22 Aralık 2016 Perşembe

ŞAMAN 

Alışmak yara kabuğudur
Atar damar kesiği durmaz.
Ve alışmanin dindirmedigi kanı
Ateşle dağlamak için
yangını göze alan bir diğeri lazımdır.
Mağaranin duvarlarini maviye boyuyor
Esrik bir kadın şaman
Tekil bir dansla
hep aşkla
İnsan içinin diğerinin gözlerinden kendini sakınmaya başlamasından bu yana bağırıyor
Ey kapı ört kendini
Ort kendini
Ve fakat geçmiyor urpermesi
Mavisi
İnziva
Demiri dağla kanla
Gözlerine sürme'den mühür vur'an
Dokun omzuna tarihin
Sonra dinle
Sonra dayan
Pıhtı olmadan

Pazar  

 Pazar günü Abdi İpekçi Parkından geçtim. Nasıl kalabalıktı dirsek dirseğe yürüyorsun neredeyse... İnsanlar soğuğa bombalara rağmen sokakta. İyi bir şey diyeceğim ama insanın hakkında ne düşüneceğini bilemediği türde bir kalabalık. Her yan isportaci... Devlet kişilerinin kaç boyutlu portreleri her yanda satılıyor. Herkesin ağzından soğuk buharları fışkırıyor. Her zaman fiskiyelerden akan suyla dolan havuz donmus. Donan suyun üzerinde havuzun ortasında iki köpek açılan küçük bir delikten su içmeye çalışıyor. Her an buz kırılabilir içine düşebilirler ama o kalabalıkta kimse onları görmüyor bir tas su dahi vermiyor bir yandan insanlar da cok üşüyor ama diyorum bir yandan eğer o su gibi buz tuttuysa artık memleket insanın yüreğinin en yufka yeri yani kim ne yapsa kar etmez hani..
Bir başka bakış açısından da şöyle diyeyim kalplerimiz soğudukca hepimiz o buzdan zeminin üzerindeyiz.
Ve canım köpekler kimbilir şimdi neredeler? Ve bizim ayağımızın altındaki buz acep kaç santim?

9 Aralık 2016 Cuma

SALINCAK 

Geceleri
Gölgeler birer birer terk ederken gerçeğini
Düş salıncağı yakamozlar üzerinde
Rüzgarın ellerinde
Ve
Ayak parmakları denizde kırpışmakta iken;
Işıklar saklambaçta, rüya çocuktur
Kırmızı karanlıkta da var olur
İnsanı bilmek zorlaşıyor
Her gün yeni biri zorbalaşıyor
Sen ona gecede bak... Ve gölgesi çocuksa biraz daha yakınlaş...
Salıncak yıldızlara kadar gidiyor kaçtır
Ama sonra bitiyor
Başlıyor yer çekimi
El sallıyor bir çocuk
Yine gel diyor
Yine gel
İnsan dediğine oyunsuz katlanılmıyor.

2 Aralık 2016 Cuma

KARANLIKTA UYANANLAR 

Sabahları 8'de uyanıyorum. Kış günü o saat bile karanlık ve soğuk. Çalıştığım ergenlerle günlük planlarını konuşuyorum. Sabah 5'te uyanan var 6'da yola çıkan var. Çok canım sıkılıyor gençlerin haline. Çocuklarınkine içim kararıyor. O saatte kalkan 4 ya da 5 yaşındaki bir çocuğu düşünmek bile istemiyorum.Biliyorum ki İstanbul'da durum çok daha fena. 7'de 7 buçukta ders başlatan okullar var. Eskiden akşam lisesi gece üniversitesi bir şeyler varmış bunlar da gece anaokulu, seher kreşi gibi adlandırılsa ya...
10 yıldan fazladır ergenlerle çalışıyorum. Genç yetişkinlerle çalışırken dinlediğim anılarda da var. Onların servis yalnızlıkları çok acayip bir konu bilemezsiniz. O yorgunlukları, yorgunluktan kaynaklı güçsüzlükleri... Ankara'ya taşınmamın en önemli nedenlerinden biri kızımın uzun servis saatleri geçirmesini istememem ve İstanbul'da bunun olanaklı olmaması...
İşçilerse zaten sabahın köründe kalkmak zorunda. Öyle olunca da çocuklarının o karanlıkta bir yere bırakılması lazım zaten. Şimdi bir de saatleri geri ileri bir şey yapmadık (bu konu hep kafamı karıştırır) iyice karanlık her yer...
Çok sevgili Vedat Türkali'nin senaryosunu yazdığı Karanlıkta Uyananlar filmi hem işçi sınıfının sabahları çok erken uyandığı ve film de onların öyküsünü anlattığı için o adı alır. Hem de daha gün ışımadan ülke, dünya, fabrika, okul, semt her neresiyse mecaz anlamda karanlıktayken bilinçlenip örgütleneni ifade eder.
Neyse demem o ki karanlıkta uyananlara Günaydın göndereyim. Karanlıkta uyanmak her anlamında zordur diyeyim. Hepimizin saatlerini falan bir düzeltsek de makul bir saatte beraber uyansak şeklinde de bitireyim.

23 Kasım 2016 Çarşamba

SESSİZLİKTE BİRİKEN

Sessizlikte birikeni
Nihayet "ey"ledim
Ünlediklerim bakışını çeviremeden
Çığ indi.
Nasılsa öldürmedi
Üşümek ama çok güçsüzleştirir
Ki ancak dona yüz tutan suyla ıslanan bilir
Tırnaklarımı geçirerek buza yazdığım yazılarla
Vardığımda
bir sığınmalık kuytuya
Demlenen merhemin koyuluğunda
Sesime inen çığlara çare aradım
Bazen söz tenhaya çekilir çığ'a karşı birikir
Çığlık kartal olur zamanda
Çağ çınlar yıkımla
Çığ
Kehanetin beyaz kefeni
Ulaşamaz kartala... 
22.11.16 ANKARA
ACEMİNİM

Adam rüyaca konuştu
"Aceminim
Ondan yanlış kurgu
Alışsam
Ezber yine uymaz olana..."
Bir ihtiyar kadın
"Ezber...
Ezber tutmaz rüzgar" dedi
Adam
"Leke çıksa da beyazın belleğindedir" diye düşündü.
Kadının yüzü kuraklıktan milim milim çatlamış topraktı.
Kısılı gözlerinden sökülü bakışlar dünyanın en eski ateşinin alevlerinde gezinmekteydi.
"Ölüm"
dedi kadın bileğindeki halkaları sallayarak
"Bir çingene şarkısının hiç söylenmeyen lanetli nakaratıdır"
"Ya korku?"
dedi adam
"Benim için ateşin sönmesi
senin için
belki de şarkının tamamının söylenmesidir.
Ve korku fırtınada toz eder kişiyi
Yine de bil ki
Tozun zorluğu fırtınada değil
taştan düşmektedir"
"Tutunsam mi taşa? Salınsam mı rüzgarda?" dedi adam
"Bir de taşa sor ve de rüzgara
En son ihtiyar bir aleve sor..." dedi kadın
"Evet" dedi adam "uyanınca yeni bir gün"

10.11.16 ANKARA

16 Kasım 2016 Çarşamba

Dünyanın hali malum.  

Gelecek melecek hikaye. Eskilerin deyimiyle "Yarına çıkacağımızın garantisi mi var?" Ben de hem herşeyi çok ciddiye alıyorum hem de bir yerden sonra koyveriyorum gülüyorum. Bu ara en çok da kendi yazarlık serüvenimle ilgili eğleniyorum. Kendinle alay etmek kendine gülmek bu ara en garantilisi. Egemenlere yüksek sesle gülmek baya tehlikeli hale geldi. Çok ciddiye alıyorlar ve fazlasıyla kişisel algılıyorlar her şeyi. Halbuki bakın kendimize de gülüyoruz.
Bugün Özlemciğim yazdığım şeyin altına "Basıp basıp okur, sonra da büyük yazarların geçmişinde hep böylesi buruk hikayeler var zaten diyip avunuruz da:))" yazmış ben de ona yanıt olarak şöyle dedim "Ben büyük yazarları ise karıştırmiyorum şimdilik. Öylece unutulan fark edilmeyen çırpınıci sefil komik yazarları modelleyip kendimle eğleniyorum:)". Hayatı ciddiye almayı bıraktığım zamanlarda kendimi ciddiye almayı da bırakırım. Size de öneriyorum. 
Sonra aklıma bir anım geldi onu da sizinle paylaşmak istedim. İstanbul'da Ziverbey'deki ofisime yakın marketten alışveriş yapıyordum. Market dediysem bakkalın büyüğü ama öyle zincir falan dükkanlardan değil... Genellikle boştur. Eskiden bu tip durumlarda "sinek avlıyor" denirdi artık onların içi de öyle sıcak olmadığından herhalde sinek de girmiyor bu dükkanlara... Çalışanlar telefonlarına bakarak bekliyorlar ekseri. O gün benim dışımda az sayıdaki rafın arasında dolaşan iki genç adam vardı. Çok havalı ve acayip entellektüel görünüyorlar. Saç sakal, bakışlar o biçim. Ben yokmuşum sanki yalnızlarmış gibi hararetle de konuşuyorlar.
-Oğlum bak şimdi beş gün dayanacak kadar yiyecek alır hiç dışarı çıkmazsak bitiririz lan kitabı. 
-İyi olur be. İnsanların bunu bir an önce okuması lazım.
-Bitirelim biz Tuna gerisini hallederiz dedi. Yapar o acayip çevresi var.
-İyi ne alcaz o zaman?
-Kaç lira var sende? Dur bakıyım bendeeee. Hah tam 13,5 lira var.
Diğeri de ceplerindeki bozukları döker.
-11.75'de bende var. Gel lan makarnalara bakalım hesaplayarak sepeti dolduralım. 
Ben de kendi alışverişimi bıraktım film tadındaki bu muhabbeti çaktırmadan izliyorum. Bizimkiler en ucuz şaraptan bir şişe aldı burgusu, çubuğu, kelebeği derken 5 paket de makarna. 
Çok genç ve sevimliler de bir yandan. Yüksek sesle gülmemek için kendimi zor tutuyorum. 
Kasadan paralarını ödeyip çıktılar. Ben de hızlıca hareket ederek arkalarından yetiştim. Onlar için aldığım iki paket margarin ve bir küçük salçayı verdim gülümseyerek.
-Bunlar olmadan makarna yapamazsınız. Belki evde vardır ama yine de bulunsun dedim.
Şaşkın bakarak elimden poşeti alırken 
-Ee teşekkür ederiz diyebildiler.
İşte onlarda da bendeki gibi hayal gücü hep baş tacı. Çok da eğlenceli bir yandan halleri, hallerimiz... Belki yazdıklarının hiç bir ehemmiyeti yoktur ama çabalarının ve hayallerinin peşinden gitmelerinin benim açımdan çok büyük önemi var. Başlı başına iş o kısmı... 
Zaman zaman onları düşündüğüm oldu. Bir de yazarken para kazanma derdi olmayan, sonrasında basımı ile ilgili ilişki derdi bulunmayan yazarlar var. Sınıfsal olarak camia ortasından ikiye böyle cart diye ayrılıyor. Tüm camialar gibi... Bakıldığında galiba hali vakti yerinde olup da yazanlar güncel olarak sayıca çok daha fazladır hatta yoksul yazarların, orta hallilerin kim bilir kaç katıdır. Ama tarihe kalanlara bakınca geleceğe kalma olasılığı, tüm yoksunluğuna rağmen çabalayanlarındır. Bunun bir sürü nedeni var elbette. "Koşullarını o kadar zorluyorsa gerçekten anlatması gereken bir şeyler vardır" bir neden olabilir. Neyse o da başka bir paylaşımın konusu olsun. Hayallerinizin eksik olmasın efenim...

