaşar Usta’ların, Melek Anne’lerin (Adile Naşit) başrolde olduğu bir sinemanın yeniden yükselmesi, toplumdaki Yaşar Ustaların çoğalması ve bir araya gelmesi ile mümkün. İçimizi ısıtmak için ’80 darbesi öncesinde çekilmiş, solun genel anlamda yükselişte, işçi sınıfının güçlü ve örgütlü olduğu bir dönemin filmlerini izliyoruz. O halde bir kez daha milyonların seveceği, benimseyeceği filmler yaratmak bile toplumsal hareketin yükselmesi ile ilişkilidir.
Münir Özkul’un gidişinin anımsattıkları eşliğinde isterseniz Yaşar Usta’nın Saim Beyin karşısındaki konuşmasını bir daha okuyun, izleyin, size güç verecektir; “Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmaz. Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören? Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey! Sen mi büyüksün? Hayır ben büyüğüm, ben, Yaşar Usta. Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok. Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi. Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun. Dokunma artık aileme. Dokunma çocuklarıma. Dokunma oğluma. Dokunma gelinime. Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemis olan ben, Yaşar Usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni. Anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile.”
Erkek Şiddeti Sadece  Kadınları mı Hedef Alır?  

“Boşanmak üzere olduğu eşi arayıp 'çocuklarını öldürdüm' dedi... 'Beni bu adamdan kurtarın dedim, kimse sesimi duymadı'”*
Bu haberi görmüş olmalısınız. İki kız çocuğu babaları tarafından öldürüldüğünde biri 4 diğeri 2 yaşındaydı. Babaları elbette “cinnet” geçirmişti. Bu olay adamların “cinnet” geçirerek eşlerini, sevgililerini, çocuklarını öldürmesinin ilk örneği değildi ne yazık ki... 5 Kasım 2017’de babası tarafından bıçaklanarak öldürülen 9 yaşındaki Yiğitcan’ın haberini okumuştuk, acısı henüz tazeydi. Onun silinememek üzere hafızalarımıza kazınan fotoğrafı yeniden canlandı gözlerimizin önünde. Bir kez daha gördük ki, ölen çocuklar birbirini anımsatıyor, onların unuttuğumuzu sandığımız yüzleri belleğimizde hesap sorarak yaşamaya devam ediyor. Çünkü insanı insan yapan özelliklerinden biri de çocuklarını ve bakım gereksinimi olan üyelerini koruyan topluluklar halinde yaşayabilmesidir ve biz öldürülen her çocukla başkalaşıyor, yabancılaşıyoruz. Yiğitcan’ın ve önceki gece Maltepe’de öldürülen iki küçük kız çocuğunun yiten yaşamları, annelerinin geride kalışındaki acı ve zorluk bizlere “aile içi şiddet”le adını doğru koyarsak erkek şiddetiyle mücadele yükümlülüklerimizi anımsatıyor.
“Çocuk ölümü”duymak bile insanı zorlarken “çocuk cinayeti” haberleri almak hele de “babanın katil olduğu çocuk cinayet”lerinden söz etmek hepimiz için sarsıcı. Böyle bir haberle hücum eden duygularımızla birlikte düşünmek, çocukların ölümü üzerine düşünmek kolay değil. Ama düşünmek lazım, sözü, çözümü üretmek lazım.
Öncelikle değinmek istediğim konu haberlerin veriliş biçimi; çocuklarını ve kadınları öldüren erkekler için basında sıklıkla “cinnet geçirdi” ifadesi kullanılıyor. Böylesi bir anlatı sanki bu adamlar bir çeşit hastalık yüzünden ansızın cinayet işlemişler anlamını doğuruyor. Oysa çocuklara cinsel istismarda bulunanların çok büyük bölümü pedofili olmadığı gibi kadınlara ve çocuklara şiddet uygulayan erkeklerin önemli bir bölümü de “hasta” değil. Peki nasıl tanımlamalı? Net biçimde suçlular, katiller... Bu erkekler “normal” koşullarda yumuşak, uysal, şiddetsiz ilişki ve iletişim kurmayı becerebilen ama sonra bir gün “delirip” “cinnet geçirerek” çocuklarını öldürüveren kişiler değiller. Peki bu şekilde haber yapmanın yol açabileceği sıkıntılar neler? “Bir adam bir gün cinnet geçirdi ve...” biçiminde yapılan haberler sorunu bireyselleştirerek kamusal sorumlulukları görünmez kılıyor. Oysa erkek şiddeti toplumsal bir sorundur, ataerkil sistemin bir sonucudur. Öte yandan haberle karşılaşan çocuklar için “cinnet” her babanın her an geçirebileceği bir hal olarak düşünülebilir. Adeta bir virüsün yol açtığı bir hastalık gibi... Nasıl önleneceğine dair içinde yaşanılan toplumun, kurumların bir fikri yokmuş gibi anlar çocuk... “Her şey yolunda gidiyorken bir baba ansızın “cinnet” geçirebilir ve “çocuklarını öldürebilir” anlamının çıktığı haberler çocukların içinde bir kaygıyı harekete geçirerek onun ruhsallık alanına kontrolsüz bırakıverir. Oysa ne bir virüstür söz konusu olan ne de anlamı belirsiz bir “cinnet”tir geçirilen. Kışkırtılan ve kontrolsüz bir şiddetin çığrından çıkarak kendi çocuklarını ve kimi zaman erkeğin kendisini de yok etmesidir. Bu şiddet nasıl mı kışkırtılır? Bakınız çocuğu öldüren katilin erkek kardeşi nasıl devam ediyor erkek şiddetini tahrik etmeye; “Ali Yardım'ın ağabeyi Ekrem Yardım ise "Bir baba o hale nasıl gelebilir. Anne sebebiyet vermiş ki olmuş. Daha ilk defa zorla aldı. İkinciyi almasında birşey yaşanmış ki bu hareket yaşanmış. Telefon açıp çağırıyor. Geliyor kardeşim. Polisleri çağırıp aldırıyor. Bir daha oluyor yine polislere yakalatıyor. Ondan sonra kadın cinayetleri oluyor. Ne gerek var bunlara. Devlete rica ediyorum. Biraz da erkekleri düşünsün" şeklinde konuştu.”*
9 yaşındaki Yiğitcan’ı öldüren Baba Nezir T. de 2 ve 4 yaşlarındaki kızlarını öldüren Ali Yardım da çocuklarını öldürdükten sonra eski eşlerini yani çocukların annelerini arıyorlar ve “çocuğunu/çocuklarını öldürdüm, gel şimdi al” anlamına gelen cümleler kuruyorlar. Şiddet eyleminin hedefini bu telefonların ulaştığı adreslerde aramalıyız bence. Bu adamlar kendilerinden kaçan kadınları hedef alıyorlar hala. Eski eşini kendisinden boşandığı yani ayrıldığı için cezalandırmak istiyor ve bu nedenle çocuğunu/çocuklarını mahkemelerin hak olarak verdiği günlerde alıyor kimi babalar.  Çocuklarıyla görüşmek için, onlara emek vermek için değil sırf eski eşlerinin zihnine girebilmek, oraya girip de ruhuna korku salabilmek için bir tehdit unsuru olarak çocuklarını alan babalar...
Haberleri gören kadınlar, şiddet de görse boşanmaktan kaçınabilir. Nitekim böylesi kadınların varlığı da sır değil. “Boşanacağım da ne olacak? Bu adam yine peşimde olacak. Sığınaklarda gizli saklı bir yerlerde yaşayacağım, adam çocuklarını görecek sonra onlara ne yapacağını kim bilir? En iyisi burada kalayım da olabildiğince çocuklarımın can güvenliğini sağlayayım” diye düşünen ve evlerde rehin tutulan kadınlardan söz ediyorum ve kadınların rehinliği üzerinden korunan “aile” kurumundan, kadınların acıları pahasına düşürülen boşanma oranlarından... “Uzlaşmak” sözcüğünün anlamı kötü bu topraklarda “uzlaşmak” aslında “teslim olmak”. İşçilerle patronlar “uzlaşıyor”, kadınlar kocalarıyla “uzlaşıyor”. Oysa kendini ifade edebilen, çatışma becerisi geliştirebilmiş, farklılıkların kabul edilebildiği, karşılıklı tercihlerin tartışılabildiği eşit ilişkilerde “uzlaşı” olur. Çatışmanın olanaksız olduğu, bir kişiye, cinsiyete susmanın ve boyun eğmenin reva görüldüğü, ayrılma hakkı bulunmayan, evin içindeki ve dışındaki yaşama ilişkin eşitsiz işbölümünün yapıldığı ilişkilerde uzlaşı olmaz, boyun eğme olur. Oradan da şiddetin türleri çıkar. Oradan ruhları öldürülmüş kadınlar, oradan cinayetler çıkar.
Bu haberlerden öğreniyoruz ki; defalarca şiddet uyguladığı bilinen, uzaklaştırma kararları bulunan adamlar çocuklarını rahatlıkla alabiliyor. Bir gerçeği çocukların ölümü pahasına öğrenmek çok acı elbette. Çocuk istismarının her gün arttığı, toplumsal çürümenin insanların ruhlarına nüfus ettiği, Diyanet’in 9 yaşında kız çocuklarının evlenebileceği ve doğurabileceği açıklamalarını yaptığı bir ülke burası. O çocukların gözleri... Yiğitcan’ın ve o iki kız çocuğunun gözleri, herhangi bir “aile içi şiddet” meselesini görmezden gelen hiç kimsenin peşini bırakmasın dilerim. Öyle sadece polisler, mahkemeler, bakanlar düzeyinde değil komşular, öğretmenler, akrabalara da sözüm. Herhangi bir biçimde tanıklığı olup da bu kadınları bu çocukları yalnız bırakan onları çaresiz bırakan bir pompalı tüfeğin ve bıçak darbelerinin karşısında savunmasız kılan olaylar zincirinin herhangi bir halkasında yer alan herkes sorumludur ölümlerden ama elbette en çok kurumlar, velayet ve boşanma davalarına bakanlar, koruma ve uzaklaştırma kararlarını almayanlar, daha büyük halkada ise bu olayları önleyebilecek politikaları tanımlamayanlar ... Özel mülkiyetin koruyucu olarak var edilen aile söz konusu olduğunda elbette miras hukukundan bağımsız bir velayet sistemi de düşünülemez. Kadınlar bilir ki yara derinlerdedir.
Peki hayatlarımızı  korumak için acil nasıl çözümler talep edebiliriz. Önce ölmemek hayatta kalmak sonra özgürleşmek için, kadınlar ve çocuklar için neler yapılabilir?
Boşanma davalarında kadınlar lehine kararların çıkarılması, kadınların şiddet başvurularında beyanlarının esas alınması, çocuklar için şiddet riski olan durumlarda baba ile görüştürülmemesi. İlla görüştürmek gerekiyorsa kurumsal sorumluluk alınması (bir sosyal çalışmacının ya da psikologun eşliği gibi)
Çocuğunu babasıyla görüştürmek istemeyen bir annenin makul nedenleri olacağının akıldan çıkarılmaması gerekir. Babayla görüştürmemenin bedeli, tek ebeveyn olmak bir kadın için de kolay değildir. Bu nedenle babasına gözü arkada kalmadan çocuğunu verebilen bir kadının bundan imtina etmesi düşük olasılıktır. Çocuklarının sorumluluğunu da alarak tüm tehditlere karşın boşanabilen kadınlara da devletin destek sunması önemlidir.
Bir ebeveynin ölümü ya da boşanma sonucunda tek ebeveynin çocuğun/çocukların sorumluluklarını üstlenmesi, toplumsal olarak erkekler için olanaksız görülür. Eğer çocuklar, adama “kaldıysa” etrafındaki insanlar onun için çok üzülerek hemen bakım işlerini üstlenecek bir eş bulmak üzere harekete geçerler. Çünkü erkeklerin çoğunluğu için çocuklarına bakmak bir yana kendisinin özbakımını gerçekleştirmek bile olanaksız hale gelmiştir. İşte konuştuğumuz şiddetin köklerini burada aramak gerekir. Babaların çocuklarına cinsel istismarda bulunduğu, öldürene dek şiddet uyguladığı örneklerin yaygınlığının nedenlerinden biri de bakım işleriyle ilgilenmemeleri, çocuklarına emek vermemeleridir. Çünkü altını değiştirmediği, aç mı tok mu düşünmediği, parkta düştüğünde koşup yarasına bakmadığı, en fazla “git annene söyle” dediği bir canlıya karşı şefkat, merhamet yerine başka yıkıcı duygular hissedebiliyor kişiliklerindeki karanlıkları besleyen erkekler. Elbette bu koşullar altında düşündüğümüzde tek başına değil çocuğa kendine dahi bakamaz hale getirilen erkeklerden “babalık” görevlerini yerine getirmesini sadece boşanma sonrası haftasonları beklediğinizde çocukların ihtiyaçları karşısında bile “delirip”, yıkılabilen, kendi çocuklarını yok edebilen bir canavar yaratıyor bu sistem.



 *http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/897713/Bosanmak_uzere_oldugu_esi_arayip__cocuklarini_oldurdum__dedi...__Beni_bu_adamdan_kurtarin_dedim__kimse_sesimi_duymadi_.html