13 Kasım 2017 Pazartesi

Kırmızı: İnsanlığın Özgürlük ve Eşitlik Hayallerinin Kardeşçe Onarımına Dair Bir Film  



Filmin ilk sahnesinde telefonu çeviren bir erkek eli ardından kabloların kilometrelerce uzanması, denizleri aşması ve sesin diğer telefona ulaşması görülür. Böylelikle filmin bizi uzaklarla ilişki kurmak üzerine düşündüreceğini anlıyoruz. Kieslowski uzaklardan bahsedince bazen yan odadaki bazen diğer kıtadaki bazen yanı başımızdaki insandan söz edebilir. Onun meselesi her zaman aynıdır: diğerini anlamak… Hak vermek ve anlamak arasındaki ayrımı netleştirir ve maksadını anlamak üzerinden tanımlar. Kieslowski, Kırmızı filminin başında gösterdiği o kabloların kurduğu bağı, sinema aracılığıyla geçmişten bugüne ve geleceğe taşır.
Kırmızı filminde kırmızı renkte pek çok nesne olduğu gibi kırmızının temsil ettiği duygular da varlığını gösterir. Rengin duygusal karşılığını Clarissa Estes şöyle tanımlar; “Kırmızı, feda edilmenin, öfkenin, cinayetin, eziyet edilip öldürülmenin rengidir. Ancak kırmızı, coşkulu hayatın, dinamik duyguların, canlılığın, erosun ve arzunun da rengidir.” (Estes, 2010).
Cenevre’de öğrenci olan Valentine güzel, şefkatli genç bir kadındır. Öğrenciliğinin yanı sıra baleyle uğraştığını, mankenlik yaptığını, bir sakız reklamı için fotoğraf çekimlerine katıldığını görürüz. Bir akşam arabası ile eve dönerken radyo frekansları karışır, onu düzeltmeye çalışırken dikkati dağılır ve bir köpeğe çarpar. Köpeğin tasmasından öğrendiği adresi takip ettiğinde kentin dışındaki eski bir evin bahçe kapısına ulaşır. Evin açık kapılarından içeriye kadar girer. Koltukta uyuyakalmış olan yaşlı adamla karşılaşır. Uyandırıp köpeğine olanlar hakkında bilgi verir. Adam anlattıklarına karşı kayıtsızdır. Kapıların açık oluşuna, o vakitte evine birinin girmesine aldırmadığı düşünüldüğünde aslında hayata karşı kayıtsız olduğu düşünülebilir. Ev sahibine öfkelenen Valentine, köpeği de alarak oradan ayrılır.
İkinci buluşmaları da köpek sayesinde olur. Valentine kaçan köpeği adamın evinde bulduğunda, tanışırlar. Onun emekli yargıç Kern olduğunu öğrenir ve komşularının telefon görüşmelerini dinleyebildiği bir sistem kurduğunu görür.