25 Ekim 2016 Salı

                     CEZASIZLIĞIN CEZASI 
Yapanın yanına kâr kala kala biriken suçlarla yollar tıkandığından varılamayan adil dünyalar... Herkesin ektiğini biçtiği günlerden, ekenin, biçenin, yiyenin tümüyle ayrıştığı günlere geçtik artık. Acaba sen hangisisin?
Her gün trafikte ülkenin halini görüyorum. Biliyorum siz de görüyorsunuz. “Yaptığını beğendin mi?”… Eskinin anneleri ne çok söylerdi. Şimdi çocuklarımızı hiç suçlamıyoruz sözle… Ama işte “yaptığımızı beğendik mi?” diye bağırmak istiyorum bazen ağlamaklı bir sesle. Ama minnacık ama çok büyük tüm yetişkinlerin sorumluluğu var olup bitende…
Cezasızlık bir kültür ülkemizde. İliklerine işlemiş… Yine trafikten devam edeyim ama derdim o yolları aşacak. Aşılamayan o yollar, tıkalı olanlar, yol çalışması yapılanlar, kazalı olanlar… Hepsi mecaz bir yandan da… O trafikli yollar gibiyiz çok anlamda. Misal yollardaki ticari araçlar en sık onlar suç işliyor kuşkusuz. En bencil onlar… Sözkonusu olan kârsa gerisi teferruattır. Her bir insanı 2,5 lira olarak gördüğünden emin olduğum ne çok dolmuş şoförü misal her gün yollarda... Hastane önünde mesela yani sürekli ambulansların geçtiği yolda bir ömür kadar uzun gelen beklemelerinin bir bedeli var mı? Potansiyel bir yolcu gördüğünde zınk diye durup insan hayatını riske atmalarının herhangi bir cezası var mı? Binde bir, mala, cana doğrudan zarar verince... Bazı şöförlere o da yok. Gücüne bağlı. Yoksulları öldüren zengin arabalarının cezasız şoförleri geliyor gözümün önüne… Yılmaz Güney’in Umut filminde anlattığıdır.
Muhafazakarlık rengini semtlere veren islamcı ya da faşist hareketin de ana karakterini oluşturan küçük burjuvazi, puanlarını toplaya toplaya, kâr ede ede ilerliyor. Mahallesindeki solcunun adını terörist diye çıkarıyor, rakibine başka kulp takıyor, kadınları zaten etek boyuyla ölçüyor. Çoğunun inançlı, ağzından ahlâk lafı düşmeyen adamlar olduğundan eminiz elbette. Her gün işte malum rızkının peşinde...
Çevreyi kirletenler... Çevreyi kirletmek ve ceza mı işte buna gülerler. Şöyle bir skala var. Ekonomik olarak gücün ne kadar büyükse o kadar çok kirletebilirsin. Misal büyükşehir belediye araçları kıçından en iğrenç dumanları havaya salarlar. Ama onlar zaten denetleyen ya onların suç işlemeye hakları vardır.
Tacizciler, tecavüzcüler mi? Çoğu cezasız. Taciz, tecavüz ettiğinin yaşı küçüldükçe ceza artıyor mu? Kağıt üstünde evet ama çocukların şikayet edebilmesi çok zor. Yani çocuk istismarcılarının ceza alma olasılığı çok düşük. Hele taciz, hele kadına şiddet... Ne cezası?
Ceza talebi söz konusu olduğunda işkenceye, cinayete, insan kaybetmeye sıra gelmiyor. "Ay valla iyi insanmış meğer öldürdüklerimiz" bile diyorlar dalga geçer gibi yüzümüze bakarak...
İnsanların hakettiği hayatı yaşadığı, dünyanın adil olduğu yönünde düşünceleri olanları da batıl inançlarıyla başbaşa bırakıyorum. Zira gerçeklik o ki adil dünya bizden çok uzakta... Buralarda var etmek için de çok çabalamak gerekiyor.
Dışsal ceza ve yaptırımların olmadığı ya da en aza indirildiği bir dünya düşlüyorum elbette ama şimdilik kafesimizin ödül konulan yerlerine bolca ceza yüklenmeli bence... Olumsuz davranışları pekiştiren, yanlış pedalın karşısına muz koyulmuş bir kafesin içinde gibiyiz. Aslında iyi olan birileri de artık pedallara basmayı, uğraşmayı çoktan bırakmış. Bu kafes dar geliyor, sadece muzla yaşanmıyor velhasıl deneycilerle meselemiz var ve kafeslerle... Özgürlüğe ihtiyacımız var bilhassa zihnimizde cesarete ihtiyacımız var bol bol... Bir de tabii "amaaan yapsam ne olacak", "uyarsam ne değişecek", "şikayet etsem ne olacak" hallerimize (ki bende de var) yani öğrenilmiş çaresizliğe teslim olmamak...
Hepimiz aynı gemideyiz diyor ağzını açan herkes. Ama ben güverteye tükürüp duran, yüksek sesle küfreden, beni denize atıp kendisine yer açmayı düşünen, gücü yettiği anda bunu yapacak insanlarla aynı gemide olmak istemiyorum. Olacaksam da korunmak istiyorum. Kimseye zarar vermeyecek içsel mekanizmalara sahip olan insanların kaygılar içinde yaşamasına neden olan bu bencil, üretken olmayan yıkıcılıktaki ölüm güçlerine dur demek gerekmiyor mu? Ama ne yapacağız? Onları denize atsak onlardan bir farkımız kalmaz. Bu olmaz. Başka gemiye geçsek? Yok bu da bize göre değil. İlk elden yapılabilecek olan birlikte yaşamanın kurallarını inşa etmek… Gemiyi yaşanabilir kılmak. Can güvenliğini mal güvenliğinin önüne geçirmek… İyileştirilemeyecek ruhsal patolojilerin üremesi için çok elverişli koşullar var ve yeniden pekiştiriliyor. Yanı başımızdaki savaşı inkar ede ede yaşadığımız onyıllar her türlü hastalığın sinsice zeminde yayılmasına neden oldu, oluyor. Dur demezsek devamı geliyor, dahası geliyor. Hastalığın belirtilerini görüyor olmalısınız? Kadın öğrencilere “Siz açık olduğunuz için sınıfa melek girmiyor” diyor öğretim görevlisi dedikleri bir adam… Kadıköy Anadolu Lisesi ve benzerleri “proje okul”a çevriliyor ağlayarak okulundan ayrılıyor öğrenciler, öğretmenler… Şırnak’ta evinden edildiği için çadırda yaşayan insanların çadırlarına göz dikiliyor bu defa. Ve sonra trafikte bir yol kapatılıyor keyfiyetle… Bekle bakalım nereye kadar… Yaşam alanı daraltılıyor milyonlarca insanın her gün her an… Ben bunu sadece mevcut hükümete ve birkaç siyasiye yükleyerek rahatlayamıyorum çoğunun yaptığı gibi.. "Oh buldum bir kötü imge herşeyden o sorumlu" diyemiyorum. İktidardaki kopuşları gördüğüm gibi sürekliliği de görüyorum. Bu yüzden sadece 10 yılı, 20 yılı ya  da 80’den bu yana olanı değerlendirerek geçebileceğimiz bir dar boğaz değil bu. Ama sıkıştık mı evet fena sıkıştık. Yollar tıkalı…
Peki ne yapalım, ne edelim? derken Nazım’ın Benerci’nin ağzından söyledikleri geldi aklıma…
“Nâzım, 
biliyorum, 
ölümün önünde rol kesip 
      Hamlet gibi budala, 
                     Verter gibi komik olmamak lâzım.

Nâzım, 
bilmiyorum, ne haltedeyim? 
                Nasıl altedeyim? 
Şöyle bir poz alıp durmak 
              kendi kendini vurmak, 
                                kıyak iş doğrusu!..

Bak, 
kapı komşum uyandı, 
       muslukta akıyor su, 
          yüzünü yıkıyor... 
İndi ıslık çalarak merdivenlerden 
                                                   sokağa çıkıyor...

Ben... 
Ne Hamlet, ne de Verter...!!! 
Neyse, geç... 
İşi anlatayım, 
     tıraş yeter...”

Sonra Yılmaz Güney düşüyor aklıma… Umut filminde arabasını yitirince önce piyango bileti alan sonra definecilik yapan Cabbar gibi mi yapalım?
Hiçbiri değil diyorlar onlar da… Hiçbiri değil…
Durma uğraşalım. Gücümüz nereden yetiyorsa... Yol tıkalı nasıl ilerleyelim dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bakınız şöyle bir önerim var. Haksız yere önümüze geçmeye çalışan ve kaba da davranan araca yol vermeyerek, sırada önümüze geçene "bu yaptığın yanlış" diyerek, sokağa tüküreni uyararak biraz mesafe alıp daha oksijenli bir alana geçebiliriz. Evet biliyorum sokakların bu hale gelmesinde solun da payı var. Demokratlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, hak savunuculuğu nedir bilmeyen birilerini dibimize kadar getiren liberalliğin, halk dalkavukluğunun sorumluluğunu da görmeden bir adım bile atamayacağız biliyorum.
Gündelik hayata müdahale etmek için örgütlerken örgütlenmekten, öğretirken öğretmekten söz ediyorum. Yeniden… Ya da belki sil baştan… Belki de ilk kez… Nasıl görüyorsanız. Ve mümkün olduğunca sakince, günlük bir iş gibi, sinirimiz tepemize sıçramadan yani onlar gibi olmadan gündelik hayata müdahale edelim. Gün’de, an’da teslim olunca öbür tarafta direnmenin de çok anlamı olmuyor çünkü… Bunu yapamazsak kabalık, bencillik norm haline gelecek ve iyice yerleşecek çünkü... Unutmayalım ki yüksek siyasetin ölümcül güçleri, enerjilerini gündelik hayatın bencilliklerinden alıyor. Umudu, özveriyi, güveni öne çıkarmaktan başka şansımız yok. Kaygı, korkudan zordur. Mütemadiyen yüksek kaygıyla yaşayamayız. Evet biliyorum sokaklar tekinsiz ama işte yine aynı denklem. Güvensizlik, sevgisizlik bulaşıcıdır. Sokaktakiyle uğraşmazsan evinde, yanıbaşında buluverirsin tehlikeyi… Kadınlar, çocuklar, ezilenler bunu çok iyi bilir. Yüreğiyle bilir.
Keşke “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” şiirini o harika öyküyü de okusak yeniden ve anımsasak bizimkileri Heraklit’i mesela…
“(…)
düşünüyor büyük hakîm Heraklit'i genç adam... 
Kim bilir belki böyle bir akşam, 
böyle bir akşam, 
      Heraklit alnını 
              yeşil gözlü zeytinliklerde akan 
                                                      suya eğdi 
                                                      ve dedi: 
             «— Her şey değişip akmada, 
                    bu hâl beni hayran bırakmada..»

Heraklit, Heraklit; ne akıştır bu!. 
ne akıştır ki bu, dalgalarında 
                     dağlıdır alnı en mukaddes putun 
                     kızgın demir damgasıyla sukutun. 
Gebedir her sukut bir yükselişe. 
Ne mümkün karşı koymak 
                               bu köpürmüş gelişe.. 
Heraklit, Heraklit!. 
       akar suya kabil mi vurmak kilit?”

