30 Mart 2018 Cuma

Tarantino: Sinemanın oyunu, oyunun sineması  


Quentin Tarantino, 1963 yılında ABD’de Tennessee’de dünyaya geldi. 2 yaşındayken annesi ve babası ayrıldı. Daha sonra babasıyla görüşmedi, bir sigorta şirketinde çalışan annesi tarafından büyütüldü. Çocukluğunu televizyon izleyerek ve sinemaya giderek geçirdi. Dışarı çıkıp oynamaktan hoşlanmazdı ve okulda da başarısızdı. Annesinin aktardığına göre orta üst sınıftan insanların oturduğu bir muhitte yaşıyorlardı. Oturdukları semt, bir yanında yoksul insanların oturduğu üçüncü sınıf filmler gösteren bir sineması bulunan mahalleyle diğer yanda zenginlerin yaşadığı, sanat filmlerinin gösterildiği sineması olan mahalleye komşuydu. Tarantino, iki semte de film izlemeye gittiğini iki tarafta oturan insanların yaşamını da gözlemlediğini annesinin aktarımına ekliyordu. Yine annesinin verdiği bilgiye göre filmleri yaşına bakılmaksızın sansürsüzce ve sınırsızca izlemişti çocuk Quentin. Filmlerinde izleyiciyi şaşırtmayı seven Tarantino, görsel olarak etkileyici mekanlar, iyi oyunculuklar, ilgi çekici diyaloglarla ilerleyerek bir “sanat” filmi yaratıp hemen ardına “üçüncü sınıf” filmlerde görülebilecek türde çiğ, vahşi sahneler ekler. Böylece adeta iki mahalleye de gönül vermiş çocuğun istediği kavuşmayı, buluşmayı sağlar.
Tarantino, 1979 yılında liseyi bıraktı ve Kaliforniya’da porno filmler gösteren bir sinemada yer göstericiliği yapmaya başladı. 1984-1989 arasında bir Video Arşiv dükkanında çalıştı. 1985 yılından itibaren 6 yıl kadar oyunculuk eğitimi aldı. İlk gençlik yıllarından beri senaryo yazma çalışmalarını sürdürüyordu. Videocuda çalışmaya başladıktan sonra asgari ücrete denk maaşından artırdıkları ile kiraladığı kamerayla film çekmeye başladı. Ancak tam zamanlı bir işte çalıştığı ve maddi olanakları sınırlı olduğu için bir filmi tamamlamak yıllarını alacaktı. Şansının dönmesine yol açan olay Harvey Keitel’ın Rezervuar Köpekleri senaryosunu okuması ve beğenmesi oldu. Ünlü oyuncu ile genç Tarantino’nun görüşmesi Keitel’ın filmin başrollerinden birinde oynayacağı ve yapımı ile ilgili sorumluluk üstleneceği bir anlaşma ile sonuçlandı. İşte bu anlaşma, Tarantino sinemasının doğum belgesiydi.