Doğru-yanlış ve karar vericiler üzerine

Kieslowski, doğrunun ve yanlışın sınırlarını belirleyen her tür kuruma şüpheyle yaklaşan bir yönetmendir. Din, hukuk, siyaset, psikiyatri ve psikoterapi de onun eleştirel yaklaştığı alanlar arasında. Filmin ana karakterlerinden biri olan emekli yargıç Kern ile Kieslowski arasındaki dikkat çekici benzerliklere değinirken filmdeki diyaloglarından ve Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor kitabında geçen konuşmalarından alıntılar yaparak göstermeye çalışacağım.
Kern yıllarca yargıçlık yapmış olmasına rağmen başkaları hakkında neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar vermenin ahlaksızlık olduğunu söyler. Kieslowski bildiği tek işin sinema yapmak olduğunu, çok gençken hasbelkader bu yola girdiğini, daha çok tesadüflerin yaşamını belirlediğini söyledikten sonra artık başka bir iş yapamaz hale geldiğini anlatır. Emekli yargıç Kern de hayatı boyunca yaptığı iş onun için anlamını yitirdiğinde emekli olur ama belki de başka bir şey yapmayı bilmediğinden insanların yaşamını izleyerek, etki etmeden, yargılamadan onların hayatını anlamaya çalışır. Kieslowski’nin özellikle belgesel film çektiği döneme ilişkin anılarında insanların yaşamını gözlemenin izinli de olsa çekmenin etik yanlarına dair uzun süre düşündüğünü biliyoruz. Gelişebilecek olası sorunlar nedeniyle belgesel çekmeyi bıraktığını da… Ama insanların doğal yaşamları, gizleri, sırları onun her zaman merakı olmuş, tıpkı emekli yargıç Kern için olduğu gibi…
Kern’ün komşularının telefon görüşmelerini dinlediğini öğrendiğinde Valentine öfkeyle “Bu yaptığınız iğrenç” der. Kern onun sözlerine itiraz etmediği gibi telefonları dinlemesinin ahlakdışı olduğu kadar yasadışı da olduğunu vurgular. Birbirleriyle konuşurken bir yandan gelen telefon görüşmelerini dinlerler. Birinci konuşmaya maruz kalan Valentine dinleyerek yanlış bir şey yaptığını düşünüp ikinci telefon görüşmesinde kulaklarını kapatır ancak üçüncüsünde merakına yenilerek konuşmayı dinleyecektir. İlk görüşmede karşı dairede yaşayan evli adamın erkek sevgilisiyle yaptığı konuşmaya tanık olur. Hızla adamın evine gider, niyeti telefonlarının dinlendiğini söylemektir. O esnada adamın karısının sofrayı hazırladığını, yemeğe başlamak için kocasının telefon görüşmesinin bitmesini beklediğini ve adamın kızının da paralel telefondan babasını dinlediğini görür. Karısı adamın başka bir erkekle aşk yaşadığını muhtemelen bilmemektedir. Adam kızının olayları bildiğinden habersizdir ve tüm aile karşı komşuları tarafından telefonlarının dinlendiğinden bihaberdir. Valentine, ne yapacağını bilemeyerek evi terk eder. Yan evdeki adamın telefonla konuştuğunu camdan gösterir Kern. Onu dinleyemediğini, çünkü adamın Japonya’dan getirdiği dinlenemez bir telefonla konuştuğunu söyler ve Cenevre’deki uyuşturucu trafiğini yönettiğini tahmin ettiğini sözlerine ekler. Valentine ve Kern bu adamı telefonla ararlar. Valentine adama “sizi öldürmek lazım” der. Adam korkuyla evine girer. Kern ve Valentine, oyun oynayan iki çocuk gibi heyecanlı ve neşelidirler bu sahnede. Bir sonraki telefon görüşmesi yaşlı bir kadın ve kızı arasındadır. Kadın kızına yiyecek ekmeğinin kalmadığını söyler, kızı katı bir şekilde onun için alışveriş yapmayı reddeder. Kern, Valentine’e “Ne yapacaksın şimdi, onun için alışveriş mi yapacaksın?” diye sorar. Genç kadının ne kadar üzgün olduğunu görünce ekler “Yaşlı kadının hiç bir eksiği yok, tek eksiği kızı. Tüm bunları kızını yanına getirebilmek için abartarak söylüyor.”
Telefon görüşmelerine tanıklık ettikleri komşuları kadar kendileri hakkında da konuşurlar. Valentine kardeşinden söz eder. Onun babası sandığı kişinin aslında babası olmadığını 15 yaşında iken öğrendiğinden ve şimdi yani 16 yaşındayken uyuşturucu kullandığından. “Annen kardeşinin uyuşturucu kullanması ile ilgili gazete haberlerini gördü mü?” diye sorar Kern, “Annem görse de inanmaz ki” diye yanıt verir Valentine. Bazen bazı gerçeklere karşı gözlerimizi kapatmak isteriz. Kern ve Valentine’in, bir düzeyde yakınlaşmış oldukları bu karşılaşma da gergin biter. Valentine, öfkeyle Kern’ün dinlemeyi bırakması gerektiğini söyler ve evden ayrılır.
