18 Temmuz 2016 Pazartesi

 " YAŞAMAK DEĞİL BENİ BU TELAŞ ÖLDÜRECEK "  
Altı üstü biraz yaşayıp gidicez şu dünyadan. Bu kadar karmaşık olmamalıydı, bu kadar zor olmamalıydı. Böyle söyleyince de üzülüyorum biraz. Çünkü benim yaşadığım zorluk ne ki bir yandan da... Diğer yandan da başka birileri için de acayip kolay iş yaşamak... Kiminle karşılaştırıp nereden bakıyorsun? Hangi yıldan hangi çağdan? Kıyas, mukayese en temel anlama yöntemi... 
Basit olsaydı herşey çok daha basit... Tüm hayatım boyunca da bunun yolunu aradım durdum en karmaşık yollara bu yüzden girdi zihnim. Anlamak istedim neden bu kadar çetrefilli bu işler. Neden bu kadar tutarsız ve kötü bazı insanlar... İyi ki aramışım bu sorunun yanıtını... Biraz olsun anlayamasaydım nasıl başederdim bu yürek ağrısıyla...
Öfke ve acı içimden taşmak için sabırsızlanıyor bazen. Zaten çok sabırlı biri olduğum söylenemez. Ketum asla değilim.
En basit işleyen çıkara dayalı zihinler, boş ve karanlık bir kuyuya dönen yürekler bunca karmaşık hale getiriyorlar hayatı... Ve güç nerelere kadir oluyor... Ve güç, kendisine bağımlı yaşayanlar için ıslak bir sabun gibi sürekli ellerinden kayıp düşüyor, kayıp düşüyor. O sabunun elinde ne zor durduğunu gizlemek için de güç sahibi kişi ekstra çaba sarfediyor. Siz de ona, onlara ekstra güçler atfediyorsunuz. Mistifikasyon her yandan geliyor. Sahne ışıkları gibi değil sahne dumanları gibi bir pusun içinde herşey... Gördüğünüz şeyin gerçek olmadığını biliyorum. Ama anlatamıyorum. Çok yorgunum bu anlatamamaktan. Zaten sabırlı da sayılmam söylemiştim.
Ve şairin dediği "yaşamak değil beni bu telaş öldürecek"... Telaşım da benden sonrası tufan olmasın diye yoksa gündelik hayat telaşlandırmaz genellikle o kısım kolay doğrusu...
Ama işte hayat daha basit olmalıydı ve daha kolay birçok açıdan...
Hiç değilse kendim için biraz basitlik ve kolaylık arıyorum epeydir arıyorum anlat anlat yeterince anlatamamaktan çok yoruldum. Sürekli arayışıma çelme takılıyor. Aramızda derin bir uçurum var birçok birçok kalabalık insanla... Ayağıma çelme takılıyor. Unutmamalı onlar açıktan dövüşmezler, unutmamalı...