Filmleri

1992 yılında ilk filmi Rezervuar Köpekleri, Sundance Film Festivali’nde gösterildiğinde eleştirmenlerden övgüler aldı. Bu film daha sonra çekeceği filmlerin de habercisi gibiydi. Rezervuar Köpekleri, tam anlamıyla erkek dünyasına aitti. Sonraki filmler de öyle olacaktı. Her ne kadar Kill Bill, Jackie Brown ve Death Proof gibi kadınların başrolde olduğu filmler çekmiş olsa da o filmler de erkek dünyasında geçer, erkeklerin dünyasında rol sahibi olan kadınları anlatır. Tarantino, erkekleri anlatır ama yüceltmez. Erkeklerin ciddi olduğunu düşündüğü anda komik duruma düştüğü, büyük laflar ettiğini düşünürken saçmaladığı, gücünün kibriyle başı döndüğünde kandırıldığı, tam tutarlılık iddiasındayken çelişkili davrandığı anları eğlenceli bir dille anlatır. Tarantino sinemasının daha ilk filmden beliren diğer karakteristik özellikleri, duyguların, sorgulamaların değil gündelik muhabbetlerin geçtiği uzun diyaloglar, yakın plan çekimler ve elbette yoğun biçimde filme yayılan şiddet öğeleridir.
Hakkında genellikle övgü dolu yazılar çıksa da Rezervuar Köpekleri filmi, kimi şiddet sahnelerinin gereksiz olduğu söylenerek, diyaloglardan duyulan rahatsızlıkla ve başka filmlerden izler taşımasıyla eleştirildi. Tarantino bu eleştirilere karşı filmini ve içindeki tüm sahneleri savundu. Başka filmlerden etkilendiğini açıklıkla ifade ediyordu zaten. Kendisini bir “sinema moronu” olarak tanımlayan Tarantino, bu eleştirilere verdiği yanıtta şöyle diyordu;  “Bu film benim The Killing filmim, dedim. Oysa demek istediğim şuydu; eğer bir grup adamın bir araya gelip Nazilere kafa tuttukları bir film çekseydim, o film de benim Where Eagles Dare (Kartal Yuvası) filmim olurdu. Eğer Western çekseydim, o da benim One-Eyed Jacks (Aşk ve İntikam) filmim olurdu. Ben derdimi sinema terimlerini kullanarak anlatmaya çalışıyorum, hepsi bu. The Killing benim en sevdiğim soygun filmi ve o filmden çok etkilendim.” * (age, s. 18) Ve söylediğini hatta daha da fazlasını yaptı. Tüm dönemlerin kült filmlerinin kendisine has versiyonlarını çekti. Westernlerin, Uzakdoğu filmlerinin, Nazilere kafa tutulanların, kölelik karşıtı olanların Tarantino yorumlarını yaptı.
Kimi filmlerin senaryolarını yazmış, kimi filmlerde oyunculuk yapmış olsa da asıl kariyerini oluşturan ve beğenilen filmleri senaryosunu yazıp yönettiği ve pek çoğunda rol aldığı filmlerdir. Bu yazıda da o filmler referans alınacaktır. Reservoir Dogs’un ardından 1994 yılında Pulp Fiction, Cannes Film Festivali’nde gösterilir ve Altın Palmiye ödülünü kazanır. 1997’de Jackie Brown, 2003’te Kill Bill, 2007’de Death Proof, 2009’da İnglourious Basterds, 2012’de Django, 2015’te The Hateful Eight gösterime girer.
Tarantino, senaristliği ve yönetmenliği gibi pek kimselerin beğenmediği oyunculuğu konusunda da iddialıdır. Çok eleştiri almasına, etraftakilerin sürekli akıl vermelerine karşın sinemasının temel hatlarına ilişkin eleştirileri görmezden gelmeyi, kendi karakteristiklerini korumayı başardı. Filmlerinin senaryosunu kendi yazdı, yönetti hatta pek çoğunda oynadı. Rezervuar Köpeklerinde Mr. Brown, Pulp Fiction’da Jimmie, Death Proof’ta barmen, Django’da dinamitle havaya uçan köle tüccarı oldu. Daha kritik rollerde de oynayabileceğini, oynamak istediğini ama oyunculuk yaparken kameraya iyi odaklanamadığını söylüyordu. En çok beğendiği ve etkilendiği yönetmenler De Palma, Howard Hawks, Godard ve Sergio Leone idi. İyi bir roman okuru olduğunu belirten yönetmen, senaryolarını yazarken roman kurgusunu akışını ve diyaloglarını model alıyordu; “Senaristleri küçümsemek istemem ama ben çok başarılı bir yazar olsaydım roman yazardım.” (age, s. 66) Kendisinin yazdığı ama başkalarının yönettiği senaryolarda aklı kalıyordu. Katil Doğanlar, Oliver Stone tarafından çekildiğinde filmin Tarantino tarafından beğenilmediğini biliyoruz. Senaryo yazmak, film yönetmek konusunda bunca başarılı olan sinemacı, “eğitimini aldığım tek şey oyunculuk” diyor, bizde liseye denk olan okuldan terk olduğunu söylemekten çekinmiyor, sinema tarihi ve türleri konusundaki ciddi birikimini televizyondan ve çalıştığı videocudan elde ettiğini eğlenceli bir dille anlatıyordu. Ortaya koydukları sinema camiası açısından kabulü kolay referanslar değilse de basın ve izleyiciler açısından cazip ve ilgi çekici bir özgeçmişti.

Tarantino kimin öyküsünü anlatır?

