30 Aralık 2017 Cumartesi

"SON ELVEDA"  

Yaşı yetenler anımsar bu şarkıyı.---Yaşar ---Aldanırım--- "Aldanmak, kandırılmak" teması gündemimizden düşmüyor. Burada bile niyet mühim kanaatindeyim. Neye aldandınız? Bir gülüşe mi? Sevgiye mi? Yoksa birilerini dolandırarak zengin olmak vaatlerine mi? Torpil vaatlerine mi? Cennete girmek konulu hilelere mi? Sahi siz neye aldandınız? Bana neye aldandığını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Herkes bir şeylere birilerine aldanır "büyürken"... Yeter ki derdiniz güzel olsun. Derdiniz aşk olsun, devrim olsun, dostluk, dayanışma olsun. Varsın aldanın. Elbet aldana aldana ilerlenen bu yolda bir gün aslında kazana kazana yürüdüğünüzü fark edersiniz. Mevzu neye kazanım dediğiniz.
Geçenlerde bir grup çalışmasında güvenmek, kendini ifade etmek yani hareket etmek konusunda çok temkinli olmak zorunda hissettiğimiz günlerin zorluklarından bahsediyorduk oradan da çağrışmış olabilir bu mevzu. Geminiz batabilir bir sala atlarsınız, su alabilir bir tahtaya tutunursunuz. Boğulacak olursunuz bir insan eli tutar sizi. Ölmediğimiz sürece devam.
Yeni yılda az temkinli olacağımız günler diliyorum, öfkemizi, hüznümüzü, sözümüzü kontrol ede ede kaskatı bir heykele, betona dönüşmeyelim de akışkan kokuşkan konuşkan koşuşturan insanlar olalım dilerim. Öfke kontrolünü patronlara, erkeklere, analara-babalara, öğretmenlere; öfkeyi ifade etmeyi, çıkarmayı, konuşturmayı, dökmeyi, saçmayı, kadınlara, işçilere, öğrencilere göstermeli... Aslında ikinci grup kendi işini görse birinciye kontrolü de öğretir zaten.
Bir de şarkıda "bu son elveda" dediğinde gülesim geliyor. "Son elveda" diye bağıran pazarcılar geliyor gözümün önüne... Mevsimin son çileğini, üzümünü, şeftalisini anlatmak için "son elveda" diyorlar ama sonraki mevsim yine aynı meyveler aynı tezgahta. Bizim hayaller, umutlar da öyle... "Son elveda" amaaaa yeni bir yıla yeni bir mevsime kadar...

21 Aralık 2017 Perşembe

Savaş Boyaları   

Acıklı türküler bir yana. Umutlu şarkılar söyleten ve gülümseten kadınlar var hayatımda. Bu akşam biz yine bir kadın grubunda 2017 yılının bizim için nasıl geçtiğini konuştuk. 2018'den yine beraber olmayı diledik. Bir yıllık bir toplam konuşulunca ne çok hüzün ne çok sevinç bir arada oluyor.
Tanımaktan çok mutlu olduğum kadın dostlarımin çoğunu gündelik yaşamda birer savaşçı ve serüvenci gibi düşünüyorum. Çalıştıkları yerdeki mücadeleleri, başka kadınlar için, dogurmadiklari çocuklar için kendilerini üzmek, yormak sağlıklarını bozmak pahasına yaptıkları... Anlatıp durmuyorlar tersine öylesine mütevazı yapiveriyorlar her gün her an. Kimi bir sığınakta kimi sokakta çalışan cocuklarla kimi Suriyeden gelen kadınlarla çalışıyor. Az görüyorsunuz onları az duyuyorsunuz yaptıklarını. Öyle mütevazı. Ama her sabah savaş boyalarını sürüp yüzlerine (kalemleri rujlari öyle hayal ediyorum o kadınları düşününce) sokağa çıkıyorlar ve Iyi, güzel ne varsa onlar üretiyorlar. Iyi ki varlar iyi ki hatırı sayılır sayıda tanıdıklarım var içlerinde...

4 Aralık 2017 Pazartesi

Her Şey Uçarı Bir Hazin  

Kışların çetin geçtiği
Yazların avarelik ettiği
İklimlerdir ruhumun yaşadığı.
Sonbaharı aklıbaşında,
Ilkbahari oyun peşindedir kırlarda...
Andan ana değişir mevsimler kimi saat sürer kimi asır...
Kimi 3 ay gece 1 gün gunduzdur, kimi tersi... 
Zaman kavramı yordanabilir ve yerleşik değildir değişir.
Dostlardir sabitler seni mekanlara zamanlara...
Yoksa her şey, her bir şey
Pamuk hafifliği
Karın ağrısı
İnsandir çekimi yerin
Yoksa her şey ama her şey uçarı bir hazin...  03.12.2017 

13 Kasım 2017 Pazartesi

Kırmızı: İnsanlığın Özgürlük ve Eşitlik Hayallerinin Kardeşçe Onarımına Dair Bir Film  



Filmin ilk sahnesinde telefonu çeviren bir erkek eli ardından kabloların kilometrelerce uzanması, denizleri aşması ve sesin diğer telefona ulaşması görülür. Böylelikle filmin bizi uzaklarla ilişki kurmak üzerine düşündüreceğini anlıyoruz. Kieslowski uzaklardan bahsedince bazen yan odadaki bazen diğer kıtadaki bazen yanı başımızdaki insandan söz edebilir. Onun meselesi her zaman aynıdır: diğerini anlamak… Hak vermek ve anlamak arasındaki ayrımı netleştirir ve maksadını anlamak üzerinden tanımlar. Kieslowski, Kırmızı filminin başında gösterdiği o kabloların kurduğu bağı, sinema aracılığıyla geçmişten bugüne ve geleceğe taşır.
Kırmızı filminde kırmızı renkte pek çok nesne olduğu gibi kırmızının temsil ettiği duygular da varlığını gösterir. Rengin duygusal karşılığını Clarissa Estes şöyle tanımlar; “Kırmızı, feda edilmenin, öfkenin, cinayetin, eziyet edilip öldürülmenin rengidir. Ancak kırmızı, coşkulu hayatın, dinamik duyguların, canlılığın, erosun ve arzunun da rengidir.” (Estes, 2010).
Cenevre’de öğrenci olan Valentine güzel, şefkatli genç bir kadındır. Öğrenciliğinin yanı sıra baleyle uğraştığını, mankenlik yaptığını, bir sakız reklamı için fotoğraf çekimlerine katıldığını görürüz. Bir akşam arabası ile eve dönerken radyo frekansları karışır, onu düzeltmeye çalışırken dikkati dağılır ve bir köpeğe çarpar. Köpeğin tasmasından öğrendiği adresi takip ettiğinde kentin dışındaki eski bir evin bahçe kapısına ulaşır. Evin açık kapılarından içeriye kadar girer. Koltukta uyuyakalmış olan yaşlı adamla karşılaşır. Uyandırıp köpeğine olanlar hakkında bilgi verir. Adam anlattıklarına karşı kayıtsızdır. Kapıların açık oluşuna, o vakitte evine birinin girmesine aldırmadığı düşünüldüğünde aslında hayata karşı kayıtsız olduğu düşünülebilir. Ev sahibine öfkelenen Valentine, köpeği de alarak oradan ayrılır.
İkinci buluşmaları da köpek sayesinde olur. Valentine kaçan köpeği adamın evinde bulduğunda, tanışırlar. Onun emekli yargıç Kern olduğunu öğrenir ve komşularının telefon görüşmelerini dinleyebildiği bir sistem kurduğunu görür.