14 Temmuz 2016 Perşembe

ŞOVENİZM  ZEHRİNE KARŞI SURİYELİ GÖÇMENLERLE DAYANIŞMAYA! 
 “Suriyeli göçmenlere vatandaşlık verilmesi” konusunun açılmasıyla birlikte ülkede kıyamet koptu “Ülkemde Suriyeli istemiyorum” diye imza kampanyası açanlar, Suriyelilerle ilgili ayrımcı, dışlayıcı nefret anlatıları yayanlar her türlü irin dökülmeye başladı klavyelerden ve ağızlardan… Bu konuda düşündüklerimi biraz da madde madde yazmak isteğindeyim.
*”Kimse nedensiz göçmez” göçmenlerin çok büyük bölümünün zorlu öyküleri var. Sosyal çalışmacı, sağlıkçı, psikolog olarak göçmenlerle ilişki kuranlar,  kampları görenler anlatıyor. Vücüdunda şarapnel olan, kolu, bacağı olmayan, beslenme barınma sorunları yüzünden küçücük yaşında kronik hastalık sahibi olan çocuklar… Evet bu ülkedeki göçmenlerin önemli bir bölümü hasta, engelli, kadın ve çocuktur. Kamplarda çadırlarda ya da kimbilir hangi dert yüzünden kamptan kaçarak sokaklarda, kentlerin artık kimsenin yaşamadığı, hayvanların terk ettiği yıkık binalarında yaşıyorlar.
*Egemenlerin yaptığı, göçmenleri ucuz işçi olarak görmek, pazarlık aracı olarak kullanmaktır. Onlar için hepimizden sömürü çarkları için faydalanmak esas. Bu alanda da öyle yapıyorlar. Sürekli Avrupalı devletleri “gönderirim haaa” diye korkutarak pazarlık yapmak, denizlerde ölen binlerce insan gerçeğimizken milyonların canını masanın üzerine koyup birer siyasal hesaba dönüştürmek onların işi…
*Halböyleyken Erdoğan’ın “vatandaşlık verilmesi” söylemi de bir taşla çok kuş vurur. Ama sanıldığı gibi öncelikli olarak derdi vatandaşlık hakkı vereceği Suriyelilerin kullanacağı oy değildir. Ve yine sanıldığı gibi Suriyeli göçmenler de gidip akın akın ona oy verecek değiller. Hem öyle bile olsa diğer partiler niye var? Gidin çalışın arkadaşım, ikna edin örgütleyin… Neyse konumuza dönersek, zaten Suriyeli göçmenlerin tamamına vatandaşlık verecek kimse yok ortalıkta. Ama verilecek bile olsa bu hesap “oy derdi”nden fazlasını içerir. Avrupalı devletlerle yapılan bir anlaşmanın sonucu mesela. “Sen onları orada tut ben de sana bilmem ne…”
* Göç bir dünya gerçeğidir. Hepimiz bir köyden göçmedik mi misal... İnsan keşke kendi isteği ve arzusuyla bir zorlama olmaksızın hareket edebilse dünya üzerinde. Ezilenler, sömürülenler için öyle değil işte “deli gömleği” sınırlar var. Yoksa paran varsa “dünya küçük bir köy” ve her yer evin zaten. Vee işte o sınırlar yüzünden tel örgülere takılı kalıyor insanlar, bugün Ege’de, Akdeniz’de bir kıyıdan vurulan botlar batıyor, denizlerde balıklara yem oluyor göçmenler, yıllar önce savaştan kaçan, sürgün edilen Çerkeslerin Karadeniz’de başına geldiği gibi …
*Göçmenlerin varlığı onların geldiği yerde epeydir yaşamakta olanlar için sorunlar yaratıyor olabilir. Diyelim ki öyle oldu. Öyle bile olsa be arkadaşım bu sorunları yaratan senin ülkene gelen göçmen değil… Bu savaşın tarafı olup insanları yerinden yurdundan eden ve sonra onların yaşamına ilişkin hiçbir sorumluluk almayanlardır. Bu nedenle bizler bu ülkede yaşayan işçiler, Kürtler, kadınlar, LGBTİ’ler gelin göçmenlerle birlikte örgütlenelim. Onların kentin ya da turistik alanların parklarını işgal etmiş olması mesela senin sorunun mu yoksa parkta, sokakta yaşamak zorunda kalan 3-5 yaşında çocukların sorunu mu? Öncelikle bu sorun o göçmenlerin sorunu, senin bakamadığın, dokunamadığın, koklayamadığın şey neyse onlar, onunla birlikte yaşıyorlar. Bunu görmemek neyi görmemektir? Bunu görmemek sende iyi ne varsa yok etmez mi bugünden başlayarak?
*Bu sorunu artık açıkça konuşmaya başladık ve konuşmaya devam edeceğiz. Bundan sonraki onyılların en önemli sorunlarından biri budur. Gelin yol yakınken tavrınızı gözden geçirin. Dostunuzu, düşmanınızı doğru görün. İktidar manipülatif bir hamleyle nasıl böldü bizleri ve kaç parçaya?
*Suriyeliler de her ülke insanı gibi içinde iyi-kötü, tembel-çalışkan, lümpen-işçi-burjuva-köylü, kadın-erkek-LGBTİ insanları barındırıyor. “Bizim” gibi yani… Velhasıl biz kim, onlar kim aslında? Ama şu ara üreyen anlatılar onların hepsi tek tip insanlarmış gibi ve biz de öyleymişiz gibi üretiliyor. Etmeyin, böyle birşey yok. Ne “biz” biziz gerçek manada ne “onlar” onlar… Ama işte böyle söylemler aslında “biz” olabilecekleri, ezilenleri, sömürülenleri, barış isteyenleri yapay biçimde bölüyor, bölüyor ve egemenler aynı anda ellerini ovuşturuyor.
*Peki ya “cihatçı”lar mevzuu. Bu sözü uzatmaya hiç niyetli değilim. Çünkü göçmenler sorununun bir takım örgütlerle birlikte anılması da demokratik bir konuşma, tartışma zemini değildir. Savaş suçlulularını açığa çıkaran bin türlü mekanizma var ve işletilebilir. Ayrıca tüm dünyada devletlerin istihbaratları bizim hiçbir bilgimiz olmaksızın en azılı savaş suçlularını yeni cinayetler işletmek için işe alıyor zaten. Bu konuyu da Suriyeli göçmenler sorununun tamamıymış gibi ele alıp komik duruma düşmeyelim derim.