Kelle avcılarının, kiralık katillerin, silah kaçakçılarının, uyuşturucu satıcılarının, banka soyguncularının, savaşanların-savaşçıların dünyasını anlatır. Filmleri olağan akışın bulunduğu gündelik hayatta değil, bu akışın dışına çıkılan, ölümle karşı-karşıya gelinen zamanlarda, şiddetin kol gezdiği dünyalarda geçer. Bu dünyayı anlatırken dışarıdan birinin gözünden değil tam da karakterlerinin gözünden, onların yanıbaşından anlatır. Tarantino yarattığı karakterlerle özdeşimini açıklıkla ifade etmekten çekinmez. “Eğer film çekmek gibi bir arzum olmasaydı, Ordell gibi biri olurdum. Postacı ya da telefon idaresinde çalışan biri veya tezgahtar olamazdım. Durmadan belaya bulaşırdım. Hapse girerdim.” (age, s. XVI.) Burada bahsi geçen Ordell karakteri, Jackie Brown filmindeki silah kaçakçısıdır.
Aynı zamanda tüm filmlerinin hem geçmişte yaşadıklarından hem de anda başına gelenlerden etkilendiğini çarpıcı biçimde ifade eder. “Senaryoyu bitirince benim hakkımda ne kadar çok şey anlattığını görüp şaşırıyorum. Kimse fark etmeyecek olsa bile, sanki onlarca sırrımı açık ediyormuşum duygusuna kapılıyorum, zaten fark edip etmemeleri de umrumda değil!
Benzer şekilde, bir oyuncu arabasıyla tiyatro salonuna ya da film setine giderken bir köpeğe çarparsa, -tıpkı Irene Jacob’un Red filminde yaptığı gibi- sahne ne kadar iyi hazırlanmış olursa olsun bu durum onun oyununu etkiler. Yaşadığı şey sahnede ya da ekranda kendini gösterir. Planlanan şeylere sadık kalanların çok yaratıcı oldukları kanısında değilim. En azından işim konusunda böyle düşünüyorum. Başıma her ne gelirse gelsin ve bu, işlediğim konuyla ne kadar ilgisiz olursa olsun, bir yolunu bulup çektiğim sahnelere sızar, çünkü ben karakterlerimin kalplerinin gerçekten atmasından yanayım.
Beni gerçekten tanıyor olsanız, filmlerimin beni ne kadar çok anlattığına şaşarsınız.” (age, s.109-110)

Hangi şiddet?