10 Ekim 2016 Pazartesi

ÖLENLERİN ADINI UNUTMA, TÜRKÜLERİN, MEYDANLARIN... 
BAK İŞÇİ TULUMU GİYMİŞ UMUT  
*Bu yazı 10 Ekim 2016 günü yazıldı.
Günler öncesinden 10 Ekim ağırlığı çöktü üzerimize... Epeydir dilimde çok sevdiğim bir şarkının dizeleri dolanıyordu. "Ölenlerin adını unutma, türkülerin, meydanların..." Sonradan 10 Ekim çağrı metinlerinde de bu dizeleri görünce belki de hiç tanımadığımız insanlarla çağrışımlarımız ne kadar da benzer diye düşündüm. Ölenlerin adını, türküleri ve meydanları unutmayarak bugün sokaklara çıktık. Sonra gördük ki anımsamak çok mühimdi ancak bu yetmiyordu.
Aynı şarkı bu dizelerin ardından şöyle devam eder "Bak işçi tulumu giymiş umut"...  Ve ben yıllarca üzerinde bu dizelerin yazılı olduğu mavi-beyaz bir pankartın arkasında yürümek istedim. Hiç olmadı. O pankartın düşteki hali güzeldi sanki... Ve düşündüm ki 10 Ekim çağrı kampanyalarının hiçbirinde şarkının devamına dair bir hatırlama, hatırlatma olmamıştı. Nedeni üzerine de düşündüm. İşçi sınıfının ne denli örgütsüz olduğunu bunun bedelini ne kadar ağır ödediğimizi de. 10 Ekim’den sonra gerçek bir grev olsaydı 7 Kasım’da başlayacak 10 Ekim davasının da bugün alanlardaki halimizin de ne denli farklı olacağını ve belki Antep’teki çocukların yaşayacağını da...
Ve sonra bu iki dizenin birbiri ardına söylenmesinin ve ikisini de anımsamanın ne kadar önemli olduğuna bir kez daha kanaat getirdim. “Ölenlerin adını unutma, türkülerin, meydanların... Bak işçi tulumu giymiş umut”. Bugün Ankara sokaklarında Gar’a ulaşmak için çabalayan darmadağın insanlardık. Bir yerlerde gaz atıldı. Bir başka yerde arkadaşlarımız gözaltına alındı. Herkes sürekli telefonuna bakıyordu. Belki bir yerde toplanma çağrısı yapılıyordur diye ama nafile. Sanki herkes bizim sokaklarda olduğumuzu unutmuştu. Hem kim bizi nereye çağıracaktı ki? Biz kimdik, onlar kimdi?
Bu denklemleri çözmenin kolay yolları var. “Sendika yöneticileri yanlış yaptı”, “Siyasi partiler bizi biraraya getirmeyi beceremedi”, “Sol birlik olamıyor” hep diyoruz, yine deriz. Ama mesele bu kadar basit olsaydı keşke... Örgütlerin yöneticileri ile o örgütün tabanı arasında diyalektik bir ilişki var işte. Hepimizin yapıp ettiği bir toplamı belirliyor ve ortak çabamızın ürünü de bugünkü dağınıklık.
Tekrar etmek istiyorum “bak işçi tulumu giymiş umut” demek istiyorum. İşçiler tulum giymiyor artık diyebilir bazı aklı evveller... Biliyorum biliyorum tulum giymeyen işçiler de var ama bu şiir. Ve mevzunun özüne dönelim. Bir iş günü sabah 10’da insanların işini riske atmadan eylem yapabilmesi için bazı koşullara ihtiyaç var. Güçlü biçimde örgütlü olmak gibi... Bunun dışında da işçi disiplinine üretim (hizmet üretimi de dahil kuşkusuz) alanının disiplinine de çok ihtiyacımız olduğunu bugün bir kez daha görmedik mi? Ankara’da tüm muhalefet kırk parça sokaklarda eriye tükene dolaşmadık mı?
Bugün sokaklarda dolanırken gördüğüm şey evet öncelikle örgütsüz ve dağınık olduğumuzdu. Ama başka birşey daha gördüm. Ne kadar kalabalık ve direngen olduğumuzu. Belki aynı kitlenin bir parçası olduğumuzu ifade edecek şeyler yapamıyorduk çoğu zaman ama birbirimize bakışıp tanıyorduk sonra şuraya gidelim buraya gitmeyelim kararları veriyorduk. Bir genç yanından geçerken ıslıkla Avusturya işçi marşını çaldı. Anladım ki bizden. Dönüp baktım. Selamlaştık. Eyleme gitmeye çalışan 70 yaşlarında bir amcayla karşılaştık. “Dağıtmışlar mı kitleyi gitmeyim o zaman” dedi ve üzgün ilerledi. Eyleme katılmayı düşünmediği halinden belli bir adam polis yığınağına bakarak “Şunu geçen yıl yapsaydınız ya yazıklar olsun kıydınız insanlara” dedi. Yaşlı bir teyzenin telefonunda çalan Kürtçe ezgiden ve acılı gözlerinden anladım “bizden” olduğunu, anmaya geldiğini ve sokaklarda bunun için dolaştığını...
Birbirimizle bakışa, konuşa Ankara merkezini Ulus-Kızılay arası turladık. Ve evet durum kötü ama asla vahim değil. Eğer biraraya gelmeyi başarsaydık çok kalabalık olacaktık. Onca gürültüye, korkutma çabasına rağmen bugün aslında kalabalıktık. Sayıdan da öte kararlı ve nitelikli bir kalabalıktaydık.
Valilik, Gar’ın önünde yalnız kayıp yakınlarının anma yapabileceğini açıkladı. Bu devletin 10 Ekim hakkında düşündüğünün politik olarak 10 Ekim’i sıkıştırmak istediği çerçevenin bir anlatımıdır. Kim kimin yakını ne demek istiyorsunuz? O gün alanda olanlar yani hepimiz binlerce insan ölenlerin arasında olabilirdik. Bireysel akrabalığa ve aile oluşa sıkıştırılmış bir 10 Ekim’i trafik kazası gibi algılamamızı istiyorlar. Kaldı ki bu ülkenin trafik sorunu bile epeyce politik bir meseledir özünde...
Adalet arayışı demişken 7 Kasım’dan itibaren 10 Ekim davaları başlıyor. 10 Ekim’in sorumluluları gerçekten cezalandırılmadan hiçbirimiz güvende değiliz, olamayız. 
2 gündür yapılan etkinliklerden anladığım kayıp, yaralı yakınlarına ve yaralılara 10 Ekim Derneği’nin ne kadar iyi geldiği, onları nasıl güçlendirdiği oldu. Ve onların da meseleyi böyle kişiselleştirmediklerini duymak, ölenlerin mücadelesini sürdürme kararlılığında olduklarını görmek hem hüzünlü hem umut doluydu. Örgütlü olmanın güçlü hissetmek, güçlü hissetmenin de sağlıklı yas, sağlıklı adalet arayışı için ön koşul olduğunu bir kez daha anladık. 
İlla 4’lü ne demiş ne yapmış, HDP yönetimi ne diyor, CHP ne yapıyor diye düşünmek zorunda değiliz. Başkaca tabandan örgütlenmelere de mevcut örgütleri gerçek anlamda doldurmaya da (şişirmek değil) çok ihtiyacımız var. Yaşadığımız yerellerden, işyerlerimizden, yaşadığımız sorunlardan, maruz kaldıklarımızdan yola çıkıp örgütlenmeliyiz. Ve mutlaka ve illa özörgütler yaratmalıyız. O yerelde yaşayan, çalışan, o sorundan muzdarip insanları kararlarının merkezine alan, mümkün olduğunca bürokrasiden uzak demokrasiye yakın örgütler... 10 Ekim sonrasında, bu olay temelli oluşan tek örgüt 10 Ekim Derneği de değil... 10 Ekim Dayanışması, Psikososyal Dayanışma Ağları, 10 Ekim Avukatları... Örnekleri çoğaltabiliriz, çoğaltmalıyız. İnsanların birlikte becerebilirse sevgiye olmasa da saygıya dayalı bir bağ kurduğu, birbirini koruduğu, birbiri için endişelendiği örgütler lazım bize... 10 Ekim’den sonraki bir yılda birbirimizin yarasına bakmayı, sarmaya çalışmayı, kucaklaşmayı, birarada durmayı başardık çok zaman... Dahasını yapabiliriz.

Başka 10 Ekim’lerin olmaması için adaletin sağlanmasına, adalet için örgütlenmeye ihtiyacımız var. Hem de her düzeyde... 

9 Ekim 2016 Pazar

Kırkta yılda bir pazar onu da yağmur bozar 

Hava kapalı, yağmurlu... Sabah sabah içimde Ahmet Kaya söylüyor "göğsüm daralıyor ciğerim yanıyor, olmasaydı sonumuz böyle"... Kızım dışarı çıkıp bisiklete binmek istiyordu, hava böyle diye birazcık hayal kırıklığına uğradı. Sonra İdris bir anısını anlattı. Aynen ondan aktarayım; "Ben çocukken köyü hep yazın görürdüm. Çünkü hep okullar kapanınca giderdim. Güneşli havalarda kuzenlerle, komşu çocuklarıyla beraber birbiri ardına olgunlaşan meyvelerden yer, sabahtan akşama dek dışarıda oynardık. Günler uzun, maceralı ve oyun doluydu. Sonra bir defasında nedense sonbaharda gittim. Ne kadar şaşırdığımı anlatamam. Ağaçlarda yaprak kalmamış, hiç meyve yok. Ortalık kahverengi, gri... Başka bir yer gibi... Sonra bir de yağmur başlamasın mı? Bizim kuzenle bir saçağın altında oturup buruk biçimde yağmuru izliyorduk. O sırada biz yaşlarda çıraklık yapan komşu çocuğunu gördük. Büyük bir hüzünle dedi ki "Kırkta yılda bir pazar onu da yağmur bozar"... Sanki benim duygularımı anlatıyordu. İşçi olmak üzerine de düşündüm o zaman... Eğer yağmur olmasaydı onunla, kuzenlerle birlikte maç yapardık muhtemelen. O saçağın altında sessizce oturup yağmuru izledik beraberce..."
10 Ekim'de bu anının büyültülmüş hali gibi geldi sonra bana... Çok mutluyduk ya o sabah çocuklar gibiydik. Ve sonra işte "Kırkta yılda bir pazar onu da yağmur bozar". O işçi gibiydik; başka günlerde yağmur yağması ile Pazar günleri yağması arasındaki farkı yaşıyorduk.
Şimdi hepimiz o saçağın altından hüzünle olup biteni izleyen çocuklar gibiyiz. Yine bahar gelir, yine çıkarız sokağa ve yaparız maçımızı... Her zaman hile yapan arka mahalle çocuklarını yeneriz bir yolunu bulup...

16 Eylül 2016 Cuma

ÇOK CEFA ÇEKTİLER AMA GERÇEKTEN SEVİLDİLER  

Biliyorum her yer onun anısıyla dolu şimdi. Ama ben de atlayamazdım. Çok mühim dönemlerin yalnızca izleyicisi değil bizzatihi aktörü olmuş bir adam Tarık Akan. Onun tercihlerini yapmak ve yaşamak kolay değil bu ülkede... Zaten o nedenle bir tanecik Tarık Akan var. Hem yakışıklı hem akıllı hem yetenekli. Hem de öldü diye öyle demiyorum. Yaşarken de böyle düşünürdüm. Şimdi o gitti. Bugündeki çocukluğum, gençliğim eksildi. Bir yakınımı yitirmiş gibi üzüldüm. Onun ölümünün düşündürdüğü hissettirdiği birkaç şey daha söylemek istiyorum.
*Dün sabah kahvaltıdan sonra facebookta öyle yukarıdan aşağıya ilerlerken yıllar öncesinden tanıdığım on onbeş yıldır görmediğim bir arkadaşımın fotoğrafını gördüm. Fotoğrafının olduğu paylaşımı açtım elim titreyerek hissetmiştim çünkü meğer kaç yıl önce ölmüş. Tüm gün içim sızladı. Ve bugün de Tarık Akan'ın ölüm haberi aynı etkiyi yaptı aynı hüznü yarattı. Bir süre ölüm haberi almasak keşke...
*Şimdi Tarık Akan'ın ardından yapılan paylaşımlara bakıyorum da... Yine yurdum insanı herkes işine geleni paylaşıyor. Onun siyasal geçmişinden kendisine uygun bir kesiti alıp tüm ömrüne yaymaya çalışıyor. Öyle değil halbuki. Pekçok değişim geçiriyor politik çizgisi. Pekçoğumuzunki gibi... Ama mühim olan şu ki o hiç genel anlamda iktidarın makul bulduğu kimlikleri seçmedi. Öyle sanatçılardan olmadı. Ki bu ülke için böyle eyvallahsız bir sinemacı bulmak çok zor. Bir elin parmağını geçmezler. Anısına saygıyla her dönemini görüyorum, biliyorum demek istiyorum.
*Gidenlerin ardından üzülmeyi beceremediğimiz için mi "güle güle git" "ışıklar içinde git" "ışıklar içinde uyu" deniyor bilemiyorum. İyi geliyorsa söyleyin tabii ama ben gidenlerin güle güle gitmediğini biliyorum red edemiyorum.
*Onun genel yaşam çizgisi aykırıdır, sıra dışıdır. En yakışıklı jön adamlardan biriyken çok riskli bir alana politik sinemaya kim geçer, kaç örneği var. Sonra her tür bedele rağmen yolunda yürür de yürür. Sonra bu memleketin sorunu eğitimdir deyip okul işlerine girer. O zamanlar her türlü cemaat okulunun her tür usulsüzlüğüne göz yumanlar onu bu işte de rahat bırakmazlar. Ömrü mücadeleyle geçer, ömrü işinde iyi olma uğraşıyla geçer. O gerçekten uluslararası standartlarda bir oyuncudur. Bu ülkede çok az oyuncu onun kadar çeşitli rollerde oynamıştır. Ve onun kadar başarılı olmuştur.
*Onu anarken Yılmaz Güney'i anmadan olmaz. Ben sinemaya hayran. Ben onlara hayran. İyi ki gelmişler, geçmişler... Çok cefa çektiler. Ama gerçekten sevildiler.