Sonraki görüşmeleri Valentine’in gazetede Kern’ün yargılandığını görmesi sonucunda olur. Onu ihbar edenin kendisi olmadığını söylemek için gittiği evde, adamın kendi kendini ele verdiğini öğrenir. “Tüm hayatım boyunca yazdığım dolma kalemin mürekkebi bitmişti. Kurşun kalemi aldım ve komşulara aynı zamanda polise mektup yazdım.”Bu itiraf onu rahatlatmış gibidir, Valentine’in karşısında daha neşeli ve konuşkan bir adam görürüz. Yıllardır özel bir gün için sakladığı armut likörünü açarak Valentine’e ikram eder. Kurşun kalemle yazılan yani hatalarını silip düzeltebildiği yeni bir dönem başlamıştır hayatında.
Diğerini merak eden ve gözleyen bir diğer göz de Valentine’in yan dairesinde oturan adamdır. Kern’ün gönderdiği veteriner parasını Valentine evde olmadığı için postacı bu komşuya teslim etmiştir. Adam parayı Valentine’e verirken öyle sorular sorar o kadar yargılayıcı konuşur ki onun takibinin iyi niyetli olmadığı kanısına varırız. Daha sonra kadının kapısının anahtar deliğine sakız yapıştırıldığında çıkar aynı adam ortaya. Birdenbire elinde beliren cımbızla çözer sorunu. Tacizkar ve yargılayıcıdır. İzleme, gözleme, dinlemenin çeşitli biçimlerini görürüz film boyunca. Rahatsız edici olanlar, hiç fark yaratmayanlar… Kieslowski komşularını gözetleyen iki adam ve onların aynı kadınla kurduğu ilişkilerdeki kökten farklılığı karşılaştırırken bir kez daha ve ısrarla her olayın kendi dinamikleri ile değerlendirilmesi gerektiğini söylemektedir.
İnsanların birbirlerinden sır saklamalarına, birbirlerini üzmelerine, hatalarına dair konuşurken Kern “İnsanlar kötü değildir, bazen çok güçsüz olabiliyorlar sadece” der. İşte bu söz tam da Kieslowski’nin ağzından çıkmış gibidir. Şimdi Kieslowski’ye kulak verelim:
“Kişisel olarak ben, pek rağbet görmeyen bir görüşe sahibim. İnsanların doğuştan iyi olduklarına inanıyorum. İyi olmak herkesin doğasında var. Ancak sonra şu soru ortaya çıkıyor: Herkes iyiyse kötülük nereden geliyor? Buna verecek mantıklı ve akılcıl bir cevabım yok, ama genel olarak konuşursak, insanlar bir noktada, artık iyi olanı ortaya çıkaracak bir durumda olmadıklarını anlıyorlar ve ben kötülüğün bu gerçekten doğduğunu düşünüyorum. Kötülük bir tür hayal kırıklığından doğuyor. İnsanların bunu bilinçli veya bilinç dışı yapmaları tamamen konu dışı. Neden iyi olanı yapmadıkları konusunda fikir yürütmekse imkansız. Binlerce farklı sebebi olmalı. (…) Benim hayata karşı edindiğim, bu bozguna uğramış, karamsar ve acı tavrım da her zaman iyi olan niyetlerimin boşa çıkmasından kaynaklanıyor. Her zaman karamsar bir eğilimim olmuştur. Babam da böyleydi, hiç görmediğim ve hatırlamadığım büyükbabam da şüphesiz böyleydi ve büyükbüyükbabam da. Babam çok ciddi bir hastalığa yakalanmıştı. Ailesine bakamıyordu, karamsarlığı ve duyarsızlığı haklı temellere dayanıyordu. Ben bu sebeplerin, hastalığının ve bütün başına gelenlerin onun karamsarlığını teyit ettiğini düşünüyorum. Bana da böyle olmuştur, başımdan pek çok iyi şey geçmiş olmasına rağmen. Bundan şikayet etmem- etmiyorum da. Tam tersine.” (Stok, 2010)
Kieslowski kendisini karamsar olarak tanımlasa da insan iyiliğine yaptığı vurgu ve üçlemeyi bitirdiği Kırmızı filminde gösterdiği sevgi, şefkat duyguları ile kardeşleşmek yoluyla gelecek onarım olanağını sunması umuda işaret ediyor. Kieslowski’nin insanın iyiliğine dair bakışını yansıtan en mühim sahnelerden birinin her üç filmde de tekrarlanan ihtiyar birinin geri dönüşüm kutusuna tek bir şişe atma gayretinde gizli olduğunu düşünüyorum. Avrupa’nın üç ayrı kentinde güçlükle yürüyen ihtiyar insanların ölmelerine ramak kalmışken dünyayı kirletmemek için çabalamaları tam da insandaki umuda dairdir. Mavi ve Beyaz filmlerinde karakterlerimiz ihtiyara yardım etmezse de Kırmızı da Valentine’in yardımı iyiliğin ve elseverliğin bencillik karşısında kazanacağına dair bir gösterge olarak sunulur. “Benim de ait olduğum nesil, her ne kadar 1989’da güç kazanmış da olsa, bir daha başını doğrultamadı. Yine de biraz gücü ve umudu kalmış görüntüsünü vermek istiyordu ama ben bizim neslin umuduna bir daha asla inanmadım” (Stok, 2010) dese de Kieslowski sinema hayatının finalini hayli umut yüklü göndermelerle bitirmiştir. Sözü ile eylemi arasındaki bu fark bize sonraki kuşaklardan umudunu kesmediğini gösterir.