Doğru-yanlış ve karar vericiler üzerine

Kieslowski, doğrunun ve yanlışın sınırlarını belirleyen her tür kuruma şüpheyle yaklaşan bir yönetmendir. Din, hukuk, siyaset, psikiyatri ve psikoterapi de onun eleştirel yaklaştığı alanlar arasında. Filmin ana karakterlerinden biri olan emekli yargıç Kern ile Kieslowski arasındaki dikkat çekici benzerliklere değinirken filmdeki diyaloglarından ve Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor kitabında geçen konuşmalarından alıntılar yaparak göstermeye çalışacağım.
Kern yıllarca yargıçlık yapmış olmasına rağmen başkaları hakkında neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermenin ahlaksızlık olduğunu söyler. Kieslowski bildiği tek işin sinema yapmak olduğunu, çok gençken hasbelkader bu yola girdiğini, daha çok tesadüflerin yaşamını belirlediğini söyledikten sonra artık başka bir iş yapamaz hale geldiğini anlatır. Emekli yargıç Kern de hayatı boyunca yaptığı iş onun için anlamını yitirdiğinde emekli olur ama belki de başka bir şey yapmayı bilmediğinden insanların yaşamını izleyerek, etki etmeden, yargılamadan onların hayatını anlamaya çalışır. Kieslowski’nin özellikle belgesel film çektiği döneme ilişkin anılarında insanların yaşamını gözlemenin izinli de olsa çekmenin etik yanlarına dair uzun süre düşündüğünü biliyoruz. Gelişebilecek olası sorunlar nedeniyle belgesel çekmeyi bıraktığını da… Ama insanların doğal yaşamları, gizleri, sırları onun her zaman merakı olmuş, tıpkı emekli yargıç Kern için olduğu gibi…
Kern’ün komşularının telefon görüşmelerini dinlediğini öğrendiğinde Valentine öfkeyle “Bu yaptığınız iğrenç” der. Kern onun sözlerine itiraz etmediği gibi telefonları dinlemesinin ahlakdışı olduğu kadar yasadışı da olduğunu vurgular. Birbirleriyle konuşurken bir yandan gelen telefon görüşmelerini dinlerler. Birinci konuşmaya maruz kalan Valentine dinleyerek yanlış bir şey yaptığını düşünüp ikinci telefon görüşmesinde kulaklarını kapatır ancak üçüncüsünde merakına yenilerek konuşmayı dinleyecektir. İlk görüşmede karşı dairede yaşayan evli adamın erkek sevgilisiyle yaptığı konuşmaya tanık olur. Hızla adamın evine gider, niyeti telefonlarının dinlendiğini söylemektir. O esnada adamın karısının sofrayı hazırladığını, yemeğe başlamak için kocasının telefon görüşmesinin bitmesini beklediğini ve adamın kızının da paralel telefondan babasını dinlediğini görür. Karısı adamın başka bir erkekle aşk yaşadığını muhtemelen bilmemektedir. Adam kızının olayları bildiğinden habersizdir ve tüm aile karşı komşuları tarafından telefonlarının dinlendiğinden bihaberdir. Valentine, ne yapacağını bilemeyerek evi terk eder. Yan evdeki adamın telefonla konuştuğunu camdan gösterir Kern. Onu dinleyemediğini, çünkü adamın Japonya’dan getirdiği dinlenemez bir telefonla konuştuğunu söyler ve Cenevre’deki uyuşturucu trafiğini yönettiğini tahmin ettiğini sözlerine ekler. Valentine ve Kern bu adamı telefonla ararlar. Valentine adama “sizi öldürmek lazım” der. Adam korkuyla evine girer. Kern ve Valentine, oyun oynayan iki çocuk gibi heyecanlı ve neşelidirler bu sahnede. Bir sonraki telefon görüşmesi yaşlı bir kadın ve kızı arasındadır. Kadın kızına yiyecek ekmeğinin kalmadığını söyler, kızı katı bir şekilde onun için alışveriş yapmayı reddeder. Kern, Valentine’e “Ne yapacaksın şimdi, onun için alışveriş mi yapacaksın?” diye sorar. Genç kadının ne kadar üzgün olduğunu görünce ekler “Yaşlı kadının hiç bir eksiği yok, tek eksiği kızı. Tüm bunları kızını yanına getirebilmek için abartarak söylüyor.”
Telefon görüşmelerine tanıklık ettikleri komşuları kadar kendileri hakkında da konuşurlar. Valentine kardeşinden söz eder. Onun babası sandığı kişinin aslında babası olmadığını 15 yaşında iken öğrendiğinden ve şimdi yani 16 yaşındayken uyuşturucu kullandığından. “Annen kardeşinin uyuşturucu kullanması ile ilgili gazete haberlerini gördü mü?” diye sorar Kern, “Annem görse de inanmaz ki” diye yanıt verir Valentine. Bazen bazı gerçeklere karşı gözlerimizi kapatmak isteriz. Kern ve Valentine’in, bir düzeyde yakınlaşmış oldukları bu karşılaşma da gergin biter. Valentine, öfkeyle Kern’ün dinlemeyi bırakması gerektiğini söyler ve evden ayrılır.
Sonraki görüşmeleri Valentine’in gazetede Kern’ün yargılandığını görmesi sonucunda olur. Onu ihbar edenin kendisi olmadığını söylemek için gittiği evde, adamın kendi kendini ele verdiğini öğrenir. “Tüm hayatım boyunca yazdığım dolma kalemin mürekkebi bitmişti. Kurşun kalemi aldım ve komşulara aynı zamanda polise mektup yazdım.”Bu itiraf onu rahatlatmış gibidir, Valentine’in karşısında daha neşeli ve konuşkan bir adam görürüz. Yıllardır özel bir gün için sakladığı armut likörünü açarak Valentine’e ikram eder. Kurşun kalemle yazılan yani hatalarını silip düzeltebildiği yeni bir dönem başlamıştır hayatında.
Diğerini merak eden ve gözleyen bir diğer göz de Valentine’in yan dairesinde oturan adamdır. Kern’ün gönderdiği veteriner parasını Valentine evde olmadığı için postacı bu komşuya teslim etmiştir. Adam parayı Valentine’e verirken öyle sorular sorar o kadar yargılayıcı konuşur ki onun takibinin iyi niyetli olmadığı kanısına varırız. Daha sonra kadının kapısının anahtar deliğine sakız yapıştırıldığında çıkar aynı adam ortaya. Birdenbire elinde beliren cımbızla çözer sorunu. Tacizkar ve yargılayıcıdır. İzleme, gözleme, dinlemenin çeşitli biçimlerini görürüz film boyunca. Rahatsız edici olanlar, hiç fark yaratmayanlar… Kieslowski komşularını gözetleyen iki adam ve onların aynı kadınla kurduğu ilişkilerdeki kökten farklılığı karşılaştırırken bir kez daha ve ısrarla her olayın kendi dinamikleri ile değerlendirilmesi gerektiğini söylemektedir.
İnsanların birbirlerinden sır saklamalarına, birbirlerini üzmelerine, hatalarına dair konuşurken Kern “İnsanlar kötü değildir, bazen çok güçsüz olabiliyorlar sadece” der. İşte bu söz tam da Kieslowski’nin ağzından çıkmış gibidir. Şimdi Kieslowski’ye kulak verelim:
“Kişisel olarak ben, pek rağbet görmeyen bir görüşe sahibim. İnsanların doğuştan iyi olduklarına inanıyorum. İyi olmak herkesin doğasında var. Ancak sonra şu soru ortaya çıkıyor: Herkes iyiyse kötülük nereden geliyor? Buna verecek mantıklı ve akılcıl bir cevabım yok, ama genel olarak konuşursak, insanlar bir noktada, artık iyi olanı ortaya çıkaracak bir durumda olmadıklarını anlıyorlar ve ben kötülüğün bu gerçekten doğduğunu düşünüyorum. Kötülük bir tür hayal kırıklığından doğuyor. İnsanların bunu bilinçli veya bilinç dışı yapmaları tamamen konu dışı. Neden iyi olanı yapmadıkları konusunda fikir yürütmekse imkansız. Binlerce farklı sebebi olmalı. (…) Benim hayata karşı edindiğim, bu bozguna uğramış, karamsar ve acı tavrım da her zaman iyi olan niyetlerimin boşa çıkmasından kaynaklanıyor. Her zaman karamsar bir eğilimim olmuştur. Babam da böyleydi, hiç görmediğim ve hatırlamadığım büyükbabam da şüphesiz böyleydi ve büyükbüyükbabam da. Babam çok ciddi bir hastalığa yakalanmıştı. Ailesine bakamıyordu, karamsarlığı ve duyarsızlığı haklı temellere dayanıyordu. Ben bu sebeplerin, hastalığının ve bütün başına gelenlerin onun karamsarlığını teyit ettiğini düşünüyorum. Bana da böyle olmuştur, başımdan pek çok iyi şey geçmiş olmasına rağmen. Bundan şikayet etmem- etmiyorum da. Tam tersine.” (Stok, 2010)
Kieslowski kendisini karamsar olarak tanımlasa da insan iyiliğine yaptığı vurgu ve üçlemeyi bitirdiği Kırmızı filminde gösterdiği sevgi, şefkat duyguları ile kardeşleşmek yoluyla gelecek onarım olanağını sunması umuda işaret ediyor. Kieslowski’nin insanın iyiliğine dair bakışını yansıtan en mühim sahnelerden birinin her üç filmde de tekrarlanan ihtiyar birinin geri dönüşüm kutusuna tek bir şişe atma gayretinde gizli olduğunu düşünüyorum. Avrupa’nın üç ayrı kentinde güçlükle yürüyen ihtiyar insanların ölmelerine ramak kalmışken dünyayı kirletmemek için çabalamaları tam da insandaki umuda dairdir. Mavi ve Beyaz filmlerinde karakterlerimiz ihtiyara yardım etmezse de Kırmızı da Valentine’in yardımı iyiliğin ve elseverliğin bencillik karşısında kazanacağına dair bir gösterge olarak sunulur. “Benim de ait olduğum nesil, her ne kadar 1989’da güç kazanmış da olsa, bir daha başını doğrultamadı. Yine de biraz gücü ve umudu kalmış görüntüsünü vermek istiyordu ama ben bizim neslin umuduna bir daha asla inanmadım” (Stok, 2010) dese de Kieslowski sinema hayatının finalini hayli umut yüklü göndermelerle bitirmiştir. Sözü ile eylemi arasındaki bu fark bize sonraki kuşaklardan umudunu kesmediğini gösterir.

Onarıma dair

Valentine’in karşısındaki binada oturan hukuk öğrencisi August’un, meteoroloji telefon hattında çalışan sevgilisi Kern’ün komşusudur. Ve elbette Kern, telefon dinlemeleri nedeniyle aralarındaki ilişkiye dair bilgi sahibidir. August, Kern’ün gençliğine yaşadıkları dolayısıyla çok benzemektedir. Kern’ün çok gençken sevdiği kadın tarafından aldatılması ve sonrasında aldatan eski sevgilisinin bir kazada ölmesi benzeri olaylar August’un hayatında da yaşanacaktır.
Valentine’in İngiltere’de yaşayan sevgilisi Michel, kadının sevgi ve aşk dolu, şefkatli, güvenli halinden uzak şüpheci, güvensiz ve kıskanç biridir. Valentine, köpeği eve aldığında “kurtul ondan” der, “beni seviyor musun?” sorusuna “öyle sanıyorum” diye yanıt verir. Valentine “Tek istediğim huzur, huzurlu bir hayat istiyorum” dediğinde “Benimle olmayacak” diye yanıtlar onu Michel.
Kern, yaşadığı olaylardan sonra bir daha hiç kimseyle birlikte olmamıştır. August’un Valentine ile birlikte olmasını ister, onların karşılaşmaları için Valentine’in yaşamına ufak müdahalelerde bulunur. Bir gün Valentine’e “Senin 50 yaşında ve mutlu olduğunu hayal ettim” der. “Yıllardır böyle güzel bir şey hayal etmemiştim.” Bu sözle yıllardır hayal kurmamış birinin yalnızlığı çöker birden üzerimize. August’un kaderini değiştirmeye çalışırken adeta kendini onarmaktadır Kern. Kendi acı deneyimini hasetli olmayan iyicil biçimde bir başkası için kullanmaktadır.
“En sevdiğim seyirciler filmin onlar hakkında olduğunu ya da onlara bir şeyler ifade ettiğini, onlar için bir şeyler değiştirdiğini söyleyenler. (…) (Aşk Üzerine Kısa Bir Filmden sonra) çocuğun biri mektup yazıp bunun onun hayatı olduğunu iddia etti. Nereye varacağını bilemediğiniz bir şey yaptığınızda bu, bir başkasının kaderiyle çakıştığı zaman çok mutlu olursunuz. (…) Bunlar en iyi seyirciler. Belki onlardan çok yok ama az da olsa varlar.” (Stok, 2010) der Kieslowski. Burada da August’un yaşamı Kern’ünkinin tekrar edilmesi gibidir. Aslında insanlar birbirlerine benzer şeyler yaşarlar ve iyi sanat eserleri de tekrarlarla onarımı sağlar, görünmeyeni görünür, konuşulmayanı konuşulabilir kılar.

Özgürlük ve eşitlik bahsinde kardeşliğin önemi

Kieslowski’nin ana temalarından biri yaşamın doğal eşitsizliklerinden doğan adaletsizlikler ve kısıtlanmalardır bir bakıma. İnsan özgürlüğünün sınırları yani… Mutlak bir eşitliğin yokluğunun kabulü. Eksiklikle yaşamak. Eksik parçanın bir başkasında olduğunu bilmek ama ulaşamamak. Doyuma ulaşamayacak olan arzuyu kabul ve hüzün. Kern, kendi eksik yaşamını tamamlamanın yolunu August’un ve Valentine’in hayatını tamamlama çabasında bulur biraz da. Hasetli olmayan, umutlu, iyicil bir yoldur onunki.
Kieslowski’nin zor bir çocukluk ve ilk gençlik öyküsü var. Savaş, yoksulluk ve hastalıklarla dolu. Ailesinin yoksulluğu nedeniyle gittiği yatılı okullar, vereme yatkın ciğerler, veremli, çalışamaz durumda bir baba… Tanık oldukları da hep yoksulluk öyküleri… Yaşadığı dönem Polonya’sında büyük zorluklar vardır ama maddi koşullar açısından büyük eşitsizlikler yoktur. Biraz da bu nedenle insanların özgürlük ve eşitlik olanaklarına odaklanmıştı. Kırmızı filmi, Dekaloglar sonrasında Üçleme için doğru ve yanlışın tanımlanmasını değerler hiyerarşisi üzerinden tartışmak ve öncelikler belirlemek konusunu tartışan şiirsel bir bitiriş olur. Dişi, güzel, iyi, şefkatli ve Kırmızı… Eşitlik ve Özgürlük için aklınızın yettiğince uğraşabilirsiniz. Akıl rehberliğinde ilerleyebilirsiniz, sorumluluk alabilirsiniz. Ancak sevgi ve kardeşlik olmaksızın iyileşmeniz, onarılmanız ve gerçekten özgür olmanız mümkün olmayacak.
Son yıllarda “kardeşlik” tanımlaması Fransız Devrimi dönemindeki anlamından çok şey yitirdi belki de. “Kardeş olmak zorunda mıyız?” “Birbirimizi sevmek zorunda değiliz ama hak temelli ilişki kurmak zorundayız” gibi söylemler yaygınlaştı. Daha serin, daha mesafeli bakışlar tarafından yaratılan tanımlı, hukuklu, tüzüklü ilişkiler sardı dünyayı. İşte Kieslowski sineması bu bakışa karşı geliştirdiği düşünceyi Kırmızı filminde en özlü haline kavuşturuyor. Aklınızla her türlü hakkı hukuki bir zeminde tanımlayabilirsiniz ama sevgi ve şefkat olmadan, kardeşlik duyguları gelişmeden umudu üretmeyi başaramayacaksınız. Her türlü profesyonelce ve soğuk karar vericilik siyaseten de psikolojik, psikiyatrik olarak da sinemasal sanatsal alandan da üretilse hatalara, insanların birbirinden uzaklaşmasına yol açar. Özgürlüğü anlattığı Mavi filminde tüm sorumluluklarından ve ilişkilerinden özgürleşen bir kadını izleriz, eşitliği anlatan Beyaz filminde bir tahterevallide gibidir sevgililer. Eşitlik arayışları, altta kalan olmama çabaları, ilişkiyi eşitleme gayretleri ikisinin hayatını da zorlaştıran, perişan eden bir hal alır. Şefkat eksiktir hayatlarından, sabır ve sevgi de… Oysa Kırmızı’da Valentine’den yayılan kardeşçe iyilik, güzellik ve şefkat, insanlığın özgür ve eşit geleceği için ihtiyaç duyulan ana malzemedir. Bu nedenle Kırmızı filminin sonunda karakterlerimizin büyük bir badirenin ardından hayatta kaldıklarını görürüz. Her birinden haber alırız hem de iyi haberler. Yargıç ancak Valentine ve August’un yan yana feribot kazasından kurtulduklarını gördüğünde bir damla gözyaşı döker. Mutluluk, umut ve acı vardır o gözyaşında. Üç film, üç tema gizlidir bakışında… Bir de veda…
Bu bahiste köpek Rita’nın temsiliyetinin de önemli olduğunu düşünüyorum. Valentine ve Kern’ün ilişkileri Rita için karşılıklı sorumluluk almaları ile gelişir. Rita’nın hamile olduğunu Valentine’den öğrenir Kern. Köpeğin hamileliği yeni başlangıçların habercisidir. Filmin sonunda köpek doğum yapar. Valentine ve Kern’ün yavru köpeklerin başucunda sevgiyle onları izledikleri sahne Mavi filminin karakteri Julie’nin yavrulayan fareye soğuk, mesafeli ve kurtulmak isteyen biçimde baktığı sahneyle karşılaştırılabilir. Mavi’de farelerle başa çıkmak için onları öldürmesi üzere eve kedi bırakan kadının yerini hayvanların sevgiyle bakımını üstlenen insanlar almıştır. Hayvanları öldürerek özgürleşmek isteyenlerin yerine tüm canlılarla kardeşleşen insanlar…
Valentine’in annesi ya da kardeşi filmde görülmez. Köpeği veterinere götürdüğünde, veteriner yardımcısını “Marc” diye çağırdığı an Valentine’in duygusal olarak yoğunlaşması ve dikkat kesilmesi, adı Marc olan kardeşi için endişelendiği günlerde onun adının telaffuz edilmesinin dahi yoğun duygular yarattığını gösterir. Valentine’in Marc’la ilişkisi, kardeşliğin önemini anımsatır bize. Kardeşinizle bile koşullarınız eşit olamaz, kardeşiniz hatalar yapabilir, anneniz bunları görmezden gelebilir, görecek güçte olamayabilir, siz onlarla görüşmüyor olabilirsiniz ancak onlar sizin her zaman yüreğinizdedir.