*”Suriyelerilerin hepsi lümpen oh ekmek elden su gölden” diyorsunuz ya bazılarınız. Hiç ama hiç öyle değil… Evine bomba düşen, çok zorlu yolları yaya geçen, teknelerde ölümlerden dönen insanların, bunca travmadan sonra, bir süre çalışamaması ya da ağır işleri yapamaması dahi anlaşılır olacak olsa da durum bu değil… Kendinizden ölçün arkadaşlar Ankara’da 3 kez bomba patladı, sokağa çıkamadı, çalışamadı milyonlar bir süre… Uçaklara binemiyor, havaalanlarına gidemiyoruz. Suriyeliler iş bulduklarında çocuk, kadın, hasta demeksizin çalışıyorlar. Başka da bir şansları yok aslında. Yediğimiz, giydiğimiz ucuza bulduğumuz pekçok şey o kara çocukların küçük ellerinden çıkıyor ve Suriyeli çocuk işçilerin dünyanın başka yerlerindeki köle çocuk işçilerden bir farkı yok. Velhasıl Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin önemli bir bölümü çalışacak bir işe sahip olsa da olmasa da işçidir. Bazıları işsiz işçilerdir. İşçi, geçinmek için emekgücünü satmak dışında bir şansı olmayan herkestir çünkü…
*Bu sorun sınıfsal alanın dışında algılanamaz ve başka bir zeminden tutarlı ve kalıcı bir çözüm üretilemez. Burjuvazinin siyaset zemininden sorun çözüldüğünde sırası gelen herkes tarih sahnesinde bir göçmen olur. Göçmenler, işçi sınıfının en alt tabakalarını oluşturuyor. Yani en yoğun sömürüyü, hak ihlalini burada görüyoruz. Velhasıl olan aslında aynı zamanda mülkiyet ya da ayrıcalıklar sorunudur. Onları istememek mülk sahiplerinin yapacağı iş… Eğer bunu savunacaksanız gidip ait olduğu siyasal alanda yani sağda savunun. Solu, ezilenleri, emekçileri velhasıl işçileri dar burjuva çıkarlarınızın savunusu olan şovenizmle zehirlemeyin! Ve mülksüzler, emekgücünü bir ay satmasa kirasını ödeyemeyecek, çocuklarını doyuramayacak olanlar, banka kredilerinin, ev sahiplerinin esirleri, Suriyeli göçmenlerle paylaşamayacağımız hiçbirşeyimiz olamaz. Sorunlarımızın kaynağı ortaktır, “bugün sana vatandaşlık verecekmiş gibi yapanların senin evinden olmanda sorumluluğu var” diyebilmek için bir araya gelelim. 
*Türkiye’de sol yazık ki, dünya solu ile karşılaştırıldında enternasyonalist olmaktan ve bu geleneklerden oldukça uzak. Gezi örneğin on yılların en önemli ayaklanmasıydı ve çok hızlı bir şekilde kitleler, kendi zihin barikatlarını aştı. Devrimci bir ilerleyiş gerçekleştirdi. Başta “kitap okuyoruz, zekiyiz, diğerleri de gerizekalı” diye başlayan, kadını aşağılayan küfürleri de içeren politik söylemler hızla evrildi. Türk ve Kürt halkı içinde barışçı nüveler oluşturdu ve bence tüm bunları 7 Haziran’a taşıdı. Yazık ki aslında kitlelerin içinde güç bulamayan bazı siyasal özneler bu devrimci dinamiği parlamenterist bir çizgiye hapsederek büyük ölçüde harcadı. Ama yine de şu anda bu topraklarda hiç olmadığı kadar büyük bir enternasyonal devrimci heyulanın dolaştığını görüyoruz. Eminim göçmenlerle ilgili meselede de açığa çıkacaktır. Ancak şu ana kadar ortalık da dolaşan yazık ki “zekiler-aptallar” ayrımıyla sanki mesele bir zeka meselesiymiş gibi ortaya koyan anlayış oldu. Ulusalcı sol yani sosyal demokrat bile olamayan “sol” yine iş başındaydı. “Pisler-temizler” “lümpenler-çalışkanlar” biçiminde biz-onlar ayrımları yapıp vatan sahibi gördüğü kendisini yine pek bi beğenmekteydi. Şimdi Gezi’de türeyen diğer ruhun ortaya çıkma zamanı geldi. Adını hiç unutmamamız gereken Medeni Yıldırım’ın arkadaşlarının ve Lice için Kadıköy sokaklarını dolduran insanların konuşması lazım artık. “Yıkılsın bize dayattığınız sınırlar!” demek lazım.
*Suriyelilerin “vatandaşlık alması” konusu elbette bu ülkede yaşayanlara sorulsun ama asıl göçmenlere sorulsun. TC vatandaşlarına bu konuyla ilgili referanduma gitmek, boşanma hakkı için sadece erkeklere referandum yapmaya benzer. Bu da sosyal demokrat bir tavır bile değildir. Sol bir tavır hiç değildir.
*Emperyalist işgal olsa mücedele edecek olan bizlerin savunduklarıyla, ilk kaçacaklar arasında yer alan milliyetçilerin (ben söylemiyorum araştırmalar söylüyor ve dünya tarihi) arasındaki tezatlık da ayrı bir yazının konusu olsun.
*Türkiye'deki göçmenler meselesi artık bu ülkenin en önemli sorunlarından biridir. Ve yakın geleceğe damgasını vuracaktır. Göçmenler bunca zulme maruz kalıyorken, tecavüz, taciz, çocuk işçiliği, katmerli sömürü... Bunun için sokağa çıkamıyor olmak da bizim ayıbımızdır. Hem de çok büyüğünden... Bu ülke solunun ne kadar dar alan çıkarlarına hapis olduğunun göstergesidir. 
*”Göçmenler vatandaş olsun”, “göçmenler mülteci olsun” “göçmenler ülkesine dönsün” türü talep ve söylem üretmek ültimatomculuktur. Bu tavırdan çok çektik belli ki çekmeye devam edeceğiz. Bir sormak kimsenin aklına gelmiyor mu? “Ne istersin Suriyeli arkadaşım?” diye… Ne kadar heveslisiniz birilerinin adına konuşmaya ve buralardan kurulan iktidarlara… Bu söyleme güç vermeyelim, güç vereceğimiz şey dayanışma, ezilenlerin birliği ve demokratik özörgütler olsun.
Sonuç niyetine sözüm de şudur, savaşın egemen tarafları kimlerse bedel ödemesi gerekenler de onlardır. Bu da kendiliğinden olmaz kuşkusuz ama unutmayalım biz hangi hakkımızı “öylece” aldık ki… Bunun için de mücadele edebiliriz. Ve uzak duralım şovenizmin yok edici karanlığından… Ortaçağ’da intihar edenleri cezalandırmak için cesetlerini idam ederlermiş Avrupa’da… Şovenistlerin yaptığı da bunun aynısıdır. Ömrü, hayatı, sağlığı elinden alınmış Suriyelilerin umut ve güvenlerini bir kez daha ellerinden almak… Buna ortak olma, olmayalım…