18 Ağustos 2016 Perşembe

NASIL  BAŞETMELİ ?  

Sosyal medyadan, gazetelerden ekran sayfalarından aşağı doğru indikçe gerçek hayatlar ve gerçek ölümler gözlerimizin önünden geçiyor birbiri ardı sıra...
Sıra sıra sıralanıyor ve gözümüzün önünden geçiriliyor kelepçeli insanlar... Onun da plastiği çıktı tabii herşey gibi... Plastik kelepçelerin tersi var düzü var. Özgür Gündem kaçıncı kez basılıyor. Yıllarımız Özgür Gündem’in haberleriyle ve Özgür Gündem’le ilgili haberleri okumakla geçti. Öldürülen muhabirlerini, bombalanan binalarını okuduk. Kapatılma kararlarını, gazete baskınlarını... Okuyarak, ziyaret ederek tanıklık ettik. Bundan sonra da Özgür Gündem hem haber yapmayı hem haber olmayı bir biçimde sürdürür elbet.
Sıra sıra ölüler toz toprak içinde göçük altında yatıyor. Bugünlerde yıldönümünü yaşıyoruz 99’da olan büyük depremin... Binlerce insan öldü. Daha da çokları kat kat çokları bu anıyla yüreği yaralananlar yani bizler... Hepimize her türlü felaket değiyor artık. O felaketlere dair anısı olmayan yok. Depreme teması olmayan hane halkı mı var...
Soma davası yaklaşıyor bir kez daha. Bilirkişi raporu şirket sahipleri delilleri karartmış diyor. Biz bunları ancak bizim basın sayesinde öğrenebiliyoruz. Onlar sayesinde üzerine gidiliyor haksızlıkların... Onlar da defalarca tehdit, kapatma, gözdağı... Oysa genel olarak kitleler, başına bir iş gelmeden hem de kitlesel bir katliam gelmeden pek de haberdar olamıyor kendisini anlatan basından... Milyonlarca emekçi, Birgün'ü bilmiyor Özgür Gündem'i, Evrensel’i, sendika.org'u öğrenemiyor büyük bir hak kaybına hatta can kaybına uğramadan... Neden mi? Nedenini tartışmak bu yazının sınırlarını aşar. Ama birazı maden işçisinin yerin altına, köyüne sıkıştırılan hayatında, o yoksullukla boğuşan gündelik yaşamında bir kısmı işte onu anlatan basına yönelik bunca yoğun baskıda bir bölümü de genel olarak solun çalışma planlarının eleştirisinde saklı...
Ve tabii gözümüzün önünde toprağın altında kömürün karasına bulanmış yatıyor ölüler bu defa...
Sözcükler anlamını yitirirken, çözülürken birer birer taşlaşıp tıkıyor boğazımızı... Kah Özgür Gündem'den zorla çıkarılan gazeteci oluyoruz kah göçüğün altında ölümü bekleyen çaresiz kişi ya da madenin altındaki bir işçi... Aslı Erdoğan oluyoruz alakasız sorgularda bir yazar daha... Neredeyse gözaltı anısı olmayan edebiyatçımız yok.
Peki bütün bunlarla birlikte, bu saldırılara karşı ve bunlara rağmen... Hangi formu seçerseniz seçin birşeyler yapmak için temel dayanaklarımız neler olacak? Elbette herkesin aklına gelenler dışında birşey söyleyecek değilim ama bugün özellikle tarih bilincine sahip olmanın ne denli mühim olduğuna vurgu yapmak istiyorum. İnsanın doğumunu düşünün. Bebek için doğumla beraber maruz kalınan ses, ışık, bir sürü hareketli görüntü ne kadar korkutucudur. Sonra deneyimler ufak ufak birikmeye başlar. Bazı insanların varlığı güven anlamına gelir. Bazı sesler rahatlatıcı olur. Tüm bunlar iyi deneyimlerin birikmesiyle sağlanır. Bazı uyarıcılar da tersine korkutucu ve tehditkar algılanır. Peki nasıl yine deneyimle... İşte bu deneyimlerin birikmesi aslında hayatta kalma becerisini beraberinde getirir. Bellekte biriktirme süreci anlamlandırmadan bağımsız düşünülemez.
Bütün bunları niye söyledim şimdi? Ne alakası var bebeğin haliyle bizim halimizin? Demem o ki bizim deneyimlerimiz de kaçbin yıllık sınıflı toplumlar tarihi boyunca birikti, birikti. Eğer o deneyimleri anlamlandırıp belleğimizden gerekli zamanlarda geri çağıracak biçimde işlemezsek aklımızı devrede tutmamız mümkün olmayacak. Aklımız devrede olmazsa mütemadiyen hata yapacak ve yenilip duracağız. Bunu anımsatmak için bunca lafı ediyorum. Mazlum edebiyatından çok çektik bu coğrafyada... İslamcılar devletin bir düzeyde sahibi olmayı her zaman başardığı halde baş yana düşük bir mağduriyet bir mağduriyet... Bizim çok gerçek mağduriyetlerimiz var biliyorum. Çok haksızlığa uğradık doğru. Bunları anlatmak başlı başına bir iş kim reddedebilir ki... Ama işte artık gördüğümüz zulümleri konuşmanın ötesine geçebilecek miyiz onu merak ediyorum. Gezi’de mesela bir parkı yıktırmadık. Bu iş büyük mü, küçük mü derdim bu değil. Minik de olsa zaferler kazanmaktan söz ediyoru. Kazanılan zafer minik de olsa, büyüklerinin kazanılabileceğini gösteren gerçekbir tarihsel deneyimdir çünkü... Hayatta kalma becerisini artırır.
Bu ara olaylar genellikle şöyle gelişiyor. Bizi çok üzen, çok öfkelendiren, çok korkutan (bu duygulardan herhangi biri öne çıkıyor olabilir) bir olay yaşanıyor. Sonra üzülmek, korkmak ayıpmış gibi yaklaşıldığından sadece öfke duygusu kabul gördüğünden her türlü duygu öfkeye devşiriliyor ve bir ödeşme, intikam mantığıyla işe girişiliyor. Tabii işe öfkeyle işe girişene dek yürünen yolda sıvışan da çok oluyor. Hani reddettiğiniz korku ve üzüntü duygusu ağır basanlar çoktan evin yolunu tutmuş oluyor. Öfkeli bir grup insan bir yerlerde korkulu ve üzgün kalabalıklar adına sonuçlarını yeterince görüp gözetmediği birşeyler yapıyor. Egemenler böyle yaklaşmıyor oysa... Onlar çok öfkeliymiş gibi göründüklerinde bile akılları yettiğince soğukkanlı çıkarlarına uygun planlar yapıyorlar. Bizim cenahta ise sürekli yoğun ve başa çıkılması zor duygular yaratan olaylarla karşılaşıp o duygudan bu duyguya bu duyguları da inkar ede ede ilerleyen akla da yazık ki yeterince yer açılamayan bir yoldan ilerliyoruz.
Sonuç olarak demem o ki; “böylesi görülmedi” “dünyanın sonu geldi” diye bağırmadan önce bir nefes alın düşünün. Daha önce neler neler yaşandığını göreceksiniz. Birey birey grup grup insanlardan değil de insanlıktan söz ediyorsak bin beterleri geldi insanlığın başına... Çok daha korkulu eşiklerde beklediğimiz oldu. Hala zaferler kazanmak için yığınla olanak var ve küçük burjuva umutsuzluğunun, çaresizliğinin, belleksizliğinin, herşeyi kendisiyle başlayıp kendisiyle bitirişin zihinlere egemen oluşu yetse ya artık... Elbette insan kendini çaresiz umutsuz da hissedebilir. Ama bu duyguyu yaymaya çalışmak başka şey başetmeye çalışmak başka... Aradaki farkın sınıfsal anlamları olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Geçmişle bugün arasındaki en önemli farklardan biri sürekli haber alıyor oluşumuz. Sürekli haber alabiliyor olmak kimi duyguların yoğun yaşanmasına ve üzerine uzun boylu düşünülmemesini destekliyor olabilir mi? Bunca yanlış haberin ortalıkta bu kadar rahat ve uzun yollar aşarak dolaşması da buna işaret değil mi? Mesela en son “durum ciddi” diye başlayan bir facebook paylaşımı nasıl da dolaştı ortalıkta. En aklı başında olduğunu düşündüğümüz insanların bir kısmı bile paylaşmadılar mı?Sürekli haber almakla birlikte çok kıymetli birşeyi daha harekete geçirmek iyi olmaz mı sizce de? Düşünmek ve geleceği emekten, barıştan, dayanışmadan, yaşamdan, sevgiden yana değiştirmek için planlar yapmak... 

12 Ağustos 2016 Cuma

DÜNDEN DEVAM

"Konuşmalıyız"ın susmalıyız versiyonunu yazmak istedim bugün de... Dün o paylaşımı yapar yapmaz eksik kaldığını hissediyordum. Neyse dedim fırsat bulunca tamamlarım. 
Şimdi tabii hayatta doz mevzu çok önemli... Yeterince ile yakın anlamlı bir kararınca sözcüğü var. Onu kullanmak istiyorum İşin özü şu ki; kararınca konuşmalı ve vakti gelince susmalıyız. Ve bir ek: Bu iş çok zordur. Bazen de bazı ilişkilerde tümüyle sessizliğe gitmek iyidir. Sonsuza dek sessizliğe...
Dünkünden farklı birşey söylemiyorum işin bu yanından da bahsetmek istedim. Sizinle öyle duvara konuşur gibi konuşan, sadece kendi ihtiyacına yönelik konuşan insanlardan derhal ve bazen de sessizlikle kaçınız derim. Hani ne derseniz deyin söze "ben" diye başlayan insanlar vardır ya... Onlardan söz ediyorum.
Bir ilişkide kendinizi sürekli ısrarla anlatmaya çalışırken mi buluyorsunuz bir zorlanma konuya abanma durumunuz mu var belki de o ilişkiden (ya da o konuda uzlaşmaya çalışmaktan) hızla uzaklaşmak en iyisidir.
Kendi adıma, birşeyler anlatıyorken beni hırçınlaştıran ve çok önemsediğim şeyleri tekrarlarla unutan veya önemsemeyen insanlardan çoğunlukla sessizlikle kaçıyorum. Çünkü deneyim diye aktarabileceğim birşey varsa karşınızdakinin hazır olmadığı ya da almak istemediği bir bilgiyi ne yaparsanız yapın ona ulaştıramayacağınız olur. Ömrüm bunun için uğraşırken çatlamakla geçti bile diyebilirim. Yani baya uzmanıyım bu işin. Diyalog istemeyen bir monologcuyla, bir dilbazla karşılıklı konuşmak çoğunlukla olanaksızdır. Haa benim deneyimler mi? Tabii canım çok öğretici oldu  Karşılıklılık ve etkileşimin olmadığı ilişkilerden uzak durunuz, duralım. Nacizane önerimdir.
Hayatınıza seçtiğiniz insanlarla ilişkinin ısrara dayalı yürümesi iyiye işaret değildir. Birileriyle konuşurken nefes alamıyormuş gibi hissetmek iyi değildir. Hayatınızdaki birilerinin sürekli kendi duygularından bahsetmesi hep kendinin gözetilmesini talep etmesi iyi değildir.
Böyle durumlarda ilişki kimin aleyhine ilerliyorsa onun ya mevzuyu ya ilişkiyi noktalamak için konuşması hayırlı olandır.
Yani nefes tüketmek diye birşey var ya öyle de olmasın canım konuşma dediğimiz şey... Birlikte oksijenli, ferah, havadar alanlar açabiliyorsak ne ala... Yani bir bakın bakalım beyne kalbe oksijen yürüyor mu onunla konuşurken onu dinlerken...
KONUŞMALIYIZ