Şans ve tesadüf

Kieslowski şans ve tesadüflerin rolünü, bir insan davranışının ya da bir olayın nedenlerinin çok sayıda olabileceği ve insan kontrolünün sınırlarını anlatabilmek için vurgular. Geleceğin örülmesinde şansa ve tesadüflere ilişkin payın boyutunu kestiremediğimiz ama bir yandan da kontrol etmek istediğimiz için birtakım atıflar yaparız. Filmde Valentine’in yaptığı gibi… Valentine, mahalledeki markette her gün şans oyunu oynar, üç kırmızı kiraz yan yana gelince para kazanır ama bir yandan da bunun kötü şans getireceğine inanır. Olumlu ya da olumsuz sonucu yordamanın olanaklarını araştırmak, oyun biçiminde pek çoklarımızın hayatında var olabilir. Bu çabanın daha ağır halleri belirsizlikten üreyen kaygıya dayanamayarak tekrarlayan rahatsız edici düşüncelerini engellemek için tekrarlayan davranışlar sergilemek olabilir. İnsan hayatındaki kritik bir anın dahi pek çok faktör tarafından belirlendiği dolayısıyla indirgemeci bir neden-sonuç ilişkisi kurulamayacağı anlatılmak isteniyor Kieslowski filmlerinde. Ama asıl anlatılmak istenen ya da vurgulanan diyelim insanları yapıp ettikleri yüzünden yargılamanın ve doğrunun yanlışın ne olduğu hakkında bir karara varmanın tam da bu nedenle çok zor olduğu.
Doğayı belirlemek ve/veya kontrol etmek konusundaki iddiası kibir düzeyine yükselen insanı da eleştirir filmlerinde… Dekalogların birincisinde meteorolojik tahminlere ve ağırlık hesaplarına dayanarak buz tutan göle çıkılabileceğini iddia eden babanın taahhüdü nedeniyle buzda yürümeye çalışan oğlunun ölmesine benzer bir durumdur Kern’ün meteoroloji tahminlerine ve kaza istatistiklerine bakarak feribotun güvenli bir araç olduğunu söylemesi. Ve feribot batar. Bu defa dekalog 1’deki çocuğun ölümünden farklı olarak üçlemedeki ana karakterlerin tümü kurtulur. Dekalog 1’deki baba hesaplamalarına fiziki bir bileşeni katmayı unutmuştur Kern ise deneyimlerini… Geçmişte âşık olduğu kadın kendisini aldattıktan ve iki sevgili ayrıldıktan sonra bir kazada ölür. Ve onun Kern’ü aldatırken birlikte olduğu adam daha sonra sanık sandalyesinde yargıcın karşısına çıkar. Yargılandığı suç, yapımından sorumlu olduğu geminin batmasıdır. Bizler de her gün bindiğimiz taşıtlara ilişkin çoğu zaman bilince çıkarmadığımız endişeler taşırız. Onun filmleri bu endişeleri karşımıza çıkarır kimi zaman.
Her zaman kötü olaylara sebep olmuyor tesadüfler. August, kitaplarını düşürdüğünde açılan sayfadan soru çıkıyor sınavda ve mezun oluyor örneğin. Benzer bir olay Kern’ün başına da gelmiş. Bir kitap yere düştüğünde soru gelecek sayfanın açılması ilginçtir ama eğer kişi olaya anlam yükleyip o sayfayı okumazsa bir anlamı olmayacaktır. August ve Kern o sayfaya çalışırlar. Kern için o dönem sevindirici bir olay olan sınavlarını vermek ve mezun olmak sonrasında bakıldığında bir hayal kırıklığıdır. Yargıçlık işinden mutlu olmamıştır.
Tesadüflere ya da şansa dair hayatın sunduklarını tartışırken filmlerinde mistik anlamlar yüklemiyor yönetmen. Bilinçdışına yerleşen olasılıkların, bilince varmakta zorluk çeken belirleyicilerin, davranışlarımızın sonucu nasıl değiştirdiğini anlatıyor bize. Örneğin August ve sevgilisinin telefonunu dinlerken Valentine de onların bowlinge gideceklerini duyar ve sonra da bu bilgiyi unuttuğunu düşünür. Daha sonra tesadüf gibi görünen biçimde aynı gün bowling salonuna gider. Karşılaşma olmaz ama tesadüfün böylesi bilinçdışı kayıtlarla ilgili değilse nasıl açıklanabilir.

Van der Budenmajer

Dekaloglar’da ve Üçleme’de aynı bestecinin adı geçiyor: Van der Budenmajer. Siz de benim gibi filmlerin müziklere bayılıp “Hemen Van der Budenmajer dinlemeliyim” diye düşünebilirsiniz. Van der Budenmajer’e ilişkin soruları Kieslowski yanıtlasın.
“Üç filmin hepsinde de Van der Budenmajer’in adı geçiyor. Ayrıca onu Veronique ve Dekalog’da kullanmıştık. O, 19. Yüzyılın sonunda yaşamış en sevdiğimiz Hollandalı besteci. Öyle biri yok. Biz onu uzun bir süre önce yarattık. Van der Budenmajer gerçekte Preisner’ın kendisi tabii ki. (…)Van der Budenmajer’in doğum ve ölüm tarihleri bile var. Bütün eserleri kataloglanmıştır ve kayıtlarda katalog numaraları belirtilmiştir.” (Stok, 2010)

Son filmin hüznü ve Kieslowski’ye veda

Kırmızı’yı da çektikten sonra artık sabrının tükendiğini ve çok yorulduğunu söyleyerek emekliliğe çekilir Kieslowski. Fransa’da ve İsviçre’de de film çekmiş olmasına rağmen “İngilizcem kötü, bir türlü Fransızca öğrenmedim ve bir dünya vatandaşı da olamadım ben kesin biçimde Polonyalıyım” diyordu. Emekliliğinde Polonya’ya dönmek hakkında şöyle söylemişti. “Aslında oraya (Polonya) döndüm bile. Nahoş olabilir ama benim mekânım orası. Eğer bir şey size aitse, size ait olmayan şeylerden daha fazla onun hakkında eleştirel düşünmeye hakkınız vardır. Kendi eşiniz hakkında arkadaşınızın eşine nazaran daha eleştirel olabilirsiniz. Sevdiğimiz insanlardan daha fazlasını talep ederiz ve bekleriz; mekânlar söz konusu olduğunda da bu böyledir. Benim açımdan İngiltere canı nasıl isterse öyle olabilir ama Polonya’nın farklı olmasını isterim. Hiçbir zaman benim istediğim gibi olmaz, ama bunu beklemeye hakkım vardır. Berbattır ama benimdir! Başka bir yerde de yaşayamazdım hem. Paris’i seviyorum, orada bir kaç yıl yaşadım, ama ebediyen orada kalamazdım.” (Andrew, 2016)
Kieslowski’nin söylediklerini Kırmızı filmindeki Michel’in Polonya seyahati öyküsünü Beyaz filminin karakteri Karol’un yaşadıkları ile karşılaştırarak açabiliriz. Michel, Valentine’le yaptığı gergin telefon görüşmelerinden birinde iş için kısa süreli gittiği Polonya’da her şeyini çaldırdığını söyler. Neyse ki İsviçre Konsolosluğu ona destek olup İngiltere’ye dönmesine yardımcı olmuştur. Beyaz filminde Karol karakteri de Fransa’da her şeyini yitirir. Çaresizce ortalıkta kalır. Ona yardım eden tarakla çaldığı Polonya ezgisini tanıyan Polonyalı bir adamdır. Bavulunun içinde ülkesine dönmesine yardım eder. Bir bavulun içinde… O bavuldan çıkıp bir çöplükte haydutlarla karşılaşan adam “Oh vatanım” der etrafına bakıp. Bu iki karakterin başka bir ülkede her şeylerini yitirdikten sonra yaşadıkları deneyimlerin farklılığı Polonya ve İsviçre vatandaşları arasındaki eşitsizlikleri de düşündürür bize.
Kieslowski’nin balık tutarak geçirmeyi planladığı sinemasız yaşam kısa sürer. 1996 yılında aramızdan ayrılır Tarkovski’nin ölümü için söyledikleri belki kendisi için de geçerlidir. “Belki daha fazla yaşayamadığı için öldü. İnsanlar zaten genelde bu yüzden ölür. Kanserden ya da kalp krizinden veya araba kazasından öldükleri söylenebilir ama gerçek insanlar, yaşamaya devam edemedikleri için ölürler.” (Stok, 2010)
KAYNAKÇA
Stok D. (2010) Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor (Çev. Aslı Kutay Yoviç). İstanbul, Agora Kitaplığı.
Andrew G. (2016) Üç Renk Üçlemesi (Çev. Merve Erol). İstanbul, AlfaYayınları.
Estes C. (2010) Kurtlarla Koşan Kadınlar (Çev. Hakan Atalay). İstanbul, Ayrıntı Yayınları.