11 Temmuz 2016 Pazartesi

10 Temmuz 2016 evrensel

Boşanmanın tek olası sonucu 'problemli çocuk' mudur?

Psikolog Banu Bülbül ile boşanmaların çocuklar üzerindeki etkisini konuştuk.

Aylin AKÇAY
Malumunuz; boşanmalar uzun bir süredir gündemde. Boşanmaları azaltmanın memleket meselesi olarak önümüze getirilmesinde sunulan argümanlardan biri de çocukların boşanmalardan ne kadar olumsuz biçimde etkilendikleri söylemi. Boşanmaların “problemli çocuklar” ortaya çıkmasına neden olduğu, anne babası ayrılan çocukların mutlaka ve kesinlikle önlenemez problemler yaşayacakları mesajı iletiliyor sıklıkla.
Peki ebeveynlerin boşanması “boşanmaların önlenmesi”nin devlet politikası haline getirilmesini gerektirecek kadar ciddi sorunlar doğurur mu çocuklar için? Peki ya sürekli “Boşanmaların çok kötü sonuçlar yaratacağı” söylemi, sürekli karşımıza çıkan olumsuz mesajlar çocukların yaşamına nasıl etki ediyor? Boşanmanın tek olası sonucu “problemli çocuk” mudur?  Psikolog Banu Bülbül ile değerlendirdik.
Çocuklar için en iyi ortamın ailenin bir arada olduğu ortam olduğu düşüncesi çok yaygın. Devlet politikalarının da bu düşünce etrafında şekillendiğini görüyoruz. Bu ne kadar doğru? Çocuklar bu yaygın düşünceden nasıl etkileniyor?
Çocuk için ideal olanın anne babanın bir arada bulunduğu bir aile olduğu, ancak böyle olursa çocuğun tam hissedebileceği fikri bir kurgu aslında. Anaokulundan başlayarak da çocuklara hep anne babanın aynı evde yaşadığı bir aile kurgusuyla yaklaşılıyor. Böyle olunca sadece boşanma durumunda değil ebeveyn kaybında ya da farklı aile biçimlerinde yer alan çocuklar kendilerini rahat ve iyi ifade edemiyor. “Anormal ve farklı” hissediyorlar, arkadaşları içerisinde bunları söylemek zor olabiliyor. Dolayısıyla “normalin” nasıl tanımlandığı önemli. Olması gereken şey; çeşitli aile biçimlerine ve buralardaki yaşantılara ders kitaplarında yer verilmesi. Boşanma ya da ölüm gibi durumlarda çocukların mutlu olmasının bir tane normali yok, mutlu olmanın bir tane biçimi yok. Yani sadece anne babanın birlikte olduğu çocuklar mutlu olmazlar, hatta anası babası birlikte olan birçok çocuk çok mutsuz olabiliyor, çünkü ailelerin çoğu da çok ciddi mutsuzluklar üretiyor. Zaten böyle kutu kutu, ışıkları yanan evler ve içinde yaşayan mutlu aileler düşüncesi de bir illüzyon. Bu ülkede insanların mutlu olmadığı ortada. Ama baştaki kurguyla yaklaşmak ve topluma bu mesajları iletmek farklı deneyimi olan çocuklara zarar veriyor.  

‘KADININ GÜÇSÜZ OLDUĞU YERDE ÇOCUK DA GÜÇSÜZ OLUR’

Evlilik ilişkisinin sürdürülmesi ya da sürdürülmemesinde çocuğu etkileyen faktörler neler?
İlişkide ‘karşılıklı olması’ meselesi rıza kavramıyla çok tanımlanıyor ya; bu evlilik için de geçerli. İnsanların birbirleriyle gerçekten isteyerek, birlikte olmayı seçerek yaşadığı bir ev tabii ki daha mutlu olunabilen bir ev. Ama bunun olmadığı, gitme hakkının olmadığı bir evde çocuk neler yaşar? Gitmek isteyip istememekten söz etmiyorum, gitme hakkının olup olmamasından söz ediyorum. Bir kadının ya da adamın tahayyülünde boşanabilmenin, ayrılabilmenin var olup olmamasından söz ediyorum. “Böyle bir şey bizde asla olmaz” denen bir evlilik, aşık olsa, çok seviyor bile olsa; “ya günün birinde bir şey olursa, başka bir kadın olursa vs. ben buna da katlanmak zorunda kalırım” düşüncesi varsa, bu tabii ki sevgiyi, aşkı, eşit birlikteliği azaltan ve kadını güçsüzleştiren bir şey. Kadının güçsüz olduğu yerde ise, çocuk da güçsüz; kadının mutsuz olduğu yerde çocuk da mutsuz olur. “Kablosuz bağlantı var anneyle çocuk arasında” diyorum ben hep bu denklemi açıklarken. İstismarı mı önlemek istiyorsunuz, çocukların depresyonunu mu ortadan kaldırmak istiyorsunuz, o zaman atılabilecek önemli bir adım var: Kadın mutlu olacak, kendini özgür hissedecek bulunduğu ilişkide. Yani ayrılma hakkı olacak. İlla ayrılsın demiyoruz ama ayrılmaya hakkı olduğunu bildiğinde o zaman çocuk da kendisini daha iyi ve güvende hissedecek diyebiliriz.
Çocuklarla ve ergenlerle çalışanlar olarak biliyoruz ki ebeveynler evde mutsuzsa, çocuk da sorunlar yaşıyor. Kişilik gelişimini, duygusal ve sosyal gelişimini zedeliyor. Zihni evdeki sorunlara çok takılıyor. Örneğin bir ergen için bütün meselenin yaşıtlarıyla yaşadığı ilişkiler, orada yaşadığı sorunlar olması gerekiyorken, doğalı buyken, sürekli aklı annesiyle babasında olabiliyor. Bu nedenle, birçok zamanda boşanmadan sonra serpilen, duygusal anlamda, ruhsal gelişim anlamında hızla gelişen çocuklar görüyoruz; yaygın düşüncenin tam tersine.
Çocuklar çatışmalı bir ilişkide neler yaşıyorlar?
Çocukların ebeveynleri yüceltmeye ihtiyaçları var. “Benim annem harikadır, babam güçlüdür, beni çok severler ve beni bu dünyadaki kötülüklerden korurlar” gibi. İki ebeveyn arasında düşmanca her şey (Bu hakaret de olabilir, şiddet de olabilir, sürekli eleştirme de olabilir) çocuk için bu ihtiyacı yıkan ve çocuğa çok zarar veren şeyler. Çünkü çocuk kendini güvende hissetmiyor. Bunun dışında annesine birisi vuruyorsa, ona da vurabileceği anlamına geliyor ve sürekli bir tehdit algısı yaratıyor. Üstelik çocukta ikili duygular da yaratıyor. Çünkü aynı zamanda sevmesi gereken, güzel şeyler de yaşadığı birisi böyle berbat şeyler de yapabiliyor. Bu aynı zamanda bir öğrenmeye de yol açıyor. Üstelik çocuğa bir tür hakemlik rolü de veriliyor. Şiddeti uygulayan çoğunlukla “Allah’ım rezalet bir şey yaptım, ama sor neden yaptım?” diyor. Çocuk duygusal olarak ona da ikna oluyor. Şiddet görenle şiddet uygulayan arasında gidip gelmeler yaşıyor. Çocuğun özdeşimi de tabii iki ebeveyn arasında  gidip geliyor; hem “kurban” olanla hem fail olanla, bazen de cinsiyetine göre değişen biçimlerde özdeşim kuruyor.
Peki bu özdeşimin çocuklardaki yansımasını nasıl görüyoruz?
Ergenlerde özellikle saldırganlık davranışı nasıl görülüyor? Kız çocuklar daha çok kendine zarar veren, kendi bedenini örseleyen şeyler yapıyorken, erkek çocuklar daha çok başkalarına zarar veren ve daha dışa dönük davranışlar sergiliyor. Çünkü erkek çocuk özdeşimi şiddeti yapanla kuruyor daha çok. “Sor niye yaptım”ların öğrenilmesi durumu bu. Bu durumda birinin çıkıp, “Sormam, çünkü ne olursa olsun bunu yapmamalısın; ne yaşanıyorsa yaşansın senin ona hakaret etmeye, şiddet uygulamaya hakkın yok. Boşanmaya hakkın var, ama buna yok” demesi gerekiyor. O yüzden çocuğa asıl zarar verecek şey böyle bir ortamın içerisinde büyümesi. Birebir çalıştığım ailelerde onlarca yüzlerce örneğini net olarak gördüm ki; boşandıktan sonra ihtiyaçları karşılanıyorsa perişan olan çocuk pek görmedim. Boşandıktan sonra serpilen, gelişen, duygularını ifade edebilen çok sayıda çocuk gördüm. Bu bütün aileler boşansın demek değil. Boşanma hakkının olması herkese boşanın demek değildir. Zaten boşanmak, birçok açıdan eski olanaklardan geriye düşmek demek. Bu geriye düşüş göze alınıyorsa zaten çok sağlam nedenler vardır. Ayrılmak istediğini söyleyen yetişkin insanlar varsa, devletin bin kere sorgulamasına ve bir ıslah programı içerisine almasına, ikna odaları açmasına gerek yok.