Rezervuar Köpekleri soygun sahnesinin gösterilmediği bir soygun filmidir. Filmin önemli bir bölümü bir depoda geçer. O depoda içlerinden birinin polis olduğunu bilerek, onu bulmaya çalışarak geçirilen zamanın ardından biri hariç soyguncuların ve polislerin tamamı ölür. Kalan kişi, elmasları alarak oradan uzaklaşır. Filmin öyküsü, oyuncular, yönetmenin dili izleyici tarafından çok beğenilse de depoda bulundukları süre boyunca yaralı soyguncunun kan kaybedişi ve can çekişmesi, rehin polisin kulağının kesilmesi ve bunu yapan soyguncunun soğukkanlılığı ile ilgili yoğun eleştiri alır Tarantino. Söylenenler genellikle aynıdır “Bu kadarına ne gerek vardı.” “O kulak kesilmese filmde ne eksik olacaktı.” Tarantino hepsini tereddütsüz yanıtlar. “Ben filmlerde gösterilen şiddeti seviyorum. Gerçek hayattakinden farklı olduğunu düşünüyorum. O karakterler ancak öyle davranırlardı ve benim filmlerimdeki karakterler soğukkanlı katiller olmaya devam edecek, böylesi cinayetler işlemeyi sürdürecekler.”
Tarantino kahramanları başlarına gelen şiddet olaylarıyla hesaplaşırken hep aynı yöntemi kullanırlar; daha fazla şiddet… Filmlerindeki duyguya izleyiciyi de dahil ederken The Hateful Eight ve Rezervuar Köpeklerinde şüpheyle dolmamıza, Kill Bill, Death Proof, Django ve İnglourious Basterds’daki intikamı hissetmemize yol açar. Onun gösterdiği genellikle düşünceye değil aksiyona dayalı çiğ bir karşılıktır. Nedenler ve sonuçlar eylemseldir, fevridir, anlıktır. Böyle olduğunda da şiddetlidir. Bu kuralın tek istisnası düşünüp soğukkanlı bir plan yapan ve kimseyi de öldürmeyen Jackie Brown’dır. O film de Elmore Leonard’ın romanından uyarlanmıştır.
Tarantino’nun “iyi”leri kimlerdir? Var mıdır? Başlarına ne gelir? Onun iyileri tam bir “kötünün iyisi”dir. “İyi”ler de eylemleriyle kötülüğün sınırlarını zorlar ancak bir yerlerde etik sınırları belirir ve canları pahasına “değer”lerine uygun davranırlar. Rezervuar Köpeklerinde Harvey Keitel’ın canlandırdığı soyguncu, işkenceye ve kör şiddete karşıdır ama koruduğu yaralının polis olduğunu öğrendiği son sahnede hem öldürür, hem ölür. Pulp Fiction’da maçı satacağını söyleyen ama sözünde durmayan boksör Butch (Bruce Willis) soğukkanlılıkla insan öldürür ancak kendisini öldürmek isteyen adamın tecavüze uğramasına gönlü razı olmayarak onu kurtarır. Jackie Brown’da Jackie ve onunla işbirliği yapan kefalet memuru “iyi”dir ama onlar da uyuşturucu kaçakçılarına destek olmakta ya da katillerin cezaevinden çıkmasını sağlamaktadır ve filmin sonunda kurdukları tuzakla Ordell’ın ölümüne sebep olurlar. Kill Bill’deki B. bir kiralık katildir ama eski çetesinin kendisine yaptıklarının kalleşlik olduğunu düşünmektedir ve yazılı olmayan ortak kurallar gereği hesap sorması meşrudur. Hateful Eight’in sonunda Kuzey Ordularının savaşçısı ile Güney ordularının savaşçısı yaralı halde omuz omuza lümpenlere karşı mücadele etmek zorunda kalırlar ve son sahne bir anlamda Kuzey ve Güney’in kurduğu birliği sembolize etmektedir. Halbuki filmin en başında birbirini öldüreceğini düşündüğümüz iki karakter ırkçı beyaz adam ve siyah Kuzeyli adamdır. Yani “iyi”leri “kötü”lerden ayıran şey şiddet kullanımı değildir ötelere gizlenmiş de olsa onlarda bir değer sisteminin varlığıdır. Tarantino sineması o değerlerin gizlendiği yeri aradığımız bir heyecanın süreğenliğidir aynı zamanda…
Tarantino’nun başarısının mühim bir tarafı yarattığı kötü karakterlerdir.  Kill Bill’deki tüm kötü karakterlerin şefi, kötülerin kötüsü Bill (David Carradine), İnglourious Basterds’da Nazi Albay Hans Landa (Christoph Waltz-ki oyuncu Django filmindeki iyi karakter Dr. King Schultz’u da ustalıkla oynamıştır), Death Proof’da sinsi erkek kötülüğünün temsilcisi Dublör Mike (Kurt Russell), Django filminde köle emeği ile zenginleşen tüccar Calvin Candie (Leonardo DiCaprio) ve aynı filmdeki gölge-maşa kötülük olarak yaşlı siyah hizmetçi Stephen (Samuel L. Jackson) başarıyla yaratılmış sağlam diyaloglarla ve usta oyunculuklarla desteklenmiş karakterlerdir. Bu karakterlerin her biri ürpertici bir kötülük kapasitesine ve şiddet yeteneğine sahiptir.
Tarantino’nun dünyasında kötüler saf kötüdür, iyiler ise asla saf iyi değildir. İyi karakterler kötülerin gücü karşısında o kötülükle alacalanır. İyiler kötülerden intikamını alırken şiddeti kullanır. Duymaktan çok bıktığımız bir klişeyle onun filmlerinde “şiddet şiddeti doğurur”. Şiddet ve eğlence buluşur. Şiddet bir kez estetik ya da eğlenceli hale getirildi mi onun araçları da özenle seçilir elbette. Bazen modifiye/klasik bir araba, bazen Uzakdoğu dövüş tekniklerini kullanan insan bedeni, bir kılıç, silah ya da ustura…

Peki ya söz?