11 Kasım 2017 Cumartesi

HAVADA   

Epeydir havacılık sektöründe çalışanlara Psikolojik Travma eğitimi veriyorum. Uçak korkusu üzerine de konuşuyorum. Şimdi anlatacağım şeyi söylemek için bir girizgah yapmak zorundayım. Kimi insanlar uçağa binmekle ilgili korkularıyla baş etmekte zorlanıyor. Kimileri daha kolay baş ediyor. Uçaktan korkmayan, başka şeyden korkuyor, başka yerde çok cesur davranan uçaktan korkabiliyor. Kişiden kişiye değişir ama insana dairdir. Uçakta uçus süreci boyunca yaşanan ilişki değişik bir eşitlik hissi yaratıyor ve özellikle korkusu büyük insanlar için diğer yolcular belki de kader ortağı gibi görülebiliyor. Ve normalde karşılaşmayacağımız insanlarla karşılaşıyoruz, üstelik bazen sohbet de ediyoruz tuhaf tuhaf. Neden tuhaf anlatacağım. 
Bugün yanıma oturan adamın uçaktan çok korktuğunu anlamam uzun sürmedi. Çünkü kalkış başlamadan dua etmeye, sağa sola, öne arkaya üflemeye başladı. Sağında da ben vardım. Normalde belki bir şey söylerim ama belli çok korkuyor, kocaman adam... Bir iki baktım susmaya karar verdim. Kalktık, yükseliyoruz. Bulutlar harika görünüyor, biraz izliyorum sonra uyuyacağım. “Afedersiniz” diyor. “Efendim” diyorum. Bakıyorum yüzüne doğru ve bakar bakmaz anlıyorum endişesini gidermek için benimle konuşacak bir konu bulacak. “Elinizdeki yüzük eğer hatıra değilse fazla takmamınızı öneririm.” “Anlamadım, ne diyorsunuz?” Elimdeki Athena çizimli yüzükten söz ettiğini anlıyorum. Sonra tabii konuşmaya başlıyor. Benim yüzüğüm insanları korkuturmuş. Neden böyle düşündüğüne dair yoruma gerek yok sanırım. Sonra kendisinin dünyayı dolaşmış bir ilahiyatçı olduğunu söylüyor, bilindik tanındık bir hoca imiş. Psikologum ben de diyorum. En iyi psikologların din adamları olduğundan söz ediyor bana... "Ama işte çoğu din alimi işini yanlış yapıyor" diyor. Kuran’dan alıntılar vs. Beni dinlemeden konuşuyor da konuşuyor. Ben de susturmuyorum hem değişik geliyor anlattıkları hem de susarsa çok korkacağını bildiğimden “neyse diyorum konuşsun bakalım.” Yoksullarla yaptığı görüşmelerden söz ediyor ve şiddet yüzünden evinden uzaklaştırılan adamların bazılarının haline çok üzüldüğünü anlatıyor. Tabii ki buralarda susumuyorum o da “hımm evet haklısınız, zaten dinde de böyle” gibi laflar ediyor. İlginç olan uçak indikten sonraki tavrı... Uçaktaki o muhtaç, bir kadına eşiti gibi davranan hatta sığınan tavırlar sergileyen, korkmuş adam gitmiş yerine yukarıdan bakan, uzaklaşan, suçlayan bir adam gelmiş. Sanki bir maddenin etkisinden kurtulmuş. Tahammül edemiyoruz birbirimize ve hızla uzaklaşıyoruz.
Başka bir seferde uçaktan çok korkan bir uzman çavuş oturmuştu yanıma. Benim korkmadığımı görünce ve kendisinin çok korktuğunun belli olduğunu anlayınca korkusuna dair açıklamalar yapmaya başlamıştı. İşini yaparken korkmadığından söz etmiş ardından hayatına dair ilginç detaylar anlatmıştı. İnsani duygular falan... Sonra uçak yere inince o da uyanmıştı uykudan... Sorguda gibi uzak soğuk bir ifadeyle sorular sormaya başlamıştı “Adınız neydi, niye gelmiştiniz buraya?" ... 
Kendi korkularından utanan adamlar, korkunca insanca bir şeyler çıkıyor içlerinden, korku geçince daha da sertleşiyorlar. Uçak ve uçmak değişik bir deneyim. Neyse sonuç olarak ders niyetine ve tabii önce kendime; mümkünse günah çıkarılan bir papaz gibi kaygı giderici misyon üstlenmeyiniz. Bırakın korksunlar, korktukça anlasınlar...

1 Kasım 2017 Çarşamba

Haftasonu Diyarbakır'daydım. Gitmediyseniz gidin, görmediyseniz görün. Muazzam bir şehir, kültür, tarih... Hem bir kadın olarak kendinizi en rahat hissedeceğiniz yerlerden biri bu kent, hem görebileceğiniz en gergin mekanlardan biri, hem zamanın dışında gibi... Çok eski ve çok yeni... Anlatması öyle zor ki... Deniyorum, deneyeceğim bundan sonrasında da... 
Çok coşkulu bir kent, çok umutlu bir kent, çok çaresiz hissettiren bir kent, çok acılı bir kent... Hem güldüm gülümsedim fotoğraflardaki gibi... Hem içime akıttım gözyaşlarımı... Zordu bazen. Şimdi Ankara'dayım. Ama biraz da oradayım ve olmaya devam edeceğim.
Malabadi Köprüsünün öyküsünü yazmak istiyorum. O öykünün peşine gitmiştim Diyarbakır'a. Başka pek çok öyküyle karşılaştım. Hasuni mağaralarını gördüm (ne yazık ki sadece uzaktan)... Neredeyse insanlık kadar eskiler... Tüm bu kavgalardan eski öylece bize bir gerçeği haykırıyorlar. Bir zamanlar diyorlar insan varolabilmek ve yaşamını sürdürebilmek için neler yaptı neler... Birbirini öldürmek nedir diyorlar, insan öldürmek nedir? Malabadi'yi de gördüm. On gözlü Köprü'yü de... Belki fotoğraflara bir bakmak ve Diyarbakır ziyareti planlamak istersiniz.
Arkadaşlarım görebileceğiniz en iyi ev sahipleriydi Hepsine çok teşekkür ediyorum. Ne güzel insanlarsınız.
Şimdi sizlerle bir masal paylaşacağım. Olay şöyle gelişti. Geçen İdil'in tamirci hayallerini paylaşmıştım ya Hatice canım hasta yatağından mesaj yazdı "meğer İdil ormanda yaşayan yeşil gözlüklü tamirci bir sincapmış" diye... Ben de "aa hadi bunu masal yapalım" dedim. Sonra İdil, o ve ben konuşmaya ve masalı yazmaya başladık. Aşağıdaki masal böyle oluştu. Kurgu tamamen İdil'in... İsimler de öyle... Buyrunuz.  
KORKUTUCU DEV ORMANI
İDİL BANU İDRİS PUFİ MİNTİ TİPİTİP VE HATİCE (burayı yani yazanların isimlerini İdil bizzat yazdı klavyede)
İdil yeşil gözlüklü minik bir sincaptı. Ormanın tamircisiydi. Kimin ihtiyacı olsa yardımına koşardı. Kuşların yuvalarını yapmalarına yardım eder, kirpilerin okları yaralandığında onarır, kertenkelelere saklanacak küçük taşlar toplayacak taş mıktatısları yapadı. Her günü yeni icatlarla, tamir işleriyle geçiyordu. Ormanda ne çok iş olabileceğini tahmin dahi edemezsiniz.
İdil arkadaşı Pufi ile birlikte Neşe Palamudu ağacında yaşıyordu. Pufi’nin odası ağacın en alt katında yere düşen yaprakların yakınında, İdil’inki ise ağacın üst katlarındaki dallar arasındaydı. Komşuları Papağan Tipitip, Koşuşturan adlı çınar ağacında, diğer komşu Muhabbet Kuşu Minti ise kocaman bir salkım söğüt olan Saçaklı adlı ağaçta yaşıyordu. Neşe Palamudu, Koşuşturan ve Saçaklı da çocukluklarından beri arkadaştı, aynı gün dikilmişlerdi.
O ormanda ağaçları ezen, onlara zarar veren bir dev yaşıyordu. Bizimkiler devi yenmek istiyorlardı. Ama devin karşısında küçücüklerdi. Neşe Palamudunu, Koşuşturan’ı ve Saçaklı’yı onlarla beraber tüm ağaçları nasıl koruyabiliriz diye düşünmek ve konuşmak için bir toplantı düzenlediler. Ormandaki küçük hayvanları çağırdılar. Özgür kedi Mırmır ve Baykuş Bubo geldiler. Büyük hayvanlardan Bozayı Popi de destek olmak istediğini söyleyerek katıldı.
Heyecanla konuştular, konuştular, konuşmaktan yorulunca bir sessizlik oldu. O sırada iyice düşünen İdil;
-Buldum, dedi.
-Devden büyük bir robot yapalım.
-Peki ama nasıl? Dedi diğer hayvanlar.
Planını anlattı İdil. Hayvanlar onun istediklerini topladı ormandan. Robotun kanatları için çok büyük yapraklar aldılar, o yaprakları birbirine reçine ile yapıştırdılar. Bambulardan gövde yaptılar seri hareket etsin diye... Sincap İdil yaptıkları robotun içine girdi. Balkabağından kafanın içindeki koltuğuna yerleşti. Robotun gözleri cevizden, kulakları dev orman mantarlarından, dudakları böğürtlenlerdendi. Sincap İdil robotun içine dallardan bir mekanizma yapmıştı ve böylece robotu hareket ettiriyordu. Elleriyle ayaklarıyla her bir uzvu ayrı ayrı hareket ettirirken bazen kuyruğunu ağzından çıkarıp korkutucu bir dile dönüştürüyordu.
Robot gidip devi buldu. Robotu gören dev korkudan ağlamaya başladı. Bu tam da İdil’in düşündüğü gibiydi. Minti ve Tipitip ellerindeki şişeyi götürüp devin gözyaşlarını topladılar. O gözyaşları aynı zamanda bir iksirdi. Devin başından aşağı döktüler, dev artık iyi biri olmuştu. Ayı ona büyük bir bedene sahip olduğu halde ağaçlara zarar vermeden nasıl yaşayabileceğini öğretti, diğer hayvanlarsa arkadaşlığı...
Şimdi orman artık neşeliydi, korkulardan uzak...

 Katman Katman Anadolu  

Kapadokya'dayiz. Nevsehir'de. Mübadeleden onceki adıyla Sinasos sonraki adıyla Mustafapaşa olan kasabada. Halki Selanik'ten gelmişler 2 kuşak önce. Burada yaşayanlarsa oraya gitmiş. Çok hüzünlü bence bu eski taş evlere bakmak. Özel mülkiyet meselesi derdim değil de ağacı kuşu taşı gönülsüzce terk etmek çok zor iş. Sonra birilerinin gönlünün kaldığı evlerde yaşamak caddelerde gezmek de zor iş. "70lerde bile öldürmüş Yunanlılar bizimkileri buralarda" gibi birazcik tarih bilen hic kimsenin inanmayacagi öyküler anlatılıyor. Bunları duyunca iyice kalbim sıkışıyor. Mübadele büyük yara. Dilerim bir daha asla olmasın.
Diğer yandan bunca güneş içindeki bir yerde mağaraların içinde saklanarak yaşamak üzerine de düşünüyor insan. Romadan kaçıp buralarda saklanan köleler, ipek yolu durağı olarak konaklayan kervanlar... Sonra ilk Hiristiyanlar... Onların inancıyla şimdiki arasındaki ilişki... Sahi var mı bir bağ ve süreklilik... Ya kopuslarin gücü... Burada evler, yuvalar, kimlikler kopanlar ve kopuşlar üzerinden şekillenmiş tıpkı mağaralar gibi... Tıpkı Anadolu gibi...
Bir harabe taş evin üstüne bir ucube pirket gecekondu
yapılmış. Böyle çok sayıda yapı var. Bana Anadolu insanının kendi travmatik geçmişi ile ilişkisini anımsattı. Umursamadan yok sayarak yıkıntıların üzerine yenisini yapmak ve alttaki yüzünden üstteki yıkılacak gibi olduğu her defasında yamalarla, oraya buraya taş eklemeyle sorun çözmeye çalışmak. En alttaki yıkık dökük yapı çok eski çok yıpranmış ama muazzam bir özenle yapılmış çok güçlü bir temel sunmuş en yukarıdaki ise yalapsap üstünkörü ve dayanıksız ama işte hiç kıymetini bilmediği eski yapı sayesinde ayakta.
Kim bilir belki bir gün bu evleri gerçekten restore etmeyi daha gelişkin olgun ve selim bir tarih bilinci geliştirmeyi öğrenir acılarımızı görmeyi yasimizi tutmayı başarırız. Suçlarımızı da gucsuzluklerimizi de kabul ederek. Umarım ama zor olduğunu da bilirim.
Şimdi uzandığım yerden taş tavana bakarken daha önce burada yaşayanları düşünmeden edemiyorum. Ve başka birileri benim düşünmeden edemediklerimi düşünerek edemiyor. Kimilerinin geçmişten iz bırakmak istemediğini ve eğer üzerinden para kazanmıyor olsa çoktan çamaşır suyuyla bir lekeyi siler gibi izlerini temizleyecegini çok iyi biliyorum. Onlara rağmen fışkıran tarihiyle beraber katman katman Anadoluyu onun kendini her şeye rağmen koruyan gücünü seviyorum. 061017

11 Ekim 2017 Çarşamba

SÖZ ZOR   


Birazdan saat yine 10.04 olacak. 
Taş bir avludan aniden güvercinler havalanacak.
Onlarin ardından bakakalacağım.
Damlaların sesi geçen zaman 
2 yaşında o gün doğan çocuklar
Veysel hep çocuk Dicle hep genç kalacak.
Bizim bir yanımız hep ihtiyar
Ve gözümüzden akan bir damla yaş hep kandan ve o andan
Beri ömür testisine dolan
Söz zor ama tek gelecek olanağı
Ve biterken bitirirken
Selam olsun kendisinden ötesini görene gözetene


10.10.2017

9 Ekim 2017 Pazartesi

Anti-Christ   

     Anti-Christ gibi sembollerin yoğun kullanıldığı eserlerin handikapı, izleyici, okuyucu tarafından anlaşılabilmesi için genellikle aşırı basitleştirilmesi, semboldeki çoğulluğun yorumcu tarafından yok edilmesidir. Örneğin “ilk sahnede çocuk camdan düşerken yağan kar spermi sembolize eder”demek (o kadar çok rastladım ki bu yoruma), anlamı böylece indirgemek, rüyada görülen nesnelerin ne anlama geldiğini anlatan rüya sözlüğü kitaplarının yaptığını yapmaya benzer. Kar ve beyazlık ölüm soğuğunu, ölmekte olan kanı çekilmiş bir bedeni ya da saflığı, temizliği, yeniyi çağrıştırabilir. Yahut karla işaret edilen kış, yeniden doğmak için ölen doğayı temsil edebilir. Binlerce başka söz de üretilebilir buradan. Sembol okumak için ruhsallığınızdaki kadını, doğurganlığı harekete geçirmeniz tıpkı hamur mayalar gibi sembolü mayalamanız ve ruhsallığınızın bereketinden faydalanmanız gerekir. Sunulan sembol görende bir karşılık oluşturup, duyguları harekete geçirirken, bir yorumda anlamın sabitlenmesi anlatının sonlandırılması ve bu anlamda öldürülmesi anlamına gelir.

     Masalın, mitin, rüyanın çağrışımları ile uğraşmak,günümüz erkek dünyasında,kadınca ve gereksiz bir iş olarak görülür. Filmde kadın meşe palamutlarının düşüşünü ölen tüm şeylerin ağlamasına benzettiğini söylediğinde adam “doğru ama bu anlattığın bir çocuk masalı olsaydı” diye küçümser onu... Kadının ruhsallığına geçit vermeyen bir erkekliğin kadını da kendini de getirdiği halin öyküsüdür Anti-Christ.

     Filmdeki terapist, bilişsel davranışçı metodu tek yöntem kılar. Psikiyatriyi ve psikanalizi dışlar. Ve çuvallar. Felsefi olarak kaba materyalizmin sembol okuyamaması, sembol kodlarıyla çalışan bilinçışını anlayamaması beklendik olandır. Aynı görüşün kutsalı akıl olduğu için de anlayamadığını yok sayar. Kendi soyutlama becerisini geliştirmekten de “dişi” olanı anlamaktan da uzaklaşır. İşte bu gaflettir. Bir tarihsel, kültürel anı dondurarak evrensel gerçekmiş gibi kavramak, bedeli ağır bir gaflettir.

Anti-Psikiyatri Dosyasına Neden Anti-Christ Filmini Seçtim?

     Trier yıkıcı bir yönetmen. Annelik, aşk, erkeklik, kadınlık, yeni çağın dini olarak da nitelenen psikoterapi Anti-Christ filminin hedef tahtasında yer alanlardan… Ama psikiyatri ile bir karşıtlık ilişkisi kurmaz aslında bu filmde. Hatta anti-psikiyatri değillemesi yaratır bir anlamda. Psikiyatrinin yöntemlerini reddeden terapistin yanılgılarını bize göstererek “kadın psikiyatri kliniğinde kalsa daha iyiydi” dememize yol açar.  Böylelikle anti-psikiyatriye yakın bir bakışın uygulamasını gözümüzün önünde çürütür.

     Ama Trier’in anti-psikiyatri ile bu biçimde mesafelenmesi onun bu görüşle düşünsel akrabalığını ortadan kaldırmıyor. Anti-psikiyatri akımı psikiyatriye karşı güçlü bir karşı çıkış gerçekleştirerek onu yıkmayı hedefledi. Ancak psikiyatri karşıtının eleştirilerinden de güç alarak, kendini geliştirdi ve varlığını korudu.Zamanla anti-psikiyatri akımıpsikiyatri içindeeridi. İşte Trier’in akrabalığı da burada gizli. Trier anti’lerin yönetmeni. Yıkıcılığın sinemasını yapıyor. Kutsala ve kutsamaya karşı... Ama onun yıkımı kutsalla sınırlı değil. Tutarsızlıkları, ikiyüzlülükleri, riyayı çarpıcı biçimde anlatıyor. Adeta zihinsel bir balyoz üretiyor film karelerinden. Ama tüm bu derdi anlatırken yeniden yapmaktan ve umuttan o kadar uzağa düşüyor ki, karşıtlık yaparken karşıtına yakınlaşan, hatta ona sığınan bir sona ulaşıyor genellikle.

     Daha yönetmenlik hayatına başlarken “ben kaybedenleri anlatmak istiyorum” diyen Trier, zamanla aslında sadece yıkımı ve yok oluşu anlatmaya doğru ilerliyor.İnsanlığın sıkışmışlığını ve varoluşsal sorunlarını kurcalarken işi öyle boyutlara vardırıyor ki Anti-Christ’in ardından çektiği Melancholia’da insanlığı yok ediyor.

     Tüm bunlara rağmen ya da tüm bunlarla birlikte Trier önemli bir yönetmendir. İnsana dair dimağımızı, merakımızı diri tutan düşünceler, düşler içerir onun filmleri ve soruları… Trier filmlerini bir esrime ile çekiyor bundan kuşkumuz yok. Bu esrimeye seyirciyi de dahil ediyor başarıyla... Anti-Christ seyri esnasında içimizdeki ormanda dolaştığımızı hissediyoruz örneğin. Sakince duran bitkileri izlerken ansızın kıpırdayan eğrelti otlarını görüp ürperiyoruz, tedirginlikle harekete yaklaşıp hemen otların dibinden bize doğrulan tilkinin gözlerine bakıyoruz, vahşice kendi etini yedikten sonra Trier’in sesiyle “Kaos hüküm sürecek” dediğini duyuyoruz. Tüm bunlar adeta gerçekten ve o anda oluyor. Sembol yüklü bir anlatının içine izleyiciyi de dahil etmeyi öykünün dehşetini yaşatmayı başarıyor. Ancak uyanmaya tahammül edebilmekle, rüya dışına da bakabilmekle ve burada sorumluluk almakla ilgili sorunları olduğu da açık...

     Peki ya umut? Onun demediğini ben diyeyim. Neden kaybettiğimizi anladığımızda, kötülüğe bu kadar yakından hatta içeriden baktığımızda güçlenecektir belki de. Trier’in filmlerine bakmak biraz içimizdeki kötülüğe, umutsuzluğa ve yıkıma bakmak çünkü… Varsa buna gücümüzfilme dönebiliriz.

Çocuğun, Çocukluğun, Umudun Ölümü

     Film Handel'in Lascia ch'io pianga adlı harika aryasının tınıları eşliğinde biraz yavaşlatılmış siyah-beyaz sevişme görüntüleri ile başlıyor. Daha ilk sahneden bir adam ve kadının cinsel birleşme anını, diğer odada yatan 4 yaşlarındaki çocuğun uyanmasını, yatağından kalkmasını, anne ve babasına sevişirken bakmasınısonra camı açıp aşağı atlamasını izliyoruz. Seyirci için tamamı şaşırtıcı, rahatsız edici sahnelereşliğinde sert bir giriş yapıyoruz filme...

     Çocuğun ölümü, kaybın çok boyutlu, yasın derin olduğu bir yaşantıdır kuşkusuz. Evladın kaybı, anne-baba rolünün kaybı, bir diğerini koruyabileceğine olan inancın kaybı, geleceğe ilişkin duygusal yatırımın kaybı, hayallerin kaybı... Çocuğunu kaybetmek her zaman yoğun suçluluk duyguları ile boğuşmayı beraberinde getirirken ölümün filmdeki gibi gerçekleşmesi baş etmeyi çok daha zorlu kılar.
Filmde çocuk camdan düştüğünde seyircininkaygıları ayaklanır ve film boyunca da bir türlü sakinleşmesine izin vermez yönetmen. İzleyici yoğun endişelerleolayın sorumlusunu aramaya başlar. Yönetmen ihmalden kimin sorumlu olduğunun yanıtını arayan seyirciye gösterdikleriyle filmin girişindeki kışkırtıcılığını sürdürür.

     Çocuk camdan düştüğü anda kadın ve adam sevişiyorken adamın yüzü kadına, sırtı cama dönüktür. Yani adam tüm ikircimli hallere sırtını, hazza yüzünü dönerken kadın gözlerini açsa, sevişmeye konsantre olmasa çocuğu görebilecektir. Kadın hazzının cezalandırılması, tüm kadınlara dayatılan ya anne ya kadın olmak ikileminin bir görüntüsü gibidir yaşananlar... Daha öykünün başında haz ile görev,kadınlık ile annelik arasında sıkışır kadın. Ve film ilerledikçe ilk sahnede yaşananların nedenlerini sadece bir kaç karede değil binlerce yıl öncesinde ararken buluruz kendimizi...

     Filmin giriş sahnesinde kadının çocuğun uyandığını anlamadığı ve anlayamayacağı görüntüsü varken, son sahnelerden birinde, sevişirken gözünü açtığı çocuğun uyandığını ve cama doğru ilerlediğini gördüğünü anımsar kadın. Acaba hangisi doğrudur? Bize ilk sahnede gösterilen mi? Kadının anımsadığı mı? İki seçeneğin de doğru olduğu düşünülebilir. Belki kadın, çocuğun uyandığını duymadı görmedi ama sonradan olayın anısı hasar gördü. Suçluluk duyguları nedeniyle gerçekte olanı çarpıtır ve farklı anımsar oldu. Böylesi çok mümkün olurdu çünkü çocuğunu kaybeden bir annenin bilinci ve olaya ilişkin belleği zaman içinde bulanıklaşabilir, anı bozulabilir. Ya da sevişirken çocuğun uyandığını gördü ama ölebileceğini öngöremedi ve hazzına ara vermek istemedi. Film bu noktada bize şunu söylüyor; Gerçek, sözünü ettiğimiz olasılıklardan ikiside olabilir ve bazen gerçekleri bilemeyiz. Bazen kişilerin içsel gerçekliğinin baskın hale gelişi dış gerçekliği kavramamızı da olanaksız kılar. Yönetmen bizi bu rahatsızlıkla ve yarattığı huzursuzlukla başbaşa bırakır.

     Filmin devamında anne ve babanın yas süreçlerine tanıklık ediyoruz. Kadın ve erkeğin ölümle baş etme biçimlerine... Adamın cenazede döktüğü gözyaşlarını tabutun arkasındaki halini görmesek onun da çocuğunu kaybettiğini ve yas içinde olduğunu düşünmemize neden olacak bir gösterge bulamayacağız. Kadınsa cenaze sonrasında küntleşmiş, taşlaşmış bir ifadeyle görülür, zamanla acısı derinleşir. Yası çocuğunun ölümünden önce yaşadığı ruhsal sorunlarla birleşerek içinden çıkılmaz bir hal alır.

Psikiyatriye Karşı Psikoterapi “Kibir en sevdiğim günahtır” der Şeytan...

     Cenazeden sonra bir ay boyunca psikiyatri kliniğinde yatar kadın. Kocası terapisttir ve karısı için en iyisini bildiğine karar vererek tedavisini üstlenmek üzere onu evlerine götürür. Kadının “ölmek istiyorum” diye ağladığını, çok acı çektiğini, kendisine zarar verdiğini görürüz. Adam ilaç kullanmasını engeller, bildiği terapi tekniklerini kadına uygulamaya başlar.

     Adam, psikoterapinin de psikiyatrinin de ürettiği bir bilgiye bu bilgiden gelişen bir etik ilkeye (yakınlarını tedavi etmeye kalkışmamalısın) karşı çıkarak terapi sürecini başlatır. Kadın, “psikiyatrist beni tedavi etmenin doğru olmadığını söylüyor” dediğinde adam “teorik olarak doğru” yanıtını verir. İşte kibir bu yanıtta gizlidir. “Teorik olarak doğru, başkaları yapamaz ama ben yaparım çünkü çok akıllıyım ve mesleğimde harikayım” demektedir.Böylece başlayan ihlaller devam eder gider. Seanslar hiç önerilmeyecek biçimde genellikle yatakta gerçekleşir örneğin. Adam karısıyla sevişmemeye çalışır bunu başaramadığında cinsel birleşmeden kaçınır ama genellikle koyduğu kurallara uyamaz.

     Adamın karısını tedavi etme girişimindeki aşırı iddiacılığın ve kibirin ne denli içi boş olduğunu,“Seni benden iyi kimse tanıyamaz” dediği kadını aslında hiç tanımadığını zamanla anlarız. Bu kadar az tanıma ve çabayla bu kadar büyük cüret tam olarak erkekliğin olumsuzluğudur ve film aynı zamanda bu halin de eleştirisi gibidir. Bu erkek kibrini, terapist kibri olarak da görebiliriz kuşkusuz.

     Adam, karısının hissettiklerini, yaşadıklarını dinlemeden onun öznelliğini yok sayarak duruma müdahale ediyor. Peki bunu nasıl yapıyor? Eşinin davranışlarını kafasındaki yas şablonuna yerleştirmeye çalışıyor örneğin. Ya da onun kendisine bir sevgiliden çok bir terapist olarak ihtiyaç duyabileceğine kendi kendine karar veriyor bir çırpıda... Kontrolü eline alıveriyor, kadının kontrol ihtiyacını ise görmezden geliyor.

Ortaçağda Kadın Kıyımları Üzerine ve Anti-Christ Filminde Kadın Cinayeti...

     Adamın kadının yaşadıklarından bihaber olduğunu anlamamızı sağlayan diyaloglardan birinde kadın, tezini bitirmediğini, çalışmasıyla ilgili zorlandığını bu konuyla ilgili tedirginliği olduğunu söyler. Adam şaşırır çünkü bu durumla ilgili bilgisi yoktur. Çünkü erkek, kendiyle ve çalışma hayatıyla meşgulken kadın hem teziyle hem de çocuğunun bakımı ile ilgilenir. Kadının “bizi yalnız bıraktın” dediğini duyarız. Kırgın ve öfkeli biçimde ifade ettiği düşüncesine adamın verdiği yanıt, ölçülü bir terapist ilgisiyle “bu duruma örnek verebilir misin?” olur.

     Kadının çalışma konusu Ortaçağ’daki kadın katliamları... Adam karısıyla ilişkisinde bile kendi ruhsallığını dışarıda tutup duygularını alabildiğine yalıtırken kadının çalıştığı konuyla duygusal olarak mesafelenememesi, tersine ruhsal olarak dağılması, çalışması sırasında dışarıdakinin içeriye nüfuzuna izin verişleri ve sınırlarının geçirgenliği ile ilgili bilgi veriyor bize... Kadının sınırları dışarıdan gelen  duygu ve düşünceyialabildiğine sızdırırken, adam gereğinden fazla katı duvarlara sahip. Adamın yaptığı işle ilgili olarak fazlasıyla yabancılaştığını, o çok sözünü ettiği duyguları tanımaktan yani insandan uzaklaştığı görülürken kadın da iç-dış ayrımının dahi bozulduğunu görüyoruz.

     Adamın kullandığı teknikte hastanın en büyük korkuları ile karşılaşmasının iyi olacağı belirtildiği için kadının korktuğunu söylediği yere yani Eden adını verdikleri ormana ve onun içindeki ahşap kulübeye giderler. Orman, insanlığın ortak bilinçdışına dairdir kuşkusuz. Kadın ormandan korkarken, kendinden, bilinçdışından bilince doğru gelenden korkar aynı zamanda... Ama adam apaçık hale gelene kadar kadının korkularının kaynağındaki tehdidi göremez. Ormanda da bilinçdışında olduğu gibi sezdiğimiz ama göremediğimiz pek çok olay gelişir.

     Kadın korkularını yendikçe yüzüne canlılık gelir, bedensel hareketliliği artar. Ormanda rahat dolaşabilir olduğunda kendini de daha rahat ifade etmeye başlar. Adam, kadının psikotik süreçleri ifade eden cümlelerini duyduğunda, eşlik eden davranışlarını gördüğünde karısı hakkında düşünmeye ve araştırmaya başlar. Fotoğraflara tekrar bakınca çocuğunun ayakkabılarının ters giydirildiğinigörür. Kadının defterindeki el yazısının değiştiğini ve bozulduğunu da... Gördüğü her şeye rağmen eve dönmeyi, hastaneye gitmeyi akıl edemez. Orada kalmaya, yaptıklarını yapmaya hatta kadınla sevişmeye devam eder. Kadınının terapisti, kocası, aklı herşeyi olmak konusundaki iddiasınısürdürür. Yani kadını istismar etmeyi sürdürür. Hem kocası olarak hem de terapisti olarak...

     Kadın kocası ve de terapisti tarafından daha fazla görüldükçe terk edilme endişesi artar. Bu kaygıyla atak geçirdiği bir anda kocasına saldırır. Yine sevişme anıdır. Önce penisine sertçe vurarak sakatlar ama hemen ardından hala boşalıp boşalamadığını işlevini yerine getirip getiremediğini kontrol eder. Adamdan kan gelir. Tıpkı ayakkabılarını ters giydirerek çocuğunun ayaklarını sakatladığı gibi kocasının bacağını da taş tekerlekten bir alete bağlar. Böylelikle terk edilmeyecektir. Derdi, fazla güçlü görünen adamı güçten düşürmektir, öldürmek değil. Belki de yaşadıklarını ona anlatmanın yoludur bu saldırı.

     Burada adamın temsil ettikleri filmde bir yandan bahsi geçen Ortaçağ kadın katliamlarına da bir gönderme gibidir. Sanki kadın, Ortaçağ’da cadılıkla suçlananlardan biridir de işkencecisini, bir rahibi ele geçirmiştir. Filmdeki örnekte kadının erkeğe uyguladığı işkenceden söz edebileceğimiz gibi hastanın terapistine saldırısını da görebiliriz. İnsanı anladığı üstelik değiştirebileceği iddiasındaki psikoloji kadının karşısında çökmüştür.

     Adam yaralı yatarken, kadın, masturbasyon yapmaya başlar ve filmin bakılması en zor sahnelerinden biri gerçekleşir. Kadın masturbasyonun sonunda makasla klitorisini keserek suçluluğunun kaynağı olan hazzı yok eder. Ama önce suçluluğun içindeki hazzı yaşayarak...

     Adam önce kaçar, kadının deliliğinden... Tilki yuvasına saklanır. Yuvadaki karga ile mücadelesi sırasında kadın adamı bulur. Bir yuvada güvende olmak, sığınmak erkek için mümkün olmaz. Doğa onu saklamaz. Tilki yuvasında yarı gömülü yaralı karga... Tilki öldü sandığı kargayı sonra yemek için saklamıştı belki de... Adam yuvada ölü gibi duran kargayı fark edince rahat duramaz, kurcalar ve kargayla savaşı başlar. Karga can havliyle saldırır adama... Tıpkı vahşi kadın arketipinin kadınların içinde durduğu gibi durur karga o inde... Yaralanmış, saklanmış, gömülmüş ama ölmemiş. İçimizdeki cadı... Burada hem vahşi kadını hem cadı kadını olumlu anlamda kullanıyorum. Trier gibi korkutucu bulmuyorum onları.

      Adam kadına saldırmaya başlıyor o yuvadan çıkarıldıktan sonra... Filmin bundan sonrası tarihsel olarak erkeğin gerçeğinin anlatılmasıdır.Kendi canına kast edene kadar kadının yaşamasına izin verir. Sahte bir şefkat ve bakımla eşitmiş gibi görünen ama aslında kesinlikle yukarıdan (daha akıllıyım, daha bilgiliyim, en iyiyi hak edenim, belirleyenim saikleriyle) bir ilişki kurarak “yaşatırken”kadını... Çocuğunun başına gelenleri bilmesine rağmen, kadının ne kadar hasta olduğunu anlamasına rağmen onunla ormanda kalmayı, gündelik hayatını sürdürmeye çalışırken kendi canına kast ettiği anda tüm alarm sistemlerini çalıştırır adam. Etrafına başka bir gözle bakmaya başlar, hayatta kalmak için iyice canlanır. Kendi uzantısı olduğu sürece acımayla yaşaması için çabaladığı kadın, birdenbire ölümcül bir düşmana dönüşür onun için...

      Filmin daha başlarında “Ben de ölmek istiyorum” diyen kadına “Bunun olmasına asla izin vermeyeceğim” diyecek kadar kendisini güçlü hisseden adam, filmin sonunda kadını kendisi öldürür. Tedavi sırasında sürekli gevşeme egzersizleri yaptıran, nefes çalışmaları yürüten,  kadının boğulma hissini gidermeye çalışan adam, kadını boğarak öldürür. Bunu yaparken gözlerini onun yüzünden ayırmaz. Bu da yetmez nefretinin soğumasına. Soğuk, mesafeli erkek ve terapist hali arkasında gizli öfke, nefret ayaklanmıştır bir kez ateşini harlamadan duramaz. Kadının cenazesini yakar.

     Ortaçağ’daki kadın katliamlarına ilişkin zihni bulandığı bir anda kadınları suçlayıcı konuşmalar yapan karısına verdiği yanıtı anımsarız adamın; “Bunu nasıl söylersin sadece kadın olduğu için öldürülen binlerce kişi varken. Senin tersini savunman gerekiyor.” Adam, tam olarak ikiyüzlü olduğunun net biçimde görünür olduğu olaylar yaşar bir Trier karakterine yakışır şekilde. Kadın ölür evet ama adam canını kurtarmış olsa da tüm iddialarını tüketmiştir, yaralıdır.

      Peki kadın neden delirdi? Filmde doğasından koparılmış, kadınlığına yabancılaşmış bir kadınlık hali anlatılıyor.Vahşi kadın arketipini harekete geçirecek biçimde doğada olmak, Ortaçağda kadın katliamlarını çalışmak ve bir çocukla koca ormanda yapayalnız olmak karşısında yeterince donanıma sahip değil. Tüm bunlar için yeterince olgunlaşmamış ve yalnız başına olgunlaşamaz.