BOŞANMAYI ENGELLEMEYE ÇALIŞMA, ÇOCUKLARI KORUYACAK BİR SİSTEM KUR

Boşanma süreçlerini çocuk için kolaylaştırmak için devlete düşen nedir?
Devlet ve kurumları “Boşanmaları nasıl engelleriz?” yerine çocukları nasıl koruyacağına odaklanmalı; asıl bunları tartışmalıyız. Bu ülkede çocuk ruh sağlığı hizmetleri ücretsiz değil, hastanelerde psikolojik destek birimleri beşer dakikada bir görüşme yapan yerler, terapi hizmeti hiçbir şekilde karşılanamıyor. O nedenle çift terapisi gibi boşanma öncesi profesyonel destek süreçleri çok sınırlı. Çocuklar okullarında sağlıklı bir ruh sağlığı hizmeti alabilse, okul rehberlik servislerinin yönlendirme yapabileceği ücretsiz ulaşılabilir hizmetler olsa, o zaman hakikaten sağlıklı ilişkilerin sayısı da artar, çocuklar da daha az zarar görür. Ya da örneğin çiftler arasında çatışmanın çocuk üzerinden sürdürüldüğü, çiftlerin birbirini çocukla tehdit ettiği, çocukların kaçırıldığı, örselendiği durumlar oluyor. Bu durumda çocukları koruyabilecek bir sistem yok. Bunlara odaklanılması gerekiyor.

BOŞANMA KARARI ÇOCUĞA NASIL ANLATILMALI?

Boşanma kararı kesinse, bu süreci çocukların en sağlıklı şekilde geçirmeleri için ebeveynler nasıl davranmalı?
Boşanma kararı netse, çok uzatmadan kararı uygulamak ve çocuğa da söylemek gerekiyor. Çocuğa yalan söylenmemeli; örneğin işte “Baban seyahata gitti eşyasını da götürdü” denmemeli mesela. İkisinin de mümkünse çocuğu karşılarına alıp konuşması gerekiyor. Çocukların terk edilmeyeceklerini bilmeye ihtiyacı var ve konuşurken bu mutlaka vurgulanmalı. “Anlaşamadığımız için uzun zamandır sorun yaşıyorduk, birçok yol denedik, ama ilişkiyi sürdüremiyoruz, bu yüzden de biz karı koca olarak ayrılmaya karar verdik. Bu kararın seninle hiç bir ilgisi yok. Senin yaptığın bir şeyle herhangi bir ilgisi yok, senin suçun asla değil” diyerek açıklama yapmak ve bunların mutlaka vurgulanarak söylenmesi önemli. Açıklama net yapılmalı ve bu anlatılırken ayrılma ve boşanma sözcüklerinin de kullanılması gerekiyor. Ondan sonra bir süre durup onun soracağı soruları cevaplamak, varsa ve mümkünse netlikleri söylemek örneğin “Baban da ev tuttu, gidecek; onunla da kalacaksın, vs.” gibi nasıl olacaksa net olarak bunları söylemek önemli. Duygulardan konuşulabilir: “Sen buna üzülebilirsin, öfkelenebilirsin; biz de üzülüyoruz, öfkelendiğimiz zamanlar da oluyor” gibi. Duygularını bizimle her zaman konuşabileceğine yönelik mesaj vermek kıymetli. Bir de netlikler önemli; baba ya da anne mutlaka taahhüt ettiği zamanlarda aramalı, taahhüt edilen zamanlarda almalı ve bırakmalı mesela. Yaşamında tanımlı ve belirli şeylerin olması; gündelik yaşamını nerede sürdüreceğine dair bir belirliliğin olması da önemli.  Tüm bunlara özen gösterildiğinde, duyguları konusunda anne baba açık olduğunda boşanma bir felakete dönüşmeyebiliyor çocuk açısından.
Peki anne babalar dışında çevredekiler çocuğa nasıl yaklaşmalı?
Öğretmenler, komşular, akrabalar vs. bir kere, bu durumu acıklı bir şey gibi göstermemeli. “Vah vah tüh tüh” gibi bir tepki gösterilmemeli. Bazen de çocuklar seviniyor ayrılığa. Çocuğun duygusu sizin verdiğiniz tepkiyle örtüşmeyebiliyor; ya da daha henüz duygusal olarak idrak etmemiş olabiliyor. O nedenle çocuğun duygusu yerine kendi duygumuzu ikame etmeye ve çocuğa öyle yaklaşmaya gerek yok. Elbette bu dönemde daha özenli, daha dikkatli davranabiliriz çocuğa, herkes çocukla daha kaliteli, daha iyi zaman geçirmeye çalışabilir. Bol bol oyun oynanabilir, çocuklar duygularını oyunla ifade edebilirler. Bunun yanında, hepimiz için her zaman geçerli olması gereken bir şey var, hiçbir çocuğa birtakım ezberlerimizle, yani “Anası babası vardır, aynı evde yaşıyorlardır, çocuğu da onlar büyütüyordur” diye genelleme ile yaklaşılmamalı. Bir çocuğu tanımak istiyorsak gerçekten, önce ona sormalı ve öğrenmeliyiz,“Sizin evde kimler yaşıyor, sen kimlerle yaşıyorsun?” gibi şeyleri . O kadar farklı biçimler var ki, annesi ya da babası cezaevinde olabilir, başka bir şey olabilir; yani tek bir doğru yok ve sizin ezberinizdeki gibi olmak zorunda değil kimsenin yaşamı. O yüzden böyle yaklaşmamak çok önemli.