Normal hayatta yani film ya da öykü ya da roman olmayan öyle normal hayatta insanlar birbirine kirildiginda, birinin bir davranışına uzuldugunde, söylenen yapılan birsey onun boynunu buktugunde, hayal kırıklığı yaşadığında bir diyalog biçiminde bunu konuşamiyor genellikle... Ya birinin söyleyebildigi an diğerinin duyabileceği zaman olmuyor ya da başka işler... Bir insanin üzüntüsünü söyleyecek gücü bulması diğerinin de onu dinleyip kof savunmaya geçmeden duyması iki insanın bir üzüntüde buluşması aslında çok az rastlanır iş. Bana inanin çünkü benim işim bu... Sürekli muhatabina iletilemeyen sözcüklerle, duygularla uğraşıyorum ve şimdi düşündüm de belki de bu yüzden yazıyorum. Gerçek konuşmalarin duymalarin olduğu filmleri bu nedenle seviyorum.
Gurur denilen şey mesela çok sınıfsal bir mevzudur ayrıca cinsiyet meselesinden bakarak da konuşulur. Çok engel var gerçek konuşmalara... Kadın ve namus.... Erkek ve gurur... Buyrun çıkmazlar yalan dolanlar kuyusu... Gerçek konuşmalarin engelleri... Eşit ilişki yoksa diyalog yok.
Biri iletişim mi dedi o bizde itiselim biçiminde gerceklesiyor. "Konusmaliyiz" diyen güçsüz, sıkıcı, boş işlerle ugrasan kişi olarak algılanıyor. Konuşmaktan taa fizana kaçıliyor.
Neyse bence bi konusmaliyiz özetle. Yakın gördüğümüz herkesle...
Şimdi bol muhabbetli rüyalar size...

1 Ağustos 2016 Pazartesi

TANRILARI EĞLENDİRMEK Mİ İSTİYORSUN 

Hayatımın önemli bir bölümü geleceğe dönük kişisel bir planım olmadan geçti. Okudum, politika yaptım. Arada kariyer falan derdi olmadan karnımı doyurmak için çalıştım. Çocuğum olduktan sonra böyle yaşayamazdım. Hayatımda ilk defa oturup plan yaptım. Ankara'ya taşındım. Güvenli, sakin şehir. Hem İstanbul'dan ucuz. Aileler de burada dedik. Aileler kısmı da ayrı hikaye... İlk defa güvenlik gibi bir derdim oldu. Sukunet arayışım oldu. Yazayım çizeyim çalışayım çocuğumu büyüteyim dedim.
Olanlara bakın... Ankara ülkenin en güvensiz şehirlerinden birine dönüştü. Kaç bomba patladı. Savaş gecesi gibi bir darbe gecesi yaşandı. Memur kenti yazın sakin oluyor dedik. Memurlar da şehirde kaldı. Kapatılan yollar falan derken trafik de felç... Bütün bunların üstüne belediye başkanını da cinler ele geçirmesin mi? Düşünün bir de bu şehirde psikologluk yapmaya çalışıyorum. Çok acayip işler...
Eskiler mitolojik çağlarda şöyle derlermiş "Tanrıları eğlendirmek mi istiyorsun en büyük planlarından bahset"... Hayat işte böyle alay eder insanla...

18 Temmuz 2016 Pazartesi

 " YAŞAMAK DEĞİL BENİ BU TELAŞ ÖLDÜRECEK "  
Altı üstü biraz yaşayıp gidicez şu dünyadan. Bu kadar karmaşık olmamalıydı, bu kadar zor olmamalıydı. Böyle söyleyince de üzülüyorum biraz. Çünkü benim yaşadığım zorluk ne ki bir yandan da... Diğer yandan da başka birileri için de acayip kolay iş yaşamak... Kiminle karşılaştırıp nereden bakıyorsun? Hangi yıldan hangi çağdan? Kıyas, mukayese en temel anlama yöntemi... 
Basit olsaydı herşey çok daha basit... Tüm hayatım boyunca da bunun yolunu aradım durdum en karmaşık yollara bu yüzden girdi zihnim. Anlamak istedim neden bu kadar çetrefilli bu işler. Neden bu kadar tutarsız ve kötü bazı insanlar... İyi ki aramışım bu sorunun yanıtını... Biraz olsun anlayamasaydım nasıl başederdim bu yürek ağrısıyla...
Öfke ve acı içimden taşmak için sabırsızlanıyor bazen. Zaten çok sabırlı biri olduğum söylenemez. Ketum asla değilim.
En basit işleyen çıkara dayalı zihinler, boş ve karanlık bir kuyuya dönen yürekler bunca karmaşık hale getiriyorlar hayatı... Ve güç nerelere kadir oluyor... Ve güç, kendisine bağımlı yaşayanlar için ıslak bir sabun gibi sürekli ellerinden kayıp düşüyor, kayıp düşüyor. O sabunun elinde ne zor durduğunu gizlemek için de güç sahibi kişi ekstra çaba sarfediyor. Siz de ona, onlara ekstra güçler atfediyorsunuz. Mistifikasyon her yandan geliyor. Sahne ışıkları gibi değil sahne dumanları gibi bir pusun içinde herşey... Gördüğünüz şeyin gerçek olmadığını biliyorum. Ama anlatamıyorum. Çok yorgunum bu anlatamamaktan. Zaten sabırlı da sayılmam söylemiştim.
Ve şairin dediği "yaşamak değil beni bu telaş öldürecek"... Telaşım da benden sonrası tufan olmasın diye yoksa gündelik hayat telaşlandırmaz genellikle o kısım kolay doğrusu...
Ama işte hayat daha basit olmalıydı ve daha kolay birçok açıdan...
Hiç değilse kendim için biraz basitlik ve kolaylık arıyorum epeydir arıyorum anlat anlat yeterince anlatamamaktan çok yoruldum. Sürekli arayışıma çelme takılıyor. Aramızda derin bir uçurum var birçok birçok kalabalık insanla... Ayağıma çelme takılıyor. Unutmamalı onlar açıktan dövüşmezler, unutmamalı...