      Kadının ya da adamın durumunu tanılarla tartışmak yeterli de değil gerekli de... Kadına borderline demek psikotik atağının biçiminden söz etmek başka bir zeminin konusu... Adamın narsistik varoluşundan da... Filmi bunlarla tartışmak sanatın sinemanın estetiğinden kaçmak, olanı psikolojize etmek anlamına gelir. Tam da film de eleştirildiği gibi. Tam da filmdeki adamın yaptığı gibi...

     Kadınla adamın seviştiği ağacın kökleri dibinde yatan kadınlar, filmin sonunda dağın tepesine doğru yürüyen kadınlar yalnız değiller. Ortaçağ’da kadınlar, erkek otoritesine örgütlü biçimde karşı çıktıkları yani yalnız olmadıkları için öldürüldüler. Ama çağımızın kadını genellikle yalnız. Kadın kadından uzak kalsın istiyor erkek iktidarlar. Kadın erkeğin sözüyle, bilimiyle, bakışıyla anlaşılmaya çalışılıyor. Adamın kadına söylediği ''Beni anlamak zorunda değilsin. Güvenmen yeterli.'' sözü onun manipülasyonlarının ana gövdesini oluşturuyor örneğin. “Beni takip et” diyor kadına. “Söylediğimi yap, anlamasan da ikna olmasan da”... Dolayısıyla burada söz üreten, bilim yapan öznenin biyolojik cinsiyetinden söz edilmiyor yalnızca. Zihninde egemen olan düşüncenin hangi sınıfın, hangi cinsiyetin tarihsel çıkarlarına hizmet ettiğini düşünmekten bahsediyor. Kapitalizm insanlığın sosyal doğasına ve tüm tarihsel birikimine aykırı biçimde tek ebeveynlerin çocuk yetiştirmesini olağanlaştırdığında kadını daha da yalnızlaştırmış oldu. Kaç bin yıldır tüm olanaklarından mahrum ettiği kadını fiilen sosyal yaşamdan da çekipbir de çocuğu sorumluluğunu verdi.  İşte bu durum sınıflı toplumların en büyük iki yüzlülüklerinden biridir. Kadını delirten erkeği sahteleştiren haldir. Trier bu gerçeği kurcalar filmlerinde Anti-Christ’ten sonra çektiği Melancholia’da bir kadın ve bir çocuk öylece izlerler dünyanın yok oluşunu... Yani Anti-christ’te kadını ve çocuğu öldüren yönetmen, tam da anlattığı meseleler yüzünden dünyanın ve insanlığın da sonunun gelmekte olduğu kehanetinde bulunur bir sonraki adımında...

     Ortaçağ’da kadın konusunda filmin söyledikleri de önemli bir yandan... “Tilki, karga ve ceylan belirince gökyüzünde biri ölmeli” diyor kadın... Eski yazıtlarda kadınların gökyüzü olaylarını incelediğini bu bilginin kadından kadına kuşaklarca aktarıldığını görüyoruz. Hatta Almanya’da bir engizisyon mahkemesinde cadılıkla suçlanan kadınların dolu yağdırarak ekinlere zarar verdiğinden söz ediliyor. Yani anlıyoruz ki Ortaçağ’da Hıristiyanlık gelişirken kadındaki bilgiden çok korkuyor. Kadının boyun eğmesi dinin ve feodalitenin gelişmesi ve yayılması için elzem. Binlerce kadın işkenceyle öldürülüyor. Biat etmeyi reddettikleri için... Tarihin gördüğü en büyük kıyımlardan biri bu yaşanan... Bir cinsi bunca büyük katliamlara uğratan erkek, kadına verdiği hasar ölçüsünde hasar alıyor. Ruhsallığındaki kadın, içindeki anne, sevgilisi, aşk yara alıyor. Belki bir daha iyileşmesini çok zorlayacak denli sakatlanıyor insanlık...

     Kadının ve aşkın özgür olduğu Dyonisos şölenlerine atıflar yapılıyor filmde, pagan ayinlerine de... Ama yeni dinlerin gelişmesi için hem bu inanışların hem de onlara sahip çıkan kadının yok edilmesi kendi ihtiyaçlarına uygun, kadının hem doğasına hem çıkarına aykırı yeni bir kadının yaratılması lazım. İşte yok edilemeyen cadılar, itaat etmiş gibi görünen ama içindeki vahşi kadın arketipini koruyan kadınlar bugün hala direniyorlar. Trier’e karşı bile... Tıpkı tilki yuvasındaki karga gibi... Öldüğünü düşündüğünüz anda dahi ikiyüzlülüğün, riyanın yerini işaret ediyor bir karga çığlığıyla, belleğiyle, gücü ve aklıyla...

     Filmde kadın orgazmı gösteriliyor defalarca. Tüm sınıflı toplumlar boyunca bunca nesneleştirilen kadının özneleştiği bu anları görmek, doğasına döndüğüne tanıklık etmek erkekler için şaşırtıcı olmalı... Kendinde olma, kendisi için olma halini içten içe tehdit algılaması olağan. Film bu açıdan da izleyenleri kışkırtırken erkek ve kadın arasında süren gerilimli hava sevişme sahnelerinin erotik ya da pornografik görünmesini de olanaksız kılıyor. Belki de başka hiç bir filmde rastlayamayacağınız kadar anlamlandırılması zor bir görsellik sunuyor.

     “Bu filmde anlatılanlar, paganizm-Hiristiyanlık çatışmasıdır velhasıl Batı kültürü öğeleridir. Biz de ‘doğa şeytanın evi’ değildir. Hiçbir zaman cadı avı da yaşanmadı zaten” diyenlere de birşeyler söylemek isterim bitirmeden. Kadın sünneti hala Müslüman coğrafyalarda uygulanıyor. Yaşadığımız ülkede kadın cinayetlerinin kadın katliamı boyutunda olduğunu hepimiz biliyoruz. Doğu’da milyonlarca kadın bir nevi hapis hayatı yaşıyor, ruhları cenderede... Velhasıl cadı avına da kadının insanın vahşi doğası ile kurduğu ilişkiye de Doğu’dan bakıldığında da tablo çok aydınlık görünmüyor.

      Trier’in bu filmde benim okuduğum sözü şöyle; “Kadını bu kadar yok etmiş bir insanlık ancak algısı çarpık, bastonla yürüyen, geçmişi cinayetlerle dolu bir modernizm yaratabilir. Geldiğimiz noktada başka bir çıkış bulamazsak birbirimizi öldüreceğiz.” Oysa başka bir yol açıldı çoktan ve genişletiliyor bir yandan... Kadınlar, Anti-christ de anlatılanlardan başka, daha umut dolu öyküler yaratıyor her gün... Erkek tarafından ruhen ya da bedenen öldürülmenin kaderleri olmadığını haykırıyor milyonlarcası. Bir araya gelen kadınlar, ormanda yollarını erkeklerin rehberliği olmaksızın arıyor, buluyor. Yanyana gelen kadınlar içlerindeki vahşi kadını, “cadı”yı yeniden güçlendirmek için birbirilerine rehberlik ediyor. İnsanlığın geleceği için açılan umut yolu da bu yürüyüşten besleniyor. 

İnsandan İnsana Kurulan Bağ Kurtaracak Kadınları


“Eğreti Yaşamlar” yazı dizisinde anlatılan hikayeler yalnızca İstanbul Pendik’teki Esenyalı Mahallesinde yaşayan kadınların değil, büyük kentlerin kıyısında “eğreti” duran mahallelerde yaşayan yoksul kadınların ve sanki sadece kadınların sorumluluğunda gibi görülen çocukların ortak öyküsü ne yazık ki... 
Nuran’ın ve Sinem’in, bir anne-kızın dışlanma, aşağılanma, yoksulluk, taciz ve tecavüzlerle geçen hayat hikayelerini okuduk ilkin. Sonra mahallenin eczası Ayşegül’e, terzi Hatice’ye kulak verdik. Ardından Sağlık Ocağındaki doktorun gözlemlerini ve son olarak Esenyalı Kadın Dayanışma Derneğinden Adile ve Yasemin’i okuduk. 

Peki ne gördük? 
1) Devlet yasalarla taahhüt ettiği görevleri yoksul kadınlar için yerine getirmiyor! Kadınların yaşadığı zorlukların yaşamları boyu katlanarak devam etmesinin önemli bir nedeni genel olarak sağlık ve eğitim sisteminin yoksulların ihtiyacını karşılamaktan uzak olması. Kadınların yoksulların da yoksulu olduğunu biliyoruz. Esenyalı’da yaşayan kadınların, sağlık personelinin, oradaki emekçi kadınların anlatılarından görüyoruz ki kadınların ya da çocukların şiddet görmesi durumunda koruyucu mekanizmalar devreye girmiyor. Devletin ilgili bakanlıklarının yürüttüğü zaten yetersiz olan şiddet önleyici çalışmalarsa tümüyle ortadan kalkmış. Doğum kontrol yöntemlerine, şiddete karşı kadınların güçlendirilmesine, ebeveyn eğitimine dair devletin yerine getirdiği cılız işlevlerin de son yıllarda neredeyse tümüyle tükenmesiyle birlikte kadınların içine düşürüldüğü cehalet ve yoksulluk onları erkeklerin insafına terk ediyor. Erkeklerin egemen olduğu bir dünyanın vicdanına terk edilen kadınların durumunun ne olabileceğini ise haberleri izleyen ve neredeyse her gün rastladığımız kadın cinayetlerinden haberdar olan herkes biliyor. Hal böyle olunca da gerçek bir çürümenin, yozlaşmanın, ruhsal zorlanma ve dağılmanın yaşanmasına ve bulunduğu yerden etrafına yayılmasına tanıklık ediyoruz. 

2) Kadınların ruh sağlığı bunca tehdit altındayken çocukların sağlıklı olması beklenemez Nuran’ın hayatı önce aile içi cinsel istismar sonra çocuk yaşta evlilik ardından kocasından gördüğü şiddet, çok sayıda evlilik,tecavüz ve diğer şiddet türlerinin sürmesi, yoksulluğun hiç değişmemesi, çoğunu terk etmek zorunda kaldığı pek çok çocuk doğurma gibi zorlu yaşantılarla devam etmiş. Şu anda da bir kısmı yaşadığı travmalardan kaynaklı çok sayıda fiziksel yıkım var bedeninde. Ruh sağlığının yerinde olmasını zaten bekleyemezdik belli ki iyi değil, “insan gibi olabilmek” için sürdürdüğü mücadeleler bir türlü sonuç vermemiş, “iyi birine benziyor” diye takip ettiği erkeklerin hemen tamamından zarar görmüş. Şimdi çocuklarının yaşamı farklı olsun diye çabalıyor ama bu kadar tükenmişken çocuklarını güçlendirmesi ne kadar mümkün? 
Esenyalı’da uzun süredir çalışan aile hekiminden öğreniyoruz çocukların durumunu. 
Anlatılanlardan kadınların çocuklarıyla evde ne yapacağını bilmediğini, çocukların gidebileceği kreşlerin olmadığını görüyoruz. Çocukların beslenme, güvenlik, sağlık, barınma gibi en temel ihtiyaçlarının dahi karşılanamadığı koşullarda ruh sağlığı hizmetinin öncelikli görülemeyeceğini biliyoruz. Bu nedenle öncelikle mahalledeki beslenme sorunlarının çözülmesi gerektiği ortada. Ardından evlerde gerçekleştirilecek sağlık taramaları, önleyici hizmetler ve eğitimler. Hemen devamında da ruh sağlığı taraması ve destek gerçekleşmeli. Elbette tüm bunların mücadele edilmeksizin gerçekleşmeyeceği de ortada. Neredeyse tüm dünyada sosyal devletin yok edildiği bir dönemde devlet, kendiliğinden yoksulların mahallelerine sunduğu hizmeti artırmayacak. Tersine azaltacak. O nedenle bir psikolog olarak da oradaki çocukların ruh sağlığı hizmetine kavuşmalarının önemli olduğunu ancak öncelikle beslenme ve fiziksel sağlık sorunlarının acil biçimde çözülmesi gerektiğini düşünüyorum. 