Onarıma dair

Valentine’in karşısındaki binada oturan hukuk öğrencisi August’un, meteoroloji telefon hattında çalışan sevgilisi Kern’ün komşusudur. Ve elbette Kern, telefon dinlemeleri nedeniyle aralarındaki ilişkiye dair bilgi sahibidir. August, Kern’ün gençliğine yaşadıkları dolayısıyla çok benzemektedir. Kern’ün çok gençken sevdiği kadın tarafından aldatılması ve sonrasında aldatan eski sevgilisinin bir kazada ölmesi benzeri olaylar August’un hayatında da yaşanacaktır.
Valentine’in İngiltere’de yaşayan sevgilisi Michel, kadının sevgi ve aşk dolu, şefkatli, güvenli halinden uzak şüpheci, güvensiz ve kıskanç biridir. Valentine, köpeği eve aldığında “kurtul ondan” der, “beni seviyor musun?” sorusuna “öyle sanıyorum” diye yanıt verir. Valentine “Tek istediğim huzur, huzurlu bir hayat istiyorum” dediğinde “Benimle olmayacak” diye yanıtlar onu Michel.
Kern, yaşadığı olaylardan sonra bir daha hiç kimseyle birlikte olmamıştır. August’un Valentine ile birlikte olmasını ister, onların karşılaşmaları için Valentine’in yaşamına ufak müdahalelerde bulunur. Bir gün Valentine’e “Senin 50 yaşında ve mutlu olduğunu hayal ettim” der. “Yıllardır böyle güzel bir şey hayal etmemiştim.” Bu sözle yıllardır hayal kurmamış birinin yalnızlığı çöker birden üzerimize. August’un kaderini değiştirmeye çalışırken adeta kendini onarmaktadır Kern. Kendi acı deneyimini hasetli olmayan iyicil biçimde bir başkası için kullanmaktadır.
“En sevdiğim seyirciler filmin onlar hakkında olduğunu ya da onlara bir şeyler ifade ettiğini, onlar için bir şeyler değiştirdiğini söyleyenler. (…) (Aşk Üzerine Kısa Bir Filmden sonra) çocuğun biri mektup yazıp bunun onun hayatı olduğunu iddia etti. Nereye varacağını bilemediğiniz bir şey yaptığınızda bu, bir başkasının kaderiyle çakıştığı zaman çok mutlu olursunuz. (…) Bunlar en iyi seyirciler. Belki onlardan çok yok ama az da olsa varlar.” (Stok, 2010) der Kieslowski. Burada da August’un yaşamı Kern’ünkinin tekrar edilmesi gibidir. Aslında insanlar birbirlerine benzer şeyler yaşarlar ve iyi sanat eserleri de tekrarlarla onarımı sağlar, görünmeyeni görünür, konuşulmayanı konuşulabilir kılar.