14 Temmuz 2016 Perşembe

ŞOVENİZM  ZEHRİNE KARŞI SURİYELİ GÖÇMENLERLE DAYANIŞMAYA! 
 “Suriyeli göçmenlere vatandaşlık verilmesi” konusunun açılmasıyla birlikte ülkede kıyamet koptu “Ülkemde Suriyeli istemiyorum” diye imza kampanyası açanlar, Suriyelilerle ilgili ayrımcı, dışlayıcı nefret anlatıları yayanlar her türlü irin dökülmeye başladı klavyelerden ve ağızlardan… Bu konuda düşündüklerimi biraz da madde madde yazmak isteğindeyim.
*”Kimse nedensiz göçmez” göçmenlerin çok büyük bölümünün zorlu öyküleri var. Sosyal çalışmacı, sağlıkçı, psikolog olarak göçmenlerle ilişki kuranlar,  kampları görenler anlatıyor. Vücüdunda şarapnel olan, kolu, bacağı olmayan, beslenme barınma sorunları yüzünden küçücük yaşında kronik hastalık sahibi olan çocuklar… Evet bu ülkedeki göçmenlerin önemli bir bölümü hasta, engelli, kadın ve çocuktur. Kamplarda çadırlarda ya da kimbilir hangi dert yüzünden kamptan kaçarak sokaklarda, kentlerin artık kimsenin yaşamadığı, hayvanların terk ettiği yıkık binalarında yaşıyorlar.
*Egemenlerin yaptığı, göçmenleri ucuz işçi olarak görmek, pazarlık aracı olarak kullanmaktır. Onlar için hepimizden sömürü çarkları için faydalanmak esas. Bu alanda da öyle yapıyorlar. Sürekli Avrupalı devletleri “gönderirim haaa” diye korkutarak pazarlık yapmak, denizlerde ölen binlerce insan gerçeğimizken milyonların canını masanın üzerine koyup birer siyasal hesaba dönüştürmek onların işi…
*Halböyleyken Erdoğan’ın “vatandaşlık verilmesi” söylemi de bir taşla çok kuş vurur. Ama sanıldığı gibi öncelikli olarak derdi vatandaşlık hakkı vereceği Suriyelilerin kullanacağı oy değildir. Ve yine sanıldığı gibi Suriyeli göçmenler de gidip akın akın ona oy verecek değiller. Hem öyle bile olsa diğer partiler niye var? Gidin çalışın arkadaşım, ikna edin örgütleyin… Neyse konumuza dönersek, zaten Suriyeli göçmenlerin tamamına vatandaşlık verecek kimse yok ortalıkta. Ama verilecek bile olsa bu hesap “oy derdi”nden fazlasını içerir. Avrupalı devletlerle yapılan bir anlaşmanın sonucu mesela. “Sen onları orada tut ben de sana bilmem ne…”
* Göç bir dünya gerçeğidir. Hepimiz bir köyden göçmedik mi misal... İnsan keşke kendi isteği ve arzusuyla bir zorlama olmaksızın hareket edebilse dünya üzerinde. Ezilenler, sömürülenler için öyle değil işte “deli gömleği” sınırlar var. Yoksa paran varsa “dünya küçük bir köy” ve her yer evin zaten. Vee işte o sınırlar yüzünden tel örgülere takılı kalıyor insanlar, bugün Ege’de, Akdeniz’de bir kıyıdan vurulan botlar batıyor, denizlerde balıklara yem oluyor göçmenler, yıllar önce savaştan kaçan, sürgün edilen Çerkeslerin Karadeniz’de başına geldiği gibi …
*Göçmenlerin varlığı onların geldiği yerde epeydir yaşamakta olanlar için sorunlar yaratıyor olabilir. Diyelim ki öyle oldu. Öyle bile olsa be arkadaşım bu sorunları yaratan senin ülkene gelen göçmen değil… Bu savaşın tarafı olup insanları yerinden yurdundan eden ve sonra onların yaşamına ilişkin hiçbir sorumluluk almayanlardır. Bu nedenle bizler bu ülkede yaşayan işçiler, Kürtler, kadınlar, LGBTİ’ler gelin göçmenlerle birlikte örgütlenelim. Onların kentin ya da turistik alanların parklarını işgal etmiş olması mesela senin sorunun mu yoksa parkta, sokakta yaşamak zorunda kalan 3-5 yaşında çocukların sorunu mu? Öncelikle bu sorun o göçmenlerin sorunu, senin bakamadığın, dokunamadığın, koklayamadığın şey neyse onlar, onunla birlikte yaşıyorlar. Bunu görmemek neyi görmemektir? Bunu görmemek sende iyi ne varsa yok etmez mi bugünden başlayarak?
*Bu sorunu artık açıkça konuşmaya başladık ve konuşmaya devam edeceğiz. Bundan sonraki onyılların en önemli sorunlarından biri budur. Gelin yol yakınken tavrınızı gözden geçirin. Dostunuzu, düşmanınızı doğru görün. İktidar manipülatif bir hamleyle nasıl böldü bizleri ve kaç parçaya?
*Suriyeliler de her ülke insanı gibi içinde iyi-kötü, tembel-çalışkan, lümpen-işçi-burjuva-köylü, kadın-erkek-LGBTİ insanları barındırıyor. “Bizim” gibi yani… Velhasıl biz kim, onlar kim aslında? Ama şu ara üreyen anlatılar onların hepsi tek tip insanlarmış gibi ve biz de öyleymişiz gibi üretiliyor. Etmeyin, böyle birşey yok. Ne “biz” biziz gerçek manada ne “onlar” onlar… Ama işte böyle söylemler aslında “biz” olabilecekleri, ezilenleri, sömürülenleri, barış isteyenleri yapay biçimde bölüyor, bölüyor ve egemenler aynı anda ellerini ovuşturuyor.
*Peki ya “cihatçı”lar mevzuu. Bu sözü uzatmaya hiç niyetli değilim. Çünkü göçmenler sorununun bir takım örgütlerle birlikte anılması da demokratik bir konuşma, tartışma zemini değildir. Savaş suçlulularını açığa çıkaran bin türlü mekanizma var ve işletilebilir. Ayrıca tüm dünyada devletlerin istihbaratları bizim hiçbir bilgimiz olmaksızın en azılı savaş suçlularını yeni cinayetler işletmek için işe alıyor zaten. Bu konuyu da Suriyeli göçmenler sorununun tamamıymış gibi ele alıp komik duruma düşmeyelim derim.
*”Suriyelerilerin hepsi lümpen oh ekmek elden su gölden” diyorsunuz ya bazılarınız. Hiç ama hiç öyle değil… Evine bomba düşen, çok zorlu yolları yaya geçen, teknelerde ölümlerden dönen insanların, bunca travmadan sonra, bir süre çalışamaması ya da ağır işleri yapamaması dahi anlaşılır olacak olsa da durum bu değil… Kendinizden ölçün arkadaşlar Ankara’da 3 kez bomba patladı, sokağa çıkamadı, çalışamadı milyonlar bir süre… Uçaklara binemiyor, havaalanlarına gidemiyoruz. Suriyeliler iş bulduklarında çocuk, kadın, hasta demeksizin çalışıyorlar. Başka da bir şansları yok aslında. Yediğimiz, giydiğimiz ucuza bulduğumuz pekçok şey o kara çocukların küçük ellerinden çıkıyor ve Suriyeli çocuk işçilerin dünyanın başka yerlerindeki köle çocuk işçilerden bir farkı yok. Velhasıl Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin önemli bir bölümü çalışacak bir işe sahip olsa da olmasa da işçidir. Bazıları işsiz işçilerdir. İşçi, geçinmek için emekgücünü satmak dışında bir şansı olmayan herkestir çünkü…
*Bu sorun sınıfsal alanın dışında algılanamaz ve başka bir zeminden tutarlı ve kalıcı bir çözüm üretilemez. Burjuvazinin siyaset zemininden sorun çözüldüğünde sırası gelen herkes tarih sahnesinde bir göçmen olur. Göçmenler, işçi sınıfının en alt tabakalarını oluşturuyor. Yani en yoğun sömürüyü, hak ihlalini burada görüyoruz. Velhasıl olan aslında aynı zamanda mülkiyet ya da ayrıcalıklar sorunudur. Onları istememek mülk sahiplerinin yapacağı iş… Eğer bunu savunacaksanız gidip ait olduğu siyasal alanda yani sağda savunun. Solu, ezilenleri, emekçileri velhasıl işçileri dar burjuva çıkarlarınızın savunusu olan şovenizmle zehirlemeyin! Ve mülksüzler, emekgücünü bir ay satmasa kirasını ödeyemeyecek, çocuklarını doyuramayacak olanlar, banka kredilerinin, ev sahiplerinin esirleri, Suriyeli göçmenlerle paylaşamayacağımız hiçbirşeyimiz olamaz. Sorunlarımızın kaynağı ortaktır, “bugün sana vatandaşlık verecekmiş gibi yapanların senin evinden olmanda sorumluluğu var” diyebilmek için bir araya gelelim. 
*Türkiye’de sol yazık ki, dünya solu ile karşılaştırıldında enternasyonalist olmaktan ve bu geleneklerden oldukça uzak. Gezi örneğin on yılların en önemli ayaklanmasıydı ve çok hızlı bir şekilde kitleler, kendi zihin barikatlarını aştı. Devrimci bir ilerleyiş gerçekleştirdi. Başta “kitap okuyoruz, zekiyiz, diğerleri de gerizekalı” diye başlayan, kadını aşağılayan küfürleri de içeren politik söylemler hızla evrildi. Türk ve Kürt halkı içinde barışçı nüveler oluşturdu ve bence tüm bunları 7 Haziran’a taşıdı. Yazık ki aslında kitlelerin içinde güç bulamayan bazı siyasal özneler bu devrimci dinamiği parlamenterist bir çizgiye hapsederek büyük ölçüde harcadı. Ama yine de şu anda bu topraklarda hiç olmadığı kadar büyük bir enternasyonal devrimci heyulanın dolaştığını görüyoruz. Eminim göçmenlerle ilgili meselede de açığa çıkacaktır. Ancak şu ana kadar ortalık da dolaşan yazık ki “zekiler-aptallar” ayrımıyla sanki mesele bir zeka meselesiymiş gibi ortaya koyan anlayış oldu. Ulusalcı sol yani sosyal demokrat bile olamayan “sol” yine iş başındaydı. “Pisler-temizler” “lümpenler-çalışkanlar” biçiminde biz-onlar ayrımları yapıp vatan sahibi gördüğü kendisini yine pek bi beğenmekteydi. Şimdi Gezi’de türeyen diğer ruhun ortaya çıkma zamanı geldi. Adını hiç unutmamamız gereken Medeni Yıldırım’ın arkadaşlarının ve Lice için Kadıköy sokaklarını dolduran insanların konuşması lazım artık. “Yıkılsın bize dayattığınız sınırlar!” demek lazım.
*Suriyelilerin “vatandaşlık alması” konusu elbette bu ülkede yaşayanlara sorulsun ama asıl göçmenlere sorulsun. TC vatandaşlarına bu konuyla ilgili referanduma gitmek, boşanma hakkı için sadece erkeklere referandum yapmaya benzer. Bu da sosyal demokrat bir tavır bile değildir. Sol bir tavır hiç değildir.
*Emperyalist işgal olsa mücedele edecek olan bizlerin savunduklarıyla, ilk kaçacaklar arasında yer alan milliyetçilerin (ben söylemiyorum araştırmalar söylüyor ve dünya tarihi) arasındaki tezatlık da ayrı bir yazının konusu olsun.
*Türkiye'deki göçmenler meselesi artık bu ülkenin en önemli sorunlarından biridir. Ve yakın geleceğe damgasını vuracaktır. Göçmenler bunca zulme maruz kalıyorken, tecavüz, taciz, çocuk işçiliği, katmerli sömürü... Bunun için sokağa çıkamıyor olmak da bizim ayıbımızdır. Hem de çok büyüğünden... Bu ülke solunun ne kadar dar alan çıkarlarına hapis olduğunun göstergesidir. 
*”Göçmenler vatandaş olsun”, “göçmenler mülteci olsun” “göçmenler ülkesine dönsün” türü talep ve söylem üretmek ültimatomculuktur. Bu tavırdan çok çektik belli ki çekmeye devam edeceğiz. Bir sormak kimsenin aklına gelmiyor mu? “Ne istersin Suriyeli arkadaşım?” diye… Ne kadar heveslisiniz birilerinin adına konuşmaya ve buralardan kurulan iktidarlara… Bu söyleme güç vermeyelim, güç vereceğimiz şey dayanışma, ezilenlerin birliği ve demokratik özörgütler olsun.
Sonuç niyetine sözüm de şudur, savaşın egemen tarafları kimlerse bedel ödemesi gerekenler de onlardır. Bu da kendiliğinden olmaz kuşkusuz ama unutmayalım biz hangi hakkımızı “öylece” aldık ki… Bunun için de mücadele edebiliriz. Ve uzak duralım şovenizmin yok edici karanlığından… Ortaçağ’da intihar edenleri cezalandırmak için cesetlerini idam ederlermiş Avrupa’da… Şovenistlerin yaptığı da bunun aynısıdır. Ömrü, hayatı, sağlığı elinden alınmış Suriyelilerin umut ve güvenlerini bir kez daha ellerinden almak… Buna ortak olma, olmayalım…

11 Temmuz 2016 Pazartesi

10 Temmuz 2016 evrensel

Boşanmanın tek olası sonucu 'problemli çocuk' mudur?

Psikolog Banu Bülbül ile boşanmaların çocuklar üzerindeki etkisini konuştuk.

Aylin AKÇAY
Malumunuz; boşanmalar uzun bir süredir gündemde. Boşanmaları azaltmanın memleket meselesi olarak önümüze getirilmesinde sunulan argümanlardan biri de çocukların boşanmalardan ne kadar olumsuz biçimde etkilendikleri söylemi. Boşanmaların “problemli çocuklar” ortaya çıkmasına neden olduğu, anne babası ayrılan çocukların mutlaka ve kesinlikle önlenemez problemler yaşayacakları mesajı iletiliyor sıklıkla.
Peki ebeveynlerin boşanması “boşanmaların önlenmesi”nin devlet politikası haline getirilmesini gerektirecek kadar ciddi sorunlar doğurur mu çocuklar için? Peki ya sürekli “Boşanmaların çok kötü sonuçlar yaratacağı” söylemi, sürekli karşımıza çıkan olumsuz mesajlar çocukların yaşamına nasıl etki ediyor? Boşanmanın tek olası sonucu “problemli çocuk” mudur?  Psikolog Banu Bülbül ile değerlendirdik.
Çocuklar için en iyi ortamın ailenin bir arada olduğu ortam olduğu düşüncesi çok yaygın. Devlet politikalarının da bu düşünce etrafında şekillendiğini görüyoruz. Bu ne kadar doğru? Çocuklar bu yaygın düşünceden nasıl etkileniyor?
Çocuk için ideal olanın anne babanın bir arada bulunduğu bir aile olduğu, ancak böyle olursa çocuğun tam hissedebileceği fikri bir kurgu aslında. Anaokulundan başlayarak da çocuklara hep anne babanın aynı evde yaşadığı bir aile kurgusuyla yaklaşılıyor. Böyle olunca sadece boşanma durumunda değil ebeveyn kaybında ya da farklı aile biçimlerinde yer alan çocuklar kendilerini rahat ve iyi ifade edemiyor. “Anormal ve farklı” hissediyorlar, arkadaşları içerisinde bunları söylemek zor olabiliyor. Dolayısıyla “normalin” nasıl tanımlandığı önemli. Olması gereken şey; çeşitli aile biçimlerine ve buralardaki yaşantılara ders kitaplarında yer verilmesi. Boşanma ya da ölüm gibi durumlarda çocukların mutlu olmasının bir tane normali yok, mutlu olmanın bir tane biçimi yok. Yani sadece anne babanın birlikte olduğu çocuklar mutlu olmazlar, hatta anası babası birlikte olan birçok çocuk çok mutsuz olabiliyor, çünkü ailelerin çoğu da çok ciddi mutsuzluklar üretiyor. Zaten böyle kutu kutu, ışıkları yanan evler ve içinde yaşayan mutlu aileler düşüncesi de bir illüzyon. Bu ülkede insanların mutlu olmadığı ortada. Ama baştaki kurguyla yaklaşmak ve topluma bu mesajları iletmek farklı deneyimi olan çocuklara zarar veriyor.  