Şiddetin, harekete çevirmenin ana yöntem olduğu sorunların konuşarak çözülmediği, konuşarak çözülecek halin çoktan geçildiği durumları anlatır Tarantino…  Ama ilginç biçimde filmleri diyalogları ile ünlüdür. Filmlerindeki konuşmalar, o karakterlerin yürütebileceği türden bir sohbetin kimi zaman karikatürize edilmiş halleridir. Bu kariktürize ediş, adeta diğer suç filmlerindeki diyalogların eleştirisi gibidir. Bu sahnelerle sinemanın genelinde görülen anti-sosyal karakterleri eleştirmekte ve başka yönetmenlerin filmlerindeki diyalogları temize çekmektedir bir anlamda. Örneğin Rezervuar Köpekleri’nde birbirinin gerçek adını bile bilmeyen soyguncuların soygun hakkında konuşmak için toplandıkları restorantta Madonna’nın Like a Virgin şarkısına dair konuşmaları ardından bahşiş verip vermemek konusunu tartışmaları ve tüm bunların bir film için uzun sayılabilecek olan ilk sekiz dakika boyunca sürmesi izleyici için alışılmışın dışındadır.
Tarantino’nun suskun karakterleri de vardır ama an gelir onlar bile gevezelik hatta boşboğazlık ederler. Konuşmalarının bol küfürlü, cinsiyetçi, ırkçı içerikleri vardır. Tarantino karakterleri rahatsız edicidir. İzleyicilerin önemli bir bölümü bu karakterle gerçek yaşamında karşılaşsa rahatsız olur zaten. Onun sineması gündelik hayatta karşımıza çıkmayan, tarihsel olarak karşımıza çıkamayacak karakterlerin nasıl konuşabileceklerine ve davranabileceklerine dair gerçekçi bir anlatı sunar. Birini öldüren kiralık katilleri bir sonraki sahnede geyip muhabbeti çevirerek hamburger yerken görürüz örneğin. Oysa kiralık katillerin birini öldürdükten sonra ölen kişiyi, hayatın anlamını, biricikliğini düşünmesini isteriz. Gerçekte de Tarantino filmlerinde de genellikle istediğimiz gibi olmaz cinayet sonrası…
Tarantino’nun karakterlerinin rahatsız edici olmasının temel nedeni, karakterlerle özdeşim kurmanızın zorluğudur. Bir karaktere tam içimiz ısınıyorken vahşice bir şey yapar, bir diğerini çok karizmatik algılamaya başlamışken komik duruma düşer, haksız bir cinayetin faili olur, bir işkence fantazisinden söz eder, dostuna ihanet eder ve özdeşim hevesiniz kursağınızda kalır. O esnada kendinizle de eğlenebilecek kıvama gelmişsinizdir. Hayat da siz de o karakter gibi ölümlü, incinebilir, sakatlanabilir, alay edilebilir olursunuz. Onun karakterleri yenilmez değildir. Kimin öleceğini kimin kalacağını bilemezsiniz. Film daha yarısındayken bir tuvalet çıkışı elinde çizgi romanıyla aval aval bakarak ölüverir Travolta’nın canlandırdığı Vincent Vega karakteri. Ölürken bile hayatın anlamını sorgulayan sözler dökülmez karakterlerinin ağızlarından. Kill Bill’de O-Ren Ishii, kılıç dövüşü sonunda B. tarafından öldürüldüğünde kendisini kesen kılıcı kastederek “Hattari Hanzo’ymuş” diye mırıldanır.

Üzüntüye, hüzne, kedere geçit yok!

“Komedi-aksiyon filmlerinin sevmediğim bir yanı da komik kötü adamlardır. Asla tehdit oluşturmazlar; genellikle soytarıdan farksızdırlar.” (age, s. 71) diyen Tarantino, korkutan, ürküten kötü karakterler yaratırken, intikam alan “iyi” karakterlerin de bakılması, görülmesi zor şiddet eylemleri içine girdiğini gösterir. Onun filmlerinde korkup, ürkeriz, iğreniriz, yüzümüzü perdeden ya da ekrandan çevirdiğimiz, gözlerimizi kapattığımız olur ama aynı zamanda güleriz, gülümseriz de… Eğlenmeyi, komedi unsurlarını katmayı sever filmlerine. Onun filmlerinde bir tek şey olmaz; üzüntüden gözleriniz dolmaz. Kederi ve hüznü hissetmezsiniz. Öfkeden deliye dönen ya da üzüntüden kederden perişan olan karakterleri yoktur. Anti-sosyal, narsistik karakterlerin duygulanım yaşamakta zorlanan halleriyle çokca karşılaşırsınız. Onun karakterleri içine düştüğü durumlardan utanmaz, başkalarının gözündeki itibarını korumayı önemser ama utanmak lügatında yoktur.  Pek çoğu vicdandan nasibini zaten almamıştır.
“Yetişkin erkeklerin aslında eline silah almış küçük çocuklar olduğu fikrinin üzerine gitmek bilinçli verilmiş bir karar değildi, ama sürekli aklıma geliyordu, Ucuz Roman’ı yazarken bu fikrin senaryoya çok uygun olduğunu fark ettim. Jules ve Vincent’ın (Travolta) Jimmy’nin (Tarantino) evinde olduğu ve Jimmy’nin karısının eve gelmesinden korktukları sahnede analoji yapabiliriz. Halıyı kirlettin, annen eve gelmeden pisliğini temizle.” (age, s. 125) diyen Tarantino, filmlerindeki temel motivasyonunu belki de en iyi bu sözleriyle ifade eder. Ona göre sinema oyunun alanıdır. Evinin kapısının önünde oyuncak silahıyla oynayan ve izleyip etkilendiği filmi canlandıran küçük bir çocuk gibidir adeta. “Şimdi sen David Carradine’mişsin” diye rol vermektedir arkadaşına. Ancak bu defa gerçeğine çok yakın oyuncaklara sahip olmuş Tarantino, bir çocuk kadar mutludur. Tüm çocukluğu boyunca yakından takip ettiği isimleri oyuna davet edebilmekte ve kurduğu oyunda rol dağıtabilmektedir. Onun çocuksu neşesinde ve zaptedilemeyen şiddetinde üzüntüye yer açmayan oyun anlayışı sinemasının yarattığı ana duygudur.