Özgürlük ve eşitlik bahsinde kardeşliğin önemi

Kieslowski’nin ana temalarından biri yaşamın doğal eşitsizliklerinden doğan adaletsizlikler ve kısıtlanmalardır bir bakıma. İnsan özgürlüğünün sınırları yani… Mutlak bir eşitliğin yokluğunun kabulü. Eksiklikle yaşamak. Eksik parçanın bir başkasında olduğunu bilmek ama ulaşamamak. Doyuma ulaşamayacak olan arzuyu kabul ve hüzün. Kern, kendi eksik yaşamını tamamlamanın yolunu August’un ve Valentine’in hayatını tamamlama çabasında bulur biraz da. Hasetli olmayan, umutlu, iyicil bir yoldur onunki.
Kieslowski’nin zor bir çocukluk ve ilk gençlik öyküsü var. Savaş, yoksulluk ve hastalıklarla dolu. Ailesinin yoksulluğu nedeniyle gittiği yatılı okullar, vereme yatkın ciğerler, veremli, çalışamaz durumda bir baba… Tanık oldukları da hep yoksulluk öyküleri… Yaşadığı dönem Polonya’sında büyük zorluklar vardır ama maddi koşullar açısından büyük eşitsizlikler yoktur. Biraz da bu nedenle insanların özgürlük ve eşitlik olanaklarına odaklanmıştı. Kırmızı filmi, Dekaloglar sonrasında Üçleme için doğru ve yanlışın tanımlanmasını değerler hiyerarşisi üzerinden tartışmak ve öncelikler belirlemek konusunu tartışan şiirsel bir bitiriş olur. Dişi, güzel, iyi, şefkatli ve Kırmızı… Eşitlik ve Özgürlük için aklınızın yettiğince uğraşabilirsiniz. Akıl rehberliğinde ilerleyebilirsiniz, sorumluluk alabilirsiniz. Ancak sevgi ve kardeşlik olmaksızın iyileşmeniz, onarılmanız ve gerçekten özgür olmanız mümkün olmayacak.
Son yıllarda “kardeşlik” tanımlaması Fransız Devrimi dönemindeki anlamından çok şey yitirdi belki de. “Kardeş olmak zorunda mıyız?” “Birbirimizi sevmek zorunda değiliz ama hak temelli ilişki kurmak zorundayız” gibi söylemler yaygınlaştı. Daha serin, daha mesafeli bakışlar tarafından yaratılan tanımlı, hukuklu, tüzüklü ilişkiler sardı dünyayı. İşte Kieslowski sineması bu bakışa karşı geliştirdiği düşünceyi Kırmızı filminde en özlü haline kavuşturuyor. Aklınızla her türlü hakkı hukuki bir zeminde tanımlayabilirsiniz ama sevgi ve şefkat olmadan, kardeşlik duyguları gelişmeden umudu üretmeyi başaramayacaksınız. Her türlü profesyonelce ve soğuk karar vericilik siyaseten de psikolojik, psikiyatrik olarak da sinemasal sanatsal alandan da üretilse hatalara, insanların birbirinden uzaklaşmasına yol açar. Özgürlüğü anlattığı Mavi filminde tüm sorumluluklarından ve ilişkilerinden özgürleşen bir kadını izleriz, eşitliği anlatan Beyaz filminde bir tahterevallide gibidir sevgililer. Eşitlik arayışları, altta kalan olmama çabaları, ilişkiyi eşitleme gayretleri ikisinin hayatını da zorlaştıran, perişan eden bir hal alır. Şefkat eksiktir hayatlarından, sabır ve sevgi de… Oysa Kırmızı’da Valentine’den yayılan kardeşçe iyilik, güzellik ve şefkat, insanlığın özgür ve eşit geleceği için ihtiyaç duyulan ana malzemedir. Bu nedenle Kırmızı filminin sonunda karakterlerimizin büyük bir badirenin ardından hayatta kaldıklarını görürüz. Her birinden haber alırız hem de iyi haberler. Yargıç ancak Valentine ve August’un yan yana feribot kazasından kurtulduklarını gördüğünde bir damla gözyaşı döker. Mutluluk, umut ve acı vardır o gözyaşında. Üç film, üç tema gizlidir bakışında… Bir de veda…
Bu bahiste köpek Rita’nın temsiliyetinin de önemli olduğunu düşünüyorum. Valentine ve Kern’ün ilişkileri Rita için karşılıklı sorumluluk almaları ile gelişir. Rita’nın hamile olduğunu Valentine’den öğrenir Kern. Köpeğin hamileliği yeni başlangıçların habercisidir. Filmin sonunda köpek doğum yapar. Valentine ve Kern’ün yavru köpeklerin başucunda sevgiyle onları izledikleri sahne Mavi filminin karakteri Julie’nin yavrulayan fareye soğuk, mesafeli ve kurtulmak isteyen biçimde baktığı sahneyle karşılaştırılabilir. Mavi’de farelerle başa çıkmak için onları öldürmesi üzere eve kedi bırakan kadının yerini hayvanların sevgiyle bakımını üstlenen insanlar almıştır. Hayvanları öldürerek özgürleşmek isteyenlerin yerine tüm canlılarla kardeşleşen insanlar…
Valentine’in annesi ya da kardeşi filmde görülmez. Köpeği veterinere götürdüğünde, veteriner yardımcısını “Marc” diye çağırdığı an Valentine’in duygusal olarak yoğunlaşması ve dikkat kesilmesi, adı Marc olan kardeşi için endişelendiği günlerde onun adının telaffuz edilmesinin dahi yoğun duygular yarattığını gösterir. Valentine’in Marc’la ilişkisi, kardeşliğin önemini anımsatır bize. Kardeşinizle bile koşullarınız eşit olamaz, kardeşiniz hatalar yapabilir, anneniz bunları görmezden gelebilir, görecek güçte olamayabilir, siz onlarla görüşmüyor olabilirsiniz ancak onlar sizin her zaman yüreğinizdedir.