Hephaistos bir tanrı mı? – Banu Bülbül 




Bilindiği üzere Freud, insanın bebeklikten yetişkinliğe gelişim süreci boyunca geçirdiği evreler ile insanlık tarihi arasında paralellik kurar. Ve özetle der ki; insanlığın gelişimi boyunca ulaştığı düzeye o toplumsal düzlemde yaşayacak birey de kendi gelişimi süresince ulaşır/ulaşmalıdır. Bu “ulaşma” hali, başka bir nitelik ve biçimde de olsa insanlık tarihi evrelerinin izlerini içinde barındırır.
Tıpkı günümüzde yaşayan her bir insan için söz öncesi dönem, yazı öncesi dönem olması gibi insanlığın da upuzun bin yıllara dayanan söz öncesi dönemi, yine binlerce yıldan oluşan sözün olduğu ama yazının bulunmadığı dönemi vardır. Sözün olmadığı ama sesin olduğu dönem bir nevi ninnili dönem, sözün olduğu yazının bulunmadığı masalın öne çıktığı dönem… Ve masalın da bir adım sonrasında yazının da yeni yeni bulunduğu mitoloji dönemi… İnsanlığın çocukluk çağı yani.
Farklı coğrafyaların farklı mitolojik öyküleri var kuşkusuz. İlginç biçimde birbiriyle çok az ilişkilenen kültürlerde bile ortak figürler bulmak mümkün. Bu ortak figürler üzerine yeniden düşünmek başka bir yazının konusu olsun. Yunan mitolojisi tüm mitolojiler içerisinde bugünkü yazılı alanı en fazla belirleyenlerinden biri kuşkusuz. Pek çok başka kültürü de Avrupa’da gelişen kapitalist dünyayı da önemli ölçüde etkiliyor.
Marx, Grundrisse adlı çalışmasının bir bölümünde Antik Yunan sanatının, mitolojisinin insanlık için uzun yıllar boyunca cazibesini nasıl olup da korumayı sürdürdüğünü sorar ve şöyle yanıtlar; “Yetişkin bir insan bir daha çocuk olamaz –olsa olsa çocuksu olur. Buna karşılık çocuğun naivetesi insana yine de bir sevinç kaynağı değil midir; daha yüksek bir düzeyde onun yapmacıksız gerçeğini yeniden üretmeye çalışması gerekmez mi? Her çağda kendi öz karakteri, en tabii gerçeğiyle, çocuklarının tabiatında yeniden doğmaz mı? İnsanlığın tarihi, çocukluk dönemi, en güzel tomurcuklanma çağı, hiçbir zaman geri dönmeyecek bir dönem olarak neden sonsuz cazibe kaynağı olmasın? Kimi çocuk şımarıktır, kimi çocuk vaktinden önce büyümüştür. Eski ulusların çoğu bu sınıfa girerler. Yunanlılar ise normal çocuklar oldular.” (s. 185-186)
Her masalın her mitolojik öykünün farklı biçimlerde okunması mümkün. O masaldaki karakterlerin her birini dışsal ögeler olarak görüp dönemi ve kültürü anlamaya çalışmak da bir seçenek. Mitteki karakterlerin tamamını insan ruhsallığının bir parçası yani “içeri”deki bir öge olarak ele almak da… Bu yazıda Yunan mitolojisindeki pek çok öyküde geçen önemli karakterlerden biri olan Hepaistos’tan biraz bahsederek masalın, mitin önemini ve değerini bir kez daha anımsatmak dileğindeyim.
Mitolojilerde insanlar, kendi duygularını, davranışlarını kişileşleştirerek onlardan tanrılar, tanrıçalar üretip, yarattıkları tanrı ve tanrıçaların ilişkilerinde de kendi ilişkilerini yeniden üretirler. Bu hem bir sağaltım hem bir anlama hem de aktarma yoludur. Ortaklaştırmanın ve açığa çıkarmanın adımıdır. Böyle bakarsak Olimpos dünyasını nasıl yorumlayabiliriz? İnsan aklını ayrıştırıp kişileştirdiğinde Athena’ya, aşkını Eros’a, kadın güzelliğine duyduğu hayranlığı Afrodite’e, kendinden geçme halini, esrikliği Dionisos’a atfeder. Erki, devleti şimşeklere hükmeden tanrılar dünyasının en güçlüsü, yenilemez olan Zeus’a, doğayı, dişiyi Zeus’la çatışan ama genellikle ona biat etmek zorunda kalan Hera’yla sembolleştirir. Olimpos’daki 12 tanrıdan biri olan Hephaistos ise insanın işini, emeğini kişileştirdiği formdur. Peki insan, Hepaistos’u yani emek gücünü nasıl bir tanrının kılığına sokar? Topal, çirkin, terk edilmiş, aldatılmış, dışlanmış, kendisini yalnızca işiyle var ederek kabul edilebilir kılana… Tam da burayı biraz daha iyi anlatabilmek için Hepaistos’un öyküsüne geçmeliyiz.
İşçilerin, ateşin, volkanların, demirin, zanaatçıların, ustaların tanrısı Hephaistos, volkanların özellikle Etna yanardağının içinde yardımcıları Kyklop’lar (bizdeki tepegöz) ile birlikte çalışır. Neler neler üretmez ki? Tanrıların muhteşem evlerini, yeryüzündeki ilk kadın Pandora’yı, Prometheus’u Kafkas dağlarında tutan zincirleri, Eros’un oklarını, Helios’un arabasını, Akhilleus’un zırhını, kalkan ve kılıçları, Zeus’un yıldırımlarını, tanrılar için çağrılınca kendiliğinden gelen minderleri, karyola ve tahtları…
Köleci toplumun bağrında üretilir Hepaistos karakteri… Sınıflı toplumun ve ataerkilliğin artık mutlak egemenliğini ilan ettiği ama  toplumsal işbölümünün hala ilkel olduğu, sanat, zanaat ve işçilik ayrımlarının henüz netleşmediği bir toplumda, bu alanların tümünü kapsayan tekniğe dayalı üretimin tanrısıdır o. Taş, tunç, demir biçiminde ifade edilen çağlar ve geçişler boyunca kullanılan tüm hammadelerden en üstün ürünleri onun verdiğini ve tüm bu işleri yapanları koruduğuna inanılırdı. İlk Hepaistos anlatılarının üretildiği dönemde demir yoktur örneğin… Taş karyolalar tunca, tunçlar demire dönüşür öykü yüzyıllar boyunca anlatıla anlatıla… Hatta Yunan mitolojisinin devri bitip Roma dönemi başladığında Hephaistos’un adı değişerek Vulcan’a dönüşür ama mitolojideki varlığını sürdürür üretimin tanrısı…
Hepaistos’un neyi işlediği, hangi hammaddeden üretim yaptığı anlatıda zamanla değişiyor demiştim. Doğum öyküsü de öyle değişir. Başlangıç mitlerinde Zeus ve Hera’nın çocuğudur, Olimpos’tan Zeus tarafından kovulur ve bu kovulma sırasında aldığı darbeler nedeniyle topal kalır. Sonrasında gelişen öyküde annesi tarafından Olimpos’tan yuvarlanır. Bunun da sonrasında ise Hera’nın onu babasız dünyaya getirdiği söylenir ve Zeus ve Hepaistos’un baba-oğul olma durumu sonlandırılır. Bir analoji kurarsak devletle emek gücünün birbirinden uzaklaşması, erkle emeğin arasındaki mesafenin artması olarak da yorumlanabilir kuşkusuz bu durum. Tarihsel süreçte farklılaşan tüm bu öykülerin ortak noktası ise Hepaistos’un doğumu ardından Olimpos’tan kovulmasıdır.
En nihayet  tümüyle babasızlaştırılan Hepaistos’un öyküsü, zaman içinde annesizleştirilen (annesi Metis’i hamileyken Zeus yutar, içine alır) Athena’nın öyküsüyle birlikte geliyor aklıma. Athena’nın doğum öyküsü olgunlaştığında babası Zeus’un kafasından Hepaistos’un koca balyozunu vurmasıyla doğduğu öyküye dönüşür. Athena bir elinde kalkanı, bir elinde kargısı, bakışları pırıl pırıl parlayan, gök gözlü, zırhlara bürünmüş güzeller güzeli bir genç kız olarak doğar. Mantığın ve savaşın tanrıçası Athena ve üretimin barışçıl tanrısı çirkin, topal, babasız Hephaistos öyküsü birbirine paralel olarak okunmalıdır. Bu paralellik üzerinden okuduğumuzda aşk hayatında hep aldatılan ve hayal kırıklığına uğrayan (Athena’ya da aşık olur) Hephaistos bir yanda, dünyaya gelir gelmez her zaman bakire kalmayı dileyen aşksız ama pek çoklarının aşık olduğu Athena diğer yanda… Kadından doğan, estetik ve üretimin tanrısı Hephaistos, barışçı, insana yakın daha feminen diye nitelenebilecek özellikleri taşırken, erkekten olan Athena, aklı simgeleyen bir tanrıçadır ve daha eril özellikler taşımaktadır.
Öykümüze dönersek, annesi Hera kendisini yeterince sevip korumadığı için intikam planları yapar Hepaistos. Herkesin kendisini unuttuğu Limnos adasında geçirdiği zamanda yaptığı altından tahtı annesine yollar, Hera tahta oturur ve oturduğu yerden kıpırdayamaz. Diğer tanrıların çabaları da onu kurtaramaz. Dionysos’un sunduğu şarap sayesinde Zeus’la görüşmeye ikna olan Hepaistos, Afrodit’le evlenme karşılığında annesini serbest bırakarak Olimpos’a çok güçlü bir dönüş yapar. Kovulduğu yere şimdi büyük çabalarla ikna edilerek  getirilebilmiştir.
Ama mutluluğu uzun sürmez, Afrodit ile evlendikten bir süre sonra Afrodit’in kendisini savaş tanrısı Ares’le aldattığını öğrenir. Demir bir ağ örer kıskıvrak yakalar ikisini yatakta…
Her ihanetin sonrasında benzer biçimlerde intikam alır kahramanımız. Ürünlerini kullanarak annesini, karısını ve savaş tanrısını yani farklı biçimlerde en güçlü olanları, sihir, güzellik, güçle değil ürettikleriyle hareketsiz bırakır ve üstelik çaresiz…
Hepaistos’un ürettikleri hem kendini var etme hem de ifade etme aracıdır. Tanrıdır, tanrısal özellikleri vardır ama o diğerlerinden her zaman farklı ve ayrıksıdır. Ne tanrıların ne insanların dünyasına ait değildir tam anlamıyla… Topal tanrı, diğer tanrılarla aynı mekanlarda yaşayamaz dahi… Onların hayatını kolaylaştırır ancak aşık olduğu tanrıçalar tarafından değer de görmez. Onun öyküsü aslında insanın kendi ürettiklerinden uzaklaşarak yabancılaşma öyküsünün de bir göstergesidir. İnsan evladının emeğin neler üretebileceğini, pek çok sorunu üretimiyle çözebileceğini gördüğü gibi, emeğin egemenler tarafından ne kadar değersizleştirilebildiğini de gördüğünü masalsı biçimde anlatır bize Hepaistos’un öyküsü…
İlyada’dan bir alıntıyla bitirelim Homeros’a da selam göndermiş olalım. Alıntıda Aşil için kalkan ve dizlik yaparken izliyoruz Hepaistos’u… Savaş gereçleri yaparken bile yaşamı anlatan Hepaistos’u aramızda ya da içimizde arayıp bulmak ve hep yaşatmak umuduyla…
Böyle dedi, bıraktı Thetis’i orda, döndü körüklerine.
Çevirdi onları ateşe doğru, çalışmalarını buyurdu.
Körükler başladı ocağın içinde üfürmeye,
Yirmi taneydiler, solukları türlü ısıdaydı,
Soluklar, demirci tanrının buyruğunda,
İş yavaş gidince ılık oluyorlar,
İş hızlı gidince sıcak oluyorlardı.
Tanrı ateşe bükülmez tuncu attı, kalay attı,
Değerli altın attı, gümüş attı,
Sonra kütüğün üstüne koca bir örs kodu,
Bir eline güçlü bir çekiç aldı, bir eline ateş kıskacını.
Koyuldu büyük bir kalkan yapmaya,
Dört bir yanı işli sağlam bir kalkan,
Çevresine parlak bir çember attı kalkanın,
Işık saçan on üç katlı bir çember,
Gümüşten bir kayışa bağladı kalkanı,
Kalkan üst üste beş tabakadandı,
Üstüne birçok süsler çizdi, gösterdi ustalığını.
Yeri, göğü, denizi yaptı
Yorulmaz güneşi yaptı, dopdolu dolunayı,
Gökyüzünü saran yıldızların hepsini,
Pleiad’ları, Hypad’ları, güçlü Orion’u,
Hem Araba, hem ayı denen yıldızı yaptı,
Ayı Orion’a bakar, boyuna yerinde döner,
Tek yıldızdır Okeanos’un sularından pay almayan.
İki güzel şehrini yaptı ölümlü insanların.
Birinde düğünler, şölenler,
Sokakta, yanan çırağıların ışığında,
Evlerinden alınıp gezdirilen süslü gelinler,
Dört bir yanda kavuşma türküleri,
Oynayan, dönüp duran delikanlılar, flavta, kitara sesleri.
Kapı önlerinde şaşakalmış bakan kadınlar.
Pazar yerinde giriyordu halk birbirine,
Kan diyeti için tartışıyordu iki adam,
Biri diyordu her şeyi ödedim bakın işte,
Hiçbir şey almadım diyordu öbür adam.

9 Temmuz 2016 Cumartesi

DIŞARISI-İÇERİSİ 
Kapalı-açık-yarı açık (demek yarısı kapalı)
Hayatınız nerede geçiyor? Nasıl sürüyor? 
Kapalı kurumlardan söz ediyoruz ya... Bazen korkuyla bazen acıyla... Başkasına acımak, başkasına üzülmek kolay... Görmüyoruz kendi yaşamlarımızdaki kapalılıkları... Evler ofisler boyu bunalmaları... Gökyüzünün altında yaşamalı insan. Eve bazen girmeli, gerekmedikçe başında çatı olan bir yerde çalışmamalı halbuki... 
Buna kanaat getirdim bir kez daha. Özellikle köydeyken düşününce tüm yemekleri dışarıda yiyip tüm günü dışarıda geçirince...
Oysa bir sürü ev, kadınlara ve çocuklara hapishane... Gökyüzünün altında olmak, bulutların özellikle de yıldızların altında olmak hayal gibi...
İnsan sen ne saçma canlısın. Maymun bunu kendine yapmaz, ayı kendine yapmaz. Sen yaparsın. Kapanırsın, kapatırsın... Korkarsın da korkarsın. Ah o mülklerin... Yav en büyük evi yapsan ne en büyük evde yaşasan ne? Ne kadar büyük o kadar kapalı... Alışveriş merkezlerindeki kalabalıklar kadar yalnızsın. Ama bir derenin kenarında göğe bakarken tek başına da olsan onca coğul ve kalabalıksın.
Ve ofislerin, sınıfların, okulların... Kapalı ve kasvetli...
İnsan kapalılık ve kasvet üreten bir canlıdır.
Elbette mahremiyete elbette kapalı alana da ihtiyacımız var biliyorum da yaşadığımız hal ihtiyacın çok ötesinde. Ev almaya uğraş, onu temiz tutmaya uğraş, çocuğuna yenisini yapmaya uğraş. Korunmak için geliştirdiğin bir ihtiyaç senin hapishanene dönüşmüş ve sen hala onu süslemeye uğraşırsın. Kapalı alanlarımı küçültüp açık alanlarımı genişletmek istiyorum. Hem fiziken hem ruhen hem zihnen... Güneş, yıldız dolsun gönlüme...
Dahil olmak zorunda mıyım bu kapalılığa zihinsel muhafazakarlığa? Değilsem dışarı çıksam ve sokaklar, parklar, ormanlar boyu dolaşsam ya... Öyle yapıcam. Bizi eve kapatmaya çalışan tüm korku salıcılara inat. Dışarıda olup göğe bakıcam. Beklerim...