‘KADININ GÜÇSÜZ OLDUĞU YERDE ÇOCUK DA GÜÇSÜZ OLUR’

Evlilik ilişkisinin sürdürülmesi ya da sürdürülmemesinde çocuğu etkileyen faktörler neler?
İlişkide ‘karşılıklı olması’ meselesi rıza kavramıyla çok tanımlanıyor ya; bu evlilik için de geçerli. İnsanların birbirleriyle gerçekten isteyerek, birlikte olmayı seçerek yaşadığı bir ev tabii ki daha mutlu olunabilen bir ev. Ama bunun olmadığı, gitme hakkının olmadığı bir evde çocuk neler yaşar? Gitmek isteyip istememekten söz etmiyorum, gitme hakkının olup olmamasından söz ediyorum. Bir kadının ya da adamın tahayyülünde boşanabilmenin, ayrılabilmenin var olup olmamasından söz ediyorum. “Böyle bir şey bizde asla olmaz” denen bir evlilik, aşık olsa, çok seviyor bile olsa; “ya günün birinde bir şey olursa, başka bir kadın olursa vs. ben buna da katlanmak zorunda kalırım” düşüncesi varsa, bu tabii ki sevgiyi, aşkı, eşit birlikteliği azaltan ve kadını güçsüzleştiren bir şey. Kadının güçsüz olduğu yerde ise, çocuk da güçsüz; kadının mutsuz olduğu yerde çocuk da mutsuz olur. “Kablosuz bağlantı var anneyle çocuk arasında” diyorum ben hep bu denklemi açıklarken. İstismarı mı önlemek istiyorsunuz, çocukların depresyonunu mu ortadan kaldırmak istiyorsunuz, o zaman atılabilecek önemli bir adım var: Kadın mutlu olacak, kendini özgür hissedecek bulunduğu ilişkide. Yani ayrılma hakkı olacak. İlla ayrılsın demiyoruz ama ayrılmaya hakkı olduğunu bildiğinde o zaman çocuk da kendisini daha iyi ve güvende hissedecek diyebiliriz.
Çocuklarla ve ergenlerle çalışanlar olarak biliyoruz ki ebeveynler evde mutsuzsa, çocuk da sorunlar yaşıyor. Kişilik gelişimini, duygusal ve sosyal gelişimini zedeliyor. Zihni evdeki sorunlara çok takılıyor. Örneğin bir ergen için bütün meselenin yaşıtlarıyla yaşadığı ilişkiler, orada yaşadığı sorunlar olması gerekiyorken, doğalı buyken, sürekli aklı annesiyle babasında olabiliyor. Bu nedenle, birçok zamanda boşanmadan sonra serpilen, duygusal anlamda, ruhsal gelişim anlamında hızla gelişen çocuklar görüyoruz; yaygın düşüncenin tam tersine.
Çocuklar çatışmalı bir ilişkide neler yaşıyorlar?
Çocukların ebeveynleri yüceltmeye ihtiyaçları var. “Benim annem harikadır, babam güçlüdür, beni çok severler ve beni bu dünyadaki kötülüklerden korurlar” gibi. İki ebeveyn arasında düşmanca her şey (Bu hakaret de olabilir, şiddet de olabilir, sürekli eleştirme de olabilir) çocuk için bu ihtiyacı yıkan ve çocuğa çok zarar veren şeyler. Çünkü çocuk kendini güvende hissetmiyor. Bunun dışında annesine birisi vuruyorsa, ona da vurabileceği anlamına geliyor ve sürekli bir tehdit algısı yaratıyor. Üstelik çocukta ikili duygular da yaratıyor. Çünkü aynı zamanda sevmesi gereken, güzel şeyler de yaşadığı birisi böyle berbat şeyler de yapabiliyor. Bu aynı zamanda bir öğrenmeye de yol açıyor. Üstelik çocuğa bir tür hakemlik rolü de veriliyor. Şiddeti uygulayan çoğunlukla “Allah’ım rezalet bir şey yaptım, ama sor neden yaptım?” diyor. Çocuk duygusal olarak ona da ikna oluyor. Şiddet görenle şiddet uygulayan arasında gidip gelmeler yaşıyor. Çocuğun özdeşimi de tabii iki ebeveyn arasında  gidip geliyor; hem “kurban” olanla hem fail olanla, bazen de cinsiyetine göre değişen biçimlerde özdeşim kuruyor.
Peki bu özdeşimin çocuklardaki yansımasını nasıl görüyoruz?
Ergenlerde özellikle saldırganlık davranışı nasıl görülüyor? Kız çocuklar daha çok kendine zarar veren, kendi bedenini örseleyen şeyler yapıyorken, erkek çocuklar daha çok başkalarına zarar veren ve daha dışa dönük davranışlar sergiliyor. Çünkü erkek çocuk özdeşimi şiddeti yapanla kuruyor daha çok. “Sor niye yaptım”ların öğrenilmesi durumu bu. Bu durumda birinin çıkıp, “Sormam, çünkü ne olursa olsun bunu yapmamalısın; ne yaşanıyorsa yaşansın senin ona hakaret etmeye, şiddet uygulamaya hakkın yok. Boşanmaya hakkın var, ama buna yok” demesi gerekiyor. O yüzden çocuğa asıl zarar verecek şey böyle bir ortamın içerisinde büyümesi. Birebir çalıştığım ailelerde onlarca yüzlerce örneğini net olarak gördüm ki; boşandıktan sonra ihtiyaçları karşılanıyorsa perişan olan çocuk pek görmedim. Boşandıktan sonra serpilen, gelişen, duygularını ifade edebilen çok sayıda çocuk gördüm. Bu bütün aileler boşansın demek değil. Boşanma hakkının olması herkese boşanın demek değildir. Zaten boşanmak, birçok açıdan eski olanaklardan geriye düşmek demek. Bu geriye düşüş göze alınıyorsa zaten çok sağlam nedenler vardır. Ayrılmak istediğini söyleyen yetişkin insanlar varsa, devletin bin kere sorgulamasına ve bir ıslah programı içerisine almasına, ikna odaları açmasına gerek yok.

BOŞANMAYI ENGELLEMEYE ÇALIŞMA, ÇOCUKLARI KORUYACAK BİR SİSTEM KUR

Boşanma süreçlerini çocuk için kolaylaştırmak için devlete düşen nedir?
Devlet ve kurumları “Boşanmaları nasıl engelleriz?” yerine çocukları nasıl koruyacağına odaklanmalı; asıl bunları tartışmalıyız. Bu ülkede çocuk ruh sağlığı hizmetleri ücretsiz değil, hastanelerde psikolojik destek birimleri beşer dakikada bir görüşme yapan yerler, terapi hizmeti hiçbir şekilde karşılanamıyor. O nedenle çift terapisi gibi boşanma öncesi profesyonel destek süreçleri çok sınırlı. Çocuklar okullarında sağlıklı bir ruh sağlığı hizmeti alabilse, okul rehberlik servislerinin yönlendirme yapabileceği ücretsiz ulaşılabilir hizmetler olsa, o zaman hakikaten sağlıklı ilişkilerin sayısı da artar, çocuklar da daha az zarar görür. Ya da örneğin çiftler arasında çatışmanın çocuk üzerinden sürdürüldüğü, çiftlerin birbirini çocukla tehdit ettiği, çocukların kaçırıldığı, örselendiği durumlar oluyor. Bu durumda çocukları koruyabilecek bir sistem yok. Bunlara odaklanılması gerekiyor.

BOŞANMA KARARI ÇOCUĞA NASIL ANLATILMALI?

Boşanma kararı kesinse, bu süreci çocukların en sağlıklı şekilde geçirmeleri için ebeveynler nasıl davranmalı?
Boşanma kararı netse, çok uzatmadan kararı uygulamak ve çocuğa da söylemek gerekiyor. Çocuğa yalan söylenmemeli; örneğin işte “Baban seyahata gitti eşyasını da götürdü” denmemeli mesela. İkisinin de mümkünse çocuğu karşılarına alıp konuşması gerekiyor. Çocukların terk edilmeyeceklerini bilmeye ihtiyacı var ve konuşurken bu mutlaka vurgulanmalı. “Anlaşamadığımız için uzun zamandır sorun yaşıyorduk, birçok yol denedik, ama ilişkiyi sürdüremiyoruz, bu yüzden de biz karı koca olarak ayrılmaya karar verdik. Bu kararın seninle hiç bir ilgisi yok. Senin yaptığın bir şeyle herhangi bir ilgisi yok, senin suçun asla değil” diyerek açıklama yapmak ve bunların mutlaka vurgulanarak söylenmesi önemli. Açıklama net yapılmalı ve bu anlatılırken ayrılma ve boşanma sözcüklerinin de kullanılması gerekiyor. Ondan sonra bir süre durup onun soracağı soruları cevaplamak, varsa ve mümkünse netlikleri söylemek örneğin “Baban da ev tuttu, gidecek; onunla da kalacaksın, vs.” gibi nasıl olacaksa net olarak bunları söylemek önemli. Duygulardan konuşulabilir: “Sen buna üzülebilirsin, öfkelenebilirsin; biz de üzülüyoruz, öfkelendiğimiz zamanlar da oluyor” gibi. Duygularını bizimle her zaman konuşabileceğine yönelik mesaj vermek kıymetli. Bir de netlikler önemli; baba ya da anne mutlaka taahhüt ettiği zamanlarda aramalı, taahhüt edilen zamanlarda almalı ve bırakmalı mesela. Yaşamında tanımlı ve belirli şeylerin olması; gündelik yaşamını nerede sürdüreceğine dair bir belirliliğin olması da önemli.  Tüm bunlara özen gösterildiğinde, duyguları konusunda anne baba açık olduğunda boşanma bir felakete dönüşmeyebiliyor çocuk açısından.
Peki anne babalar dışında çevredekiler çocuğa nasıl yaklaşmalı?
Öğretmenler, komşular, akrabalar vs. bir kere, bu durumu acıklı bir şey gibi göstermemeli. “Vah vah tüh tüh” gibi bir tepki gösterilmemeli. Bazen de çocuklar seviniyor ayrılığa. Çocuğun duygusu sizin verdiğiniz tepkiyle örtüşmeyebiliyor; ya da daha henüz duygusal olarak idrak etmemiş olabiliyor. O nedenle çocuğun duygusu yerine kendi duygumuzu ikame etmeye ve çocuğa öyle yaklaşmaya gerek yok. Elbette bu dönemde daha özenli, daha dikkatli davranabiliriz çocuğa, herkes çocukla daha kaliteli, daha iyi zaman geçirmeye çalışabilir. Bol bol oyun oynanabilir, çocuklar duygularını oyunla ifade edebilirler. Bunun yanında, hepimiz için her zaman geçerli olması gereken bir şey var, hiçbir çocuğa birtakım ezberlerimizle, yani “Anası babası vardır, aynı evde yaşıyorlardır, çocuğu da onlar büyütüyordur” diye genelleme ile yaklaşılmamalı. Bir çocuğu tanımak istiyorsak gerçekten, önce ona sormalı ve öğrenmeliyiz,“Sizin evde kimler yaşıyor, sen kimlerle yaşıyorsun?” gibi şeyleri . O kadar farklı biçimler var ki, annesi ya da babası cezaevinde olabilir, başka bir şey olabilir; yani tek bir doğru yok ve sizin ezberinizdeki gibi olmak zorunda değil kimsenin yaşamı. O yüzden böyle yaklaşmamak çok önemli.