Şans ve tesadüf

Kieslowski şans ve tesadüflerin rolünü, bir insan davranışının ya da bir olayın nedenlerinin çok sayıda olabileceği ve insan kontrolünün sınırlarını anlatabilmek için vurgular. Geleceğin örülmesinde şansa ve tesadüflere ilişkin payın boyutunu kestiremediğimiz ama bir yandan da kontrol etmek istediğimiz için birtakım atıflar yaparız. Filmde Valentine’in yaptığı gibi… Valentine, mahalledeki markette her gün şans oyunu oynar, üç kırmızı kiraz yan yana gelince para kazanır ama bir yandan da bunun kötü şans getireceğine inanır. Olumlu ya da olumsuz sonucu yordamanın olanaklarını araştırmak, oyun biçiminde pek çoklarımızın hayatında var olabilir. Bu çabanın daha ağır halleri belirsizlikten üreyen kaygıya dayanamayarak tekrarlayan rahatsız edici düşüncelerini engellemek için tekrarlayan davranışlar sergilemek olabilir. İnsan hayatındaki kritik bir anın dahi pek çok faktör tarafından belirlendiği dolayısıyla indirgemeci bir neden-sonuç ilişkisi kurulamayacağı anlatılmak isteniyor Kieslowski filmlerinde. Ama asıl anlatılmak istenen ya da vurgulanan diyelim insanları yapıp ettikleri yüzünden yargılamanın ve doğrunun yanlışın ne olduğu hakkında bir karara varmanın tam da bu nedenle çok zor olduğu.
Doğayı belirlemek ve/veya kontrol etmek konusundaki iddiası kibir düzeyine yükselen insanı da eleştirir filmlerinde… Dekalogların birincisinde meteorolojik tahminlere ve ağırlık hesaplarına dayanarak buz tutan göle çıkılabileceğini iddia eden babanın taahhüdü nedeniyle buzda yürümeye çalışan oğlunun ölmesine benzer bir durumdur Kern’ün meteoroloji tahminlerine ve kaza istatistiklerine bakarak feribotun güvenli bir araç olduğunu söylemesi. Ve feribot batar. Bu defa dekalog 1’deki çocuğun ölümünden farklı olarak üçlemedeki ana karakterlerin tümü kurtulur. Dekalog 1’deki baba hesaplamalarına fiziki bir bileşeni katmayı unutmuştur Kern ise deneyimlerini… Geçmişte âşık olduğu kadın kendisini aldattıktan ve iki sevgili ayrıldıktan sonra bir kazada ölür. Ve onun Kern’ü aldatırken birlikte olduğu adam daha sonra sanık sandalyesinde yargıcın karşısına çıkar. Yargılandığı suç, yapımından sorumlu olduğu geminin batmasıdır. Bizler de her gün bindiğimiz taşıtlara ilişkin çoğu zaman bilince çıkarmadığımız endişeler taşırız. Onun filmleri bu endişeleri karşımıza çıkarır kimi zaman.
Her zaman kötü olaylara sebep olmuyor tesadüfler. August, kitaplarını düşürdüğünde açılan sayfadan soru çıkıyor sınavda ve mezun oluyor örneğin. Benzer bir olay Kern’ün başına da gelmiş. Bir kitap yere düştüğünde soru gelecek sayfanın açılması ilginçtir ama eğer kişi olaya anlam yükleyip o sayfayı okumazsa bir anlamı olmayacaktır. August ve Kern o sayfaya çalışırlar. Kern için o dönem sevindirici bir olay olan sınavlarını vermek ve mezun olmak sonrasında bakıldığında bir hayal kırıklığıdır. Yargıçlık işinden mutlu olmamıştır.
Tesadüflere ya da şansa dair hayatın sunduklarını tartışırken filmlerinde mistik anlamlar yüklemiyor yönetmen. Bilinçdışına yerleşen olasılıkların, bilince varmakta zorluk çeken belirleyicilerin, davranışlarımızın sonucu nasıl değiştirdiğini anlatıyor bize. Örneğin August ve sevgilisinin telefonunu dinlerken Valentine de onların bowlinge gideceklerini duyar ve sonra da bu bilgiyi unuttuğunu düşünür. Daha sonra tesadüf gibi görünen biçimde aynı gün bowling salonuna gider. Karşılaşma olmaz ama tesadüfün böylesi bilinçdışı kayıtlarla ilgili değilse nasıl açıklanabilir.