3) Kadınların gündelik yaşamı hayatta kalmak üzerine bir uğraşa dönüşüyor Yazı dizisinden yoksulluk ve işsizlik arttıkça birleşen ailelerin, küçük evlerde kalabalık biçimde yaşayanların sayısının artıtığını öğreniyoruz. Kadınların daha çok eve hapsedildiğini ve dini programların izlenme oranın, ailenin, kadının kapalılığının oransal olarak arttığını da... Sağlıkçıların özellikle vurguladığı bir başka nokta bu tablodan beklenebilecek bir sonuç aynı zamanda. Ensestin, taciz ve tecavüzün yani cinsel şiddetin yaygınlığı. Küçük yaştaki gebeliklerin sayısında yaşanan artış. 
Kadınların cinsel bilgilerinin yetersizliği bir başka önemli nokta. Kadınların önemli bir bölümünün cinselliğin erkekler için yaşandığını düşünmesi, doğum kontrolünün günah sayılan, yasaklanan bir uygulama olması kadınların hayatını özellikle zorlaştırıyor. 
Sıklıkla cinsel şiddet içeren travmalara maruz kalan kadınların gündelik yaşamı hayatta kalmak üzerine bir uğraşa dönüşüyor. Yoksulluk, kötü barınma koşulları, bakmakla yükümlü olduğu kişilerin sayısının çokluğu, şiddetin varlığı gibi unsurlar bir araya geldiğinde kadınların sadece gündelik yaşamını sürdürmesi bile bir başarı olarak algılanabilir. 

4) Kadınları ama’sız, fakat’sız destekleyebilecek bir sosyal destek sistemi yok! Judith Herman “Psikolojik travma bir güçsüzlük acısıdır” diyor. Güçsüz bırakılmanın acısından söz ediyor. Yaşanan travmatik olaylar kişiyi kendi bedenine, yaşamına dair karar almak, uygulamak konusunda güçsüz bırakır. Saldırılar, dayaklar, tacizler, tecavüzler... Değersiz hissettirir ve elbette çaresiz. Bu durumda kadınların payına zorla, zorbalıkla güçten düşürülmek ve yapamadıklarının, karşı koyamayışlarının, engelleyemeyişlerinin acısını yaşamak düşüyor. Özellikle etrafında travmayı yaşayanı destekleyen birileri yoksa tersine insanlar genellikle zorbayı, zalimi haklı görüyorsa o zaman travmanın etkilerinin katmerlendiğini biliyoruz. Esenyalı’daki kadınların anlatılarından şiddete maruz kaldıklarında onları ama’sız fakat’sız destekleyebilecek bir sosyal destek sisteminin var olmadığını görüyoruz. 
Ne kadar kötü birşey yaşamış olursanız olun, diğer insanların ne dediği sizin onarımınızı, yaranızın ne kadar sürede iyileşeceğini belirleyen temel faktörlerden biridir. Tanıklar için, güce sahip olandan yana tavır almak kolay ve konforlu olandır. Şiddeti uygulayanın yani zorbanın beklentisi her açıdan karşılanması kolay olandır. Zalim olan tanıklara “Sen hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam et, görme, duyma…” der. Şiddete maruz kalandan yani bu olay ve ilişkide güçsüz olandan yana tavır almak ise pek çok zorluğu beraberinde getirebilir. Şiddete maruz kalanın beklentileri vardır. Acısının, hüznünün paylaşılmasını, anımsanmasını, özen gösterilmesini ister. Bunu yapmak da bazen gücü elinde bulunduranın öfkesini şiddetini tanığın kendi üzerine de çekmesi anlamına gelebilir. Tam da burada eğer tanıklardan “kurban”ın yanında yer alanlar, sessiz kalarak failin yanında pozisyon alan birilerine “neden susuyorsun” derse, diğeri “ama onlar da…” diye başlayan cümleler kurup eski pozisyonuna hızla dönmeye çalışabilir. Tabii tüm bu ilişkiler dinamiktir. Bugün failin yanında yer alan yarın “kurban”ın yanında pozisyon alabilir. Eğer böyle bir olasılık olmasaydı dünyada iyi şeylerin olma ihtimali hiç kalmamış olurdu. Failden, erkek olandan, silahlı olandan, zengin olandan gücü elinde bulundurarak zorbalık yapandan yana olmak genel akışa, eğitimle alınana, toplumsal olarak onaylanana uygun davranmaktır genellikle. Şiddete maruz kalandan yana pozisyon almaksa bireysel ve/veya örgütlü olarak çabalanarak edilinilen yeni bir politik bilinçle olanaklıdır. 
Yazı disinde anlatılanlardan öğrendiğimize göre kadınların önemli bir bölümü çocuk yaşta evlendirmelerinin yanlış olduğunu, hukuken de suç olduğunu bilmiyor. Yaşadığı tecavüzü, tacizi tanımlayacak bilgiden yoksun. Yaşadığı şiddetin karşılığında nerede, nasıl hak arayacağından da genellikle bihaber. Böyle bir durumda cinsel şiddetin tespiti, cezalandırılması, maruz kalanın sağaltımının gerçekleşmesi olanaksız görülüyor. Sağlık hizmetinin yeniden evlere gidilerek verilmesi, bu konudaki eğitimlerin artırılması, kadınların yaygın biçimde hakları konusunda bilgilendirilmesi ve hak arayabilecek bilinci edindikleri yerden de kadın örgütlerinde örgütlenmesi gerekiyor. 

5) Kurtarıcı adamlar aramak yerine kendi kurtuluşunun öznesi olan kadınlar olmak Kadınların öykülerinde sıklıkla rastlanan ortak özelliklerden biri de yanlış adamlara güvenmek... Büyük çoğunluğu okula gitmemiş, işsiz, örgütsüz kadınların sıkıştıkları her defasında bir adamı kurtarıcı olarak görmesi ve “İyi birine benziyordu, sonra beni sattı”, “İyi birine benziyordu kısa süre sonra dövmeye başladı” diye biten yaşantıların içine düşmesi sıklıkla yaşanan bir gerçeklik. Özellikle televizyon dizilerinde her akşam çok yoksul semtlerden “iyi birine benzeyen” adamlarca “kurtarılan” kadınların hikayelerini izleyen ve içinde yaşadığı cendereden kurtulabilmek için yol göremeyen kadınların böyle başlayan öykülerinin olması yadırganamaz. 
BU TABLODAN NEDEN UMUTSUZLUK ÇIKMAZ?
Erkek şiddetinin olduğu bir evde büyüyen kadınların ilerleyen yıllarda şiddet tehdidini görmekte ve algılamakta zorlandığını biliyoruz. Yani şiddete yakın büyüyen kadınların, şiddet uygulayacağı rahatlıkla görülebilecek bir adam hakkında “Hiç bir koşulda beni incitmez” diye düşünebildiklerini, bakışlarla, bağırarak gerçekleştirilen tehditlerin, yalnızlaştırma hamlelerinin risk olarak algılanamadığını da... Bu nedenle şimdi Esenyalı’da yaşayan kadınların yaşadığı şiddet yalnızca kendileri için değil tüm toplum için yaşamsal bir tehdit oluşturuyor. Ensestin, cinsel şiddetin bunca yaygın olduğu bir sosyal dokuda psikolojik ve ekonomik şiddetin ilişkilerin iliğine işlediğinden emin olabiliriz. Böyle olunca şiddetin toplumsal bir döngüye dönüştüğünü, kendi beden sınırlarını da bir başkasının beden sınırlarını da göremeyen, nereden şiddet geleceğini algılayamayan, kendi saldırganlığını dizginleyemeyen birbirine ve ilişkiye geçtiği insanlara zarar veren bir toplumsal çürümenin yaşanması kaçınılmaz hale gelir. Ki bu çürüme tespitini elbette salt Esenyalı için yapmıyorum. Günümüz dünyasında genel bir gericileşme ve toplumsal çürümenin olduğunu, insani değerlere dair yıkımın arttığını, sevginin alanının daraldığını ve nefretin yoğunlaştığını gözlemliyoruz. Söylediğimin umutsuzluğu çağrıştırdığını biliyorum ama umutsuz değilim. Dünya tarihi böylesi dönemlerle dolu ve böylesi dönemlerin kitlesel hareketlerle tersine çevrilmesiyle... Özellikle kadınların alanın daralmasının da bu ruhsal çöküşün önemli nedenlerinden olduğunu düşünüyorum. Mahallelerde kadınlarla yürütülecek çok yönlü çalışmaların sevgiyi, sağaltımı, iyiliği, şiddetin azalmasını, tecavüzlerin son bulmasını sağlayacağını biliyorum. Esenyalı’da mücadele eden kadınların sesi sağaltımın sesi olarak geliyor kulağa. Onlar iyileşmenin yolunu da gösteriyorlar bir yandan... Ancak travmatik olaylara maruz kalanlarla süreğen biçimde çalışmanın zorlukları da unutulmamalı. Dikkatli, özenli, kendini, kendi ruh sağlığını da koruyan uzun vadeli bir çalışma örgütlenmeli. Birbirini gözeten, yorulduğunda dinlenen, tanık olduklarının üzerinde bıraktığı izleri adım adım sağaltma çabasındaki bir çalışma. Yoksa bunca şiddet ona karşı mücadele edeni de ruhsal olarak fiziksel olarak zihinsel olarak yani her yönden zorlayacaktır.

“Cehennemde mucize ne arar?” diye başlamıştı Sevda Karaca anlatmaya... Doğru cehennemde mucize olmaz. Cehennemdeyseniz şans hep zalimden yanadır, kader onlara güler. Cehennemde tek yol insandan insana kurulan bağdır. O da bir anda olmaz, zamanla, emekle... Umutsa onca acı yaşayan Nuran’ın hâlâ bu röportajı yapması, devlet sesimizi duysun, başka kadınların başına bunlar gelmesin, çocuklarımı kurtarayım demesinde gizli belki de... “İnsan gibi hissetmek” isteyişinde...

2 Ekim 2017 Pazartesi

    
 " Senin adın ne ? "

Viva Zapata filminden bir sahne düştü aklıma... Sahne şöyle; Emiliano Zapata yıllarca mücadele ettikten sonra başkan olur köşesine çekilir. Bir toplantı sırasında eşitsizliklerden, haksızlıklardan şikayet eden bir gence doğru öfkeyle bakarak "adın ne senin" der ve tam gencin adını bir çeşit kara listeye not edecekken yıllar öncesinden bir anı gelir aklına. O da gençken karşısındaki bir muktedirle (vali miydi general mi hatırlamıyorum şimdi) tam olarak aynı durumu yaşamıştır. Sonra o anın farkındalığıyla tekrar dağlara çıkar.
Aklıma geldi aklınıza gelsin istedim. Gençler doğal ki eleştirir beğenmez orta yaşlıları (orta diyeyim bari) daha iyisini yapma iddiası vardır, yani umarım vardır, varsa da iyi ki vardır. Bunu hazmedememek asıl ihtiyarlıktır. Ben kendi adıma eleştiri bir gençten geldiğinde farklı yaşıtımdan geldiğinde farklı düşünüyorum, hissediyorum öyle de yapıyorum ama öyle iktidar iktidar bir kürsüden "adın neydi senin" diye sorulduğunda birisine ister bir gülümsemenin ardına gizlensin öfke ister kötü bakışlarla ifade edilsin rahatsız oluyorum. Yapan adına utanıyorum. Hele "ben senin yaşın kadar (psikologluk yaptım, hocalık yaptım devrimcilik yaptım) diye başlayıp devam eden diyaloglardan şimdi gençliğimde olduğumdan daha çok nefret ediyorum.
Neyse demem o ki yapmayın hem çok çirkin görünüyor, hem öfkeniz de niyetiniz de zaten fark ediliyor hem yaşla, deneyimle, bilgiyle kurulan iktidar da iktidardır nihayetinde. Hiç istemeyeceğiniz insanlara benziyorsunuz o an... 

  Tam da filmdeki tonda "Senin adın neydi?" diye sorsa biri Zapata diye yanıtlayasım geliyor tüm eleştirel gençlerin adına...