Tarantino’nun şiddeti…

Herkesin ötekinin uyguladığı şiddeti, kendisinin mağduriyetini konuştuğu ve failliği ile hesaplaşmadığı günümüzde Tarantino, kendisinin şiddetle ilişkisini cüretkarca ortaya koyuyor. Şiddet filmleri çekmekten aldığı keyiften, şiddet filmleri çekmenin ve izlemenin bir tercih olduğundan ve bu tercihini entellektüalize etmeyeceğinden söz ediyor. O, tam anlamıyla “sinema için sinema” yapıyor. Bu maksadı süslemiyor. Oyun, eğlence hedefinden doğrudan bahsetmekten çekinmiyor. Onun kahramanları şiddete maruz kaldığı kadar hatta daha da fazla şiddet uyguluyor. Yarattığı karakterler, şiddetin önce nesnesi, sonra öznesi oluyor, ardından önünü sonunu takip edemediğimiz bir geçişlilik sürüyor.
Gazetecilerin, eleştirmenlerin filmlerindeki şiddetin aşırı olduğuna dair sayısız eleştirilerine kulak asmıyor genellikle ama verdiği bir kaç yanıt üzerinde düşünmeye değecek türde. Çocukların izlediği Bambi çizgi filminin kendi filmlerinden daha korkutucu olduğunu söylüyor örneğin. Bambi’de çizgiler son derece şirin olsa da ceylan Bambi’nin annesinin avcılar tarafından öldürüldüğü onun da ulaştığı en yüksek hızda ormanda koşarak kurtulduğu sonrasında da bilinmez, korunaksız bir hayatın başladığı açılış sahnesinin ürkütücülüğü hakkında konuşuyor ve kendi filmlerinin Bambi’den daha az korkutucu olduğunu söylüyor. Bambi çizgi filminden söz ettiğini okumak benim için de ilginç bir tesadüf oldu. Yakın zamanda anaokuluna giden kızımla Bambi CD’sini açıp karşısına oturduk ve ilk sahnelerde dehşetle donup kaldık. Ne yapacağıma karar verememiştim ki kızım kocaman açtığı gözlerini bana çevirerek “Anne çok üzülüyorum, ne olacak bu küçük Bambi’ye” dedi. Hemen sonra “Aaa bak babasını buldu” falan deyip kapattım CD’yi. Bir daha açmayı da düşünmüyorum.
Tarantino, Kubrick’in Otomatik Portakal filminin izlediği en şiddet dolu film olduğunu söyleyerek oradaki toplumsal analizin Kubrick’in “şiddet filmi yapma arzusuna bir şemsiye görevi” gördüğünü iddia ediyordu. “Şiddeti biraz fazla seviyordu, buna hiç şüphe yok.” (age, s. 59)
Tarantino’nun lise terk bir adam olması, sıradan bir aileden gelmesi, filmlerinde lümpenlerin öykülerine yer vermesi, şiddet sahnelerini gözümüze sokmaktan çekinmemesi entellektüel dünyanın onunla ilişkisini zorladı. İntikam her zaman sanatın ilgisini çekse de Hamlet’in Othello’nun iç sorgulamalarla dolu, derin diyalog ve monologlarındaki gibi ilerlemez Tarantino’nun intikam öyküleri… Çünkü Sheakspeare karakterleri gibi asil, soylu olmadıkları gibi Raskolnikov gibi kendi içinde etik, adalet tartışmaları yürüten üniversite öğrencileri de değillerdir. Tarantino’nun karakterleri, okullarda eğitim almamış, aileleri öldürülmüş, çalmak, öldürmek dışında çokca seçenek bulamamış kişiler olarak çağımızın vicdan geliştirmekte problemli, sürünün güçlü erkeği karşısında itaatkar, içi epeyce boş, derinlik yoksunu insanını yansıtır.
Tarantino sineması, kapitalizmin kazan-kazan kurallarını pazarladığı dünyada, en hin, çok düşünülmüş, A, B, C versiyonları hazırlanmış planlarla yola çıkan karakterlerin çuvallamasını anlatır. Kahramanlar kah bir depoda hemen tamamı ölen soygunculardır, kah kar fırtınasından sığındıkları handan hiçbiri sağ çıkamayana kadar şiddeti bağırtan gangsterler ve kelle avcılarıdır. “Kazan-kazan”ların “kaybettir-kaybet”e dönüştüğü bir dünyadır burası.
Birisi bir şiddet sahnesi izlediği için şiddet uygular mı? Kimin neden şiddet uyguladığının bir tek yanıtı olmasa da insanların şiddetli ve şiddetle çözümleri bunca yaygın biçimde kullanmasının izlediklerinden çok yaşadıklarıyla bağlantısı olduğu kesin. IŞID çetelerinin insanları ruh sağlığı yerinde bir kişinin kurgulayamayacağı biçimlerde öldürdüğü, işkence ettiği ve bunları çekerek internetten izlenebilir hale getirdiği günümüzde kurgusal metinlerin ve onlardan çekilen filmlerin şiddeti artırdığını, yarattığını söylemek bu filmleri izlediği için banka soyan, katil olan insanlar bulunduğunu düşünmek ve şiddeti ekranları karartıp, filmlere sansür uygulayarak ortadan kaldırabileceğine inanmak en iyi ihtimalle safdillik olur.
*Quentin Tarantino, Derleyen: Gerald Peary, Türkçesi: Neşfa Dereli, Agora Kitaplığı, Mart 2010, Orjinal basım, 1998

14 Mart 2018 Çarşamba

İZ BIRAKANLARDAN  

Stephen Hawking gözünü ufka, ufkun ötesine, evrenin "sonuna" sonsuzluğa çevirmeyi, esnek düşünmeyi temsil ediyor. O insan aklının iyicil, sakin, meraklı, keşifçi, oyuncu yanını ifade ediyor. Yürüyemezken yıldızlarda dolaşmayı, konuşamazken en olgun akıl ürünlerini ortaya koymayı başardığı için adı gökyüzünde gülümseyen umutlu bir yıldıza dönüşüyor. İyi ki bu dünyadan geçti. Umarım hepimiz kendi küçük dünyalarımız için Hawking'in gezegenimiz için ifade ettiği kadar iyi şeyleri işaret ederek iz bırakabiliriz.
TİPİTİP 

Evimizde bizimle beraber bir papağan yaşıyor. Daha önce de söylemiştim. Kızım ve babası parkta buldular onu geçen yaz. Adı Tipitip. Bir kafeste yaşıyor ama kocaman bir kafes. O küçük bir papağan olmasına rağmen olabilecek en büyük kuş kafeslerinden birini aldık. İçinde de eğlenebileceği pek çok şey var. Sık sık da dışarı bırakıyor bizimkiler onu. Ama işte kafeste. 
Son iki haftadır Buz Devri izliyoruz kızım, ben ve eşim. Bugün 3. bölümünü seyrediyorduk. Tipitip içeride salondaydı. kızımın kahkahalarını ekrandan gelen sesleri duydukça çok heyacanlanıyordu. Hatta "onu da bıraksak yanımızda dursa filmi de izler mi acaba?" dedim. kızım'da "Anne onların gözleri film seyretmeye uygun değil" dedi. "Mantıklı tabii" diye düşündüm. O içeride kaldı. Biz filmi izledik. Bir süre sonra bitti. Herkes bir yere dağıldı. Kızım Tipitip'in kafesine yakın bir yerde oyun oyunuyordu. Heyecanla bağırmaya başladı. "Tipitip dışarıdaaa" diye. Bir baktık çıkmış kafesten kafesin altında duran tülün içinde dönüp duruyor. Hemen çıkardık onu evin içinde uçtu, uçtu...
Kafesinin kapağını yukarı doğru kaldırıp çıkmış. Çok etkilendim. Bana sorarsanız bizim çok eğlendiğimizi düşündü yanımızda olmak istedi. Arzu etti, çaba sarf etti ve kafesinden çıktı. Özgürlük için gerekli iradeyi özgür olmakla ilgili hayalleri güçlendirdi, sonra cesaret sonra imkansızın başarılması, eli ayağı olmayan bir papağan kafes kapağını açmıştı. Muhtemelen onu parkta bulduklarında da bir kafesten kaçmış dışarı çıkmıştı. Bir kediye yem de olabilirdi ama bizimle buluştu, tanıştı.
Demem o ki, insanlar neden kafeslerine razı oluyor diye sorup duran birileri için belki de şöyle bir cevap üretiyor Tipitip, özgürlük hayalleri, fanteziler, düşlemler olmadan, kafesin dışından gelen kahkahalar olmadan o neşeye ya da bir hakikate, adalete kavuşma özlemi duymadan demir kafesler zorlanmaz.
Benim için yazmak da terapistlik yapmak da, içten bir sohbet de hepsi kendimi özgürlük düşlerine kaptırabildiğim hesabsızca aktığım coşku dolu işler... Ama işte sesine ses veren olursa oluyor bu içtenlik. İyi ki varlar sesimin yankıları, gözlerime içten gülümseyerek bakan insanlar... Ve insan öğrenmek isterse papağandan da ders alır, ağaçtan da... Ama cahil kalmaksa hasetli, yok edici ve dolayısıyla akıl yoksunu "çıkar"ı o zaman en alim insanlarla en olmuş bilgiyle de karşılaşsa nafile...
Akit'e bakın.
 Belki de ciddiye almak gerekiyor ama gülmekten kendimi alamıyorum. 
"Feminazi" falan demiş. Entellektüalize dahi etmiş yani meseleyi...
Tamam şimdi gülüşümü toparlıyorum. Kadın tecavüzlerini, çocuk istismarını manşetine taşıyacak değildi ya... 
Kadın isyanını bunca tehdit algılamaları anlaşılır elbette. 
Ayrıca "arsıza" kelimesinde kullanılan renkler falan çok heyecan katmış  
"Kaburga kemiği" mevzuuna belli ki çok içerlemişler.
 Adem'in göbek deliğini de sorsamıydık acaba?
 Bu arada başrolü kime vereceklerini de şaşırmışlar. CHP ve HDP'ye mi yoksa başka örgütlere mi?
 Hak yememek için olsa gerek bildiği tüm solcuları katmış içine... 
İnsan hakkı yenmesi, emek sömürüsü, kadınların emeğini varlığını yok sayarak, gasp ederek elde ettikleri haksız kazançlarda önemseyecek değillerdi ya adaleti. 
Elbette 8 Mart'ın başrolünü dağıtırken mühimdi ezberdeki bütün adları saymak... 
Tabii gerçekten hakikatten en uzak yerde doğrudan haktan yana bir şey bulmak düşünülemez.
Onları bu kadar öfkelendiren kadınların yüreğine, emeğine sağlık...


10 mart
8 MART 

Lilith ebemiz, İstar, Niobe, Kibele anamız, Umay, Hera, Athena bacılarımız, Afrodit, Demeter, Artemis arkadaşlarımız, Amazonlar, Rosa, Kolontay, İnessa, Krupskaya dostlarımız, 
Kadınlar kendine has, bizim sizin olmayan, iyelik eklerinden özgürleşmek isteyen ve bir zamanlar zaten ozgur olduğunu içinde çınlayip duran türküden bilen,
Her yaştan her ulustan, tel örguden, prangadan, sömürüden çoktan yılan, her çağda "daha iyinin" sembolü, cesaretin ve emegin bedenlenmis hali...
Kadınlar... "Kendisi için kadın"ken daha güzeliz.
İlk Baharın İlk Günü 

 Güneşli bir gün. Ortalık ışık ışık ve kar taneleri düşüyor. Kış karla kaplı geçse de güneşli de olsa her durumda şikayetçi her durumda kaygılı insanlık bilirim seni bu ışıklı muhteşem yağış da mutlu etmez.
 Ben acıdan yüreğim acirken bile hayranım sana. Doğa... Sen kurt da olsan güvercin de boynum yüreğim kıldan ince... Ben hep animistik... Şamanlar kamlar zamanindan kalma lanetli bir kentli...
 Hep şikayet hep öfke salt bundan ibaret suratsız bir durum kültürel mi? Ne kadarı küresel ne kadarı yerel? Ne kadarı benim parçam? Bilemiyorum.
 Ama her durumda umuttan yana yüzümü döndüğümü biliyorum. Kar yağarken yaşamaya çalışan bir günebakan. Şu an mutluyum.

1 mart