Van der Budenmajer

Dekaloglar’da ve Üçleme’de aynı bestecinin adı geçiyor: Van der Budenmajer. Siz de benim gibi filmlerin müziklere bayılıp “Hemen Van der Budenmajer dinlemeliyim” diye düşünebilirsiniz. Van der Budenmajer’e ilişkin soruları Kieslowski yanıtlasın.
“Üç filmin hepsinde de Van der Budenmajer’in adı geçiyor. Ayrıca onu Veronique ve Dekalog’da kullanmıştık. O, 19. Yüzyılın sonunda yaşamış en sevdiğimiz Hollandalı besteci. Öyle biri yok. Biz onu uzun bir süre önce yarattık. Van der Budenmajer gerçekte Preisner’ın kendisi tabii ki. (…)Van der Budenmajer’in doğum ve ölüm tarihleri bile var. Bütün eserleri kataloglanmıştır ve kayıtlarda katalog numaraları belirtilmiştir.” (Stok, 2010)

Son filmin hüznü ve Kieslowski’ye veda

Kırmızı’yı da çektikten sonra artık sabrının tükendiğini ve çok yorulduğunu söyleyerek emekliliğe çekilir Kieslowski. Fransa’da ve İsviçre’de de film çekmiş olmasına rağmen “İngilizcem kötü, bir türlü Fransızca öğrenmedim ve bir dünya vatandaşı da olamadım ben kesin biçimde Polonyalıyım” diyordu. Emekliliğinde Polonya’ya dönmek hakkında şöyle söylemişti. “Aslında oraya (Polonya) döndüm bile. Nahoş olabilir ama benim mekânım orası. Eğer bir şey size aitse, size ait olmayan şeylerden daha fazla onun hakkında eleştirel düşünmeye hakkınız vardır. Kendi eşiniz hakkında arkadaşınızın eşine nazaran daha eleştirel olabilirsiniz. Sevdiğimiz insanlardan daha fazlasını talep ederiz ve bekleriz; mekânlar söz konusu olduğunda da bu böyledir. Benim açımdan İngiltere canı nasıl isterse öyle olabilir ama Polonya’nın farklı olmasını isterim. Hiçbir zaman benim istediğim gibi olmaz, ama bunu beklemeye hakkım vardır. Berbattır ama benimdir! Başka bir yerde de yaşayamazdım hem. Paris’i seviyorum, orada bir kaç yıl yaşadım, ama ebediyen orada kalamazdım.” (Andrew, 2016)
Kieslowski’nin söylediklerini Kırmızı filmindeki Michel’in Polonya seyahati öyküsünü Beyaz filminin karakteri Karol’un yaşadıkları ile karşılaştırarak açabiliriz. Michel, Valentine’le yaptığı gergin telefon görüşmelerinden birinde iş için kısa süreli gittiği Polonya’da her şeyini çaldırdığını söyler. Neyse ki İsviçre Konsolosluğu ona destek olup İngiltere’ye dönmesine yardımcı olmuştur. Beyaz filminde Karol karakteri de Fransa’da her şeyini yitirir. Çaresizce ortalıkta kalır. Ona yardım eden tarakla çaldığı Polonya ezgisini tanıyan Polonyalı bir adamdır. Bavulunun içinde ülkesine dönmesine yardım eder. Bir bavulun içinde… O bavuldan çıkıp bir çöplükte haydutlarla karşılaşan adam “Oh vatanım” der etrafına bakıp. Bu iki karakterin başka bir ülkede her şeylerini yitirdikten sonra yaşadıkları deneyimlerin farklılığı Polonya ve İsviçre vatandaşları arasındaki eşitsizlikleri de düşündürür bize.
Kieslowski’nin balık tutarak geçirmeyi planladığı sinemasız yaşam kısa sürer. 1996 yılında aramızdan ayrılır Tarkovski’nin ölümü için söyledikleri belki kendisi için de geçerlidir. “Belki daha fazla yaşayamadığı için öldü. İnsanlar zaten genelde bu yüzden ölür. Kanserden ya da kalp krizinden veya araba kazasından öldükleri söylenebilir ama gerçek insanlar, yaşamaya devam edemedikleri için ölürler.” (Stok, 2010)
KAYNAKÇA
Stok D. (2010) Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor (Çev. Aslı Kutay Yoviç). İstanbul, Agora Kitaplığı.
Andrew G. (2016) Üç Renk Üçlemesi (Çev. Merve Erol). İstanbul, AlfaYayınları.
Estes C. (2010) Kurtlarla Koşan Kadınlar (Çev. Hakan Atalay). İstanbul, Ayrıntı Yayınları.