Hephaistos bir tanrı mı? – Banu Bülbül 




Bilindiği üzere Freud, insanın bebeklikten yetişkinliğe gelişim süreci boyunca geçirdiği evreler ile insanlık tarihi arasında paralellik kurar. Ve özetle der ki; insanlığın gelişimi boyunca ulaştığı düzeye o toplumsal düzlemde yaşayacak birey de kendi gelişimi süresince ulaşır/ulaşmalıdır. Bu “ulaşma” hali, başka bir nitelik ve biçimde de olsa insanlık tarihi evrelerinin izlerini içinde barındırır.
Tıpkı günümüzde yaşayan her bir insan için söz öncesi dönem, yazı öncesi dönem olması gibi insanlığın da upuzun bin yıllara dayanan söz öncesi dönemi, yine binlerce yıldan oluşan sözün olduğu ama yazının bulunmadığı dönemi vardır. Sözün olmadığı ama sesin olduğu dönem bir nevi ninnili dönem, sözün olduğu yazının bulunmadığı masalın öne çıktığı dönem… Ve masalın da bir adım sonrasında yazının da yeni yeni bulunduğu mitoloji dönemi… İnsanlığın çocukluk çağı yani.
Farklı coğrafyaların farklı mitolojik öyküleri var kuşkusuz. İlginç biçimde birbiriyle çok az ilişkilenen kültürlerde bile ortak figürler bulmak mümkün. Bu ortak figürler üzerine yeniden düşünmek başka bir yazının konusu olsun. Yunan mitolojisi tüm mitolojiler içerisinde bugünkü yazılı alanı en fazla belirleyenlerinden biri kuşkusuz. Pek çok başka kültürü de Avrupa’da gelişen kapitalist dünyayı da önemli ölçüde etkiliyor.
Marx, Grundrisse adlı çalışmasının bir bölümünde Antik Yunan sanatının, mitolojisinin insanlık için uzun yıllar boyunca cazibesini nasıl olup da korumayı sürdürdüğünü sorar ve şöyle yanıtlar; “Yetişkin bir insan bir daha çocuk olamaz –olsa olsa çocuksu olur. Buna karşılık çocuğun naivetesi insana yine de bir sevinç kaynağı değil midir; daha yüksek bir düzeyde onun yapmacıksız gerçeğini yeniden üretmeye çalışması gerekmez mi? Her çağda kendi öz karakteri, en tabii gerçeğiyle, çocuklarının tabiatında yeniden doğmaz mı? İnsanlığın tarihi, çocukluk dönemi, en güzel tomurcuklanma çağı, hiçbir zaman geri dönmeyecek bir dönem olarak neden sonsuz cazibe kaynağı olmasın? Kimi çocuk şımarıktır, kimi çocuk vaktinden önce büyümüştür. Eski ulusların çoğu bu sınıfa girerler. Yunanlılar ise normal çocuklar oldular.” (s. 185-186)
Her masalın her mitolojik öykünün farklı biçimlerde okunması mümkün. O masaldaki karakterlerin her birini dışsal ögeler olarak görüp dönemi ve kültürü anlamaya çalışmak da bir seçenek. Mitteki karakterlerin tamamını insan ruhsallığının bir parçası yani “içeri”deki bir öge olarak ele almak da… Bu yazıda Yunan mitolojisindeki pek çok öyküde geçen önemli karakterlerden biri olan Hepaistos’tan biraz bahsederek masalın, mitin önemini ve değerini bir kez daha anımsatmak dileğindeyim.
Mitolojilerde insanlar, kendi duygularını, davranışlarını kişileşleştirerek onlardan tanrılar, tanrıçalar üretip, yarattıkları tanrı ve tanrıçaların ilişkilerinde de kendi ilişkilerini yeniden üretirler. Bu hem bir sağaltım hem bir anlama hem de aktarma yoludur. Ortaklaştırmanın ve açığa çıkarmanın adımıdır. Böyle bakarsak Olimpos dünyasını nasıl yorumlayabiliriz? İnsan aklını ayrıştırıp kişileştirdiğinde Athena’ya, aşkını Eros’a, kadın güzelliğine duyduğu hayranlığı Afrodite’e, kendinden geçme halini, esrikliği Dionisos’a atfeder. Erki, devleti şimşeklere hükmeden tanrılar dünyasının en güçlüsü, yenilemez olan Zeus’a, doğayı, dişiyi Zeus’la çatışan ama genellikle ona biat etmek zorunda kalan Hera’yla sembolleştirir. Olimpos’daki 12 tanrıdan biri olan Hephaistos ise insanın işini, emeğini kişileştirdiği formdur. Peki insan, Hepaistos’u yani emek gücünü nasıl bir tanrının kılığına sokar? Topal, çirkin, terk edilmiş, aldatılmış, dışlanmış, kendisini yalnızca işiyle var ederek kabul edilebilir kılana… Tam da burayı biraz daha iyi anlatabilmek için Hepaistos’un öyküsüne geçmeliyiz.
İşçilerin, ateşin, volkanların, demirin, zanaatçıların, ustaların tanrısı Hephaistos, volkanların özellikle Etna yanardağının içinde yardımcıları Kyklop’lar (bizdeki tepegöz) ile birlikte çalışır. Neler neler üretmez ki? Tanrıların muhteşem evlerini, yeryüzündeki ilk kadın Pandora’yı, Prometheus’u Kafkas dağlarında tutan zincirleri, Eros’un oklarını, Helios’un arabasını, Akhilleus’un zırhını, kalkan ve kılıçları, Zeus’un yıldırımlarını, tanrılar için çağrılınca kendiliğinden gelen minderleri, karyola ve tahtları…
Köleci toplumun bağrında üretilir Hepaistos karakteri… Sınıflı toplumun ve ataerkilliğin artık mutlak egemenliğini ilan ettiği ama  toplumsal işbölümünün hala ilkel olduğu, sanat, zanaat ve işçilik ayrımlarının henüz netleşmediği bir toplumda, bu alanların tümünü kapsayan tekniğe dayalı üretimin tanrısıdır o. Taş, tunç, demir biçiminde ifade edilen çağlar ve geçişler boyunca kullanılan tüm hammadelerden en üstün ürünleri onun verdiğini ve tüm bu işleri yapanları koruduğuna inanılırdı. İlk Hepaistos anlatılarının üretildiği dönemde demir yoktur örneğin… Taş karyolalar tunca, tunçlar demire dönüşür öykü yüzyıllar boyunca anlatıla anlatıla… Hatta Yunan mitolojisinin devri bitip Roma dönemi başladığında Hephaistos’un adı değişerek Vulcan’a dönüşür ama mitolojideki varlığını sürdürür üretimin tanrısı…
Hepaistos’un neyi işlediği, hangi hammaddeden üretim yaptığı anlatıda zamanla değişiyor demiştim. Doğum öyküsü de öyle değişir. Başlangıç mitlerinde Zeus ve Hera’nın çocuğudur, Olimpos’tan Zeus tarafından kovulur ve bu kovulma sırasında aldığı darbeler nedeniyle topal kalır. Sonrasında gelişen öyküde annesi tarafından Olimpos’tan yuvarlanır. Bunun da sonrasında ise Hera’nın onu babasız dünyaya getirdiği söylenir ve Zeus ve Hepaistos’un baba-oğul olma durumu sonlandırılır. Bir analoji kurarsak devletle emek gücünün birbirinden uzaklaşması, erkle emeğin arasındaki mesafenin artması olarak da yorumlanabilir kuşkusuz bu durum. Tarihsel süreçte farklılaşan tüm bu öykülerin ortak noktası ise Hepaistos’un doğumu ardından Olimpos’tan kovulmasıdır.
En nihayet  tümüyle babasızlaştırılan Hepaistos’un öyküsü, zaman içinde annesizleştirilen (annesi Metis’i hamileyken Zeus yutar, içine alır) Athena’nın öyküsüyle birlikte geliyor aklıma. Athena’nın doğum öyküsü olgunlaştığında babası Zeus’un kafasından Hepaistos’un koca balyozunu vurmasıyla doğduğu öyküye dönüşür. Athena bir elinde kalkanı, bir elinde kargısı, bakışları pırıl pırıl parlayan, gök gözlü, zırhlara bürünmüş güzeller güzeli bir genç kız olarak doğar. Mantığın ve savaşın tanrıçası Athena ve üretimin barışçıl tanrısı çirkin, topal, babasız Hephaistos öyküsü birbirine paralel olarak okunmalıdır. Bu paralellik üzerinden okuduğumuzda aşk hayatında hep aldatılan ve hayal kırıklığına uğrayan (Athena’ya da aşık olur) Hephaistos bir yanda, dünyaya gelir gelmez her zaman bakire kalmayı dileyen aşksız ama pek çoklarının aşık olduğu Athena diğer yanda… Kadından doğan, estetik ve üretimin tanrısı Hephaistos, barışçı, insana yakın daha feminen diye nitelenebilecek özellikleri taşırken, erkekten olan Athena, aklı simgeleyen bir tanrıçadır ve daha eril özellikler taşımaktadır.
Öykümüze dönersek, annesi Hera kendisini yeterince sevip korumadığı için intikam planları yapar Hepaistos. Herkesin kendisini unuttuğu Limnos adasında geçirdiği zamanda yaptığı altından tahtı annesine yollar, Hera tahta oturur ve oturduğu yerden kıpırdayamaz. Diğer tanrıların çabaları da onu kurtaramaz. Dionysos’un sunduğu şarap sayesinde Zeus’la görüşmeye ikna olan Hepaistos, Afrodit’le evlenme karşılığında annesini serbest bırakarak Olimpos’a çok güçlü bir dönüş yapar. Kovulduğu yere şimdi büyük çabalarla ikna edilerek  getirilebilmiştir.
Ama mutluluğu uzun sürmez, Afrodit ile evlendikten bir süre sonra Afrodit’in kendisini savaş tanrısı Ares’le aldattığını öğrenir. Demir bir ağ örer kıskıvrak yakalar ikisini yatakta…
Her ihanetin sonrasında benzer biçimlerde intikam alır kahramanımız. Ürünlerini kullanarak annesini, karısını ve savaş tanrısını yani farklı biçimlerde en güçlü olanları, sihir, güzellik, güçle değil ürettikleriyle hareketsiz bırakır ve üstelik çaresiz…
Hepaistos’un ürettikleri hem kendini var etme hem de ifade etme aracıdır. Tanrıdır, tanrısal özellikleri vardır ama o diğerlerinden her zaman farklı ve ayrıksıdır. Ne tanrıların ne insanların dünyasına ait değildir tam anlamıyla… Topal tanrı, diğer tanrılarla aynı mekanlarda yaşayamaz dahi… Onların hayatını kolaylaştırır ancak aşık olduğu tanrıçalar tarafından değer de görmez. Onun öyküsü aslında insanın kendi ürettiklerinden uzaklaşarak yabancılaşma öyküsünün de bir göstergesidir. İnsan evladının emeğin neler üretebileceğini, pek çok sorunu üretimiyle çözebileceğini gördüğü gibi, emeğin egemenler tarafından ne kadar değersizleştirilebildiğini de gördüğünü masalsı biçimde anlatır bize Hepaistos’un öyküsü…
İlyada’dan bir alıntıyla bitirelim Homeros’a da selam göndermiş olalım. Alıntıda Aşil için kalkan ve dizlik yaparken izliyoruz Hepaistos’u… Savaş gereçleri yaparken bile yaşamı anlatan Hepaistos’u aramızda ya da içimizde arayıp bulmak ve hep yaşatmak umuduyla…
Böyle dedi, bıraktı Thetis’i orda, döndü körüklerine.
Çevirdi onları ateşe doğru, çalışmalarını buyurdu.
Körükler başladı ocağın içinde üfürmeye,
Yirmi taneydiler, solukları türlü ısıdaydı,
Soluklar, demirci tanrının buyruğunda,
İş yavaş gidince ılık oluyorlar,
İş hızlı gidince sıcak oluyorlardı.
Tanrı ateşe bükülmez tuncu attı, kalay attı,
Değerli altın attı, gümüş attı,
Sonra kütüğün üstüne koca bir örs kodu,
Bir eline güçlü bir çekiç aldı, bir eline ateş kıskacını.
Koyuldu büyük bir kalkan yapmaya,
Dört bir yanı işli sağlam bir kalkan,
Çevresine parlak bir çember attı kalkanın,
Işık saçan on üç katlı bir çember,
Gümüşten bir kayışa bağladı kalkanı,
Kalkan üst üste beş tabakadandı,
Üstüne birçok süsler çizdi, gösterdi ustalığını.
Yeri, göğü, denizi yaptı
Yorulmaz güneşi yaptı, dopdolu dolunayı,
Gökyüzünü saran yıldızların hepsini,
Pleiad’ları, Hypad’ları, güçlü Orion’u,
Hem Araba, hem ayı denen yıldızı yaptı,
Ayı Orion’a bakar, boyuna yerinde döner,
Tek yıldızdır Okeanos’un sularından pay almayan.
İki güzel şehrini yaptı ölümlü insanların.
Birinde düğünler, şölenler,
Sokakta, yanan çırağıların ışığında,
Evlerinden alınıp gezdirilen süslü gelinler,
Dört bir yanda kavuşma türküleri,
Oynayan, dönüp duran delikanlılar, flavta, kitara sesleri.
Kapı önlerinde şaşakalmış bakan kadınlar.
Pazar yerinde giriyordu halk birbirine,
Kan diyeti için tartışıyordu iki adam,
Biri diyordu her şeyi ödedim bakın işte,
Hiçbir şey almadım diyordu öbür adam.