11 Kasım 2017 Cumartesi

HAVADA   

Epeydir havacılık sektöründe çalışanlara Psikolojik Travma eğitimi veriyorum. Uçak korkusu üzerine de konuşuyorum. Şimdi anlatacağım şeyi söylemek için bir girizgah yapmak zorundayım. Kimi insanlar uçağa binmekle ilgili korkularıyla baş etmekte zorlanıyor. Kimileri daha kolay baş ediyor. Uçaktan korkmayan, başka şeyden korkuyor, başka yerde çok cesur davranan uçaktan korkabiliyor. Kişiden kişiye değişir ama insana dairdir. Uçakta uçus süreci boyunca yaşanan ilişki değişik bir eşitlik hissi yaratıyor ve özellikle korkusu büyük insanlar için diğer yolcular belki de kader ortağı gibi görülebiliyor. Ve normalde karşılaşmayacağımız insanlarla karşılaşıyoruz, üstelik bazen sohbet de ediyoruz tuhaf tuhaf. Neden tuhaf anlatacağım. 
Bugün yanıma oturan adamın uçaktan çok korktuğunu anlamam uzun sürmedi. Çünkü kalkış başlamadan dua etmeye, sağa sola, öne arkaya üflemeye başladı. Sağında da ben vardım. Normalde belki bir şey söylerim ama belli çok korkuyor, kocaman adam... Bir iki baktım susmaya karar verdim. Kalktık, yükseliyoruz. Bulutlar harika görünüyor, biraz izliyorum sonra uyuyacağım. “Afedersiniz” diyor. “Efendim” diyorum. Bakıyorum yüzüne doğru ve bakar bakmaz anlıyorum endişesini gidermek için benimle konuşacak bir konu bulacak. “Elinizdeki yüzük eğer hatıra değilse fazla takmamınızı öneririm.” “Anlamadım, ne diyorsunuz?” Elimdeki Athena çizimli yüzükten söz ettiğini anlıyorum. Sonra tabii konuşmaya başlıyor. Benim yüzüğüm insanları korkuturmuş. Neden böyle düşündüğüne dair yoruma gerek yok sanırım. Sonra kendisinin dünyayı dolaşmış bir ilahiyatçı olduğunu söylüyor, bilindik tanındık bir hoca imiş. Psikologum ben de diyorum. En iyi psikologların din adamları olduğundan söz ediyor bana... "Ama işte çoğu din alimi işini yanlış yapıyor" diyor. Kuran’dan alıntılar vs. Beni dinlemeden konuşuyor da konuşuyor. Ben de susturmuyorum hem değişik geliyor anlattıkları hem de susarsa çok korkacağını bildiğimden “neyse diyorum konuşsun bakalım.” Yoksullarla yaptığı görüşmelerden söz ediyor ve şiddet yüzünden evinden uzaklaştırılan adamların bazılarının haline çok üzüldüğünü anlatıyor. Tabii ki buralarda susumuyorum o da “hımm evet haklısınız, zaten dinde de böyle” gibi laflar ediyor. İlginç olan uçak indikten sonraki tavrı... Uçaktaki o muhtaç, bir kadına eşiti gibi davranan hatta sığınan tavırlar sergileyen, korkmuş adam gitmiş yerine yukarıdan bakan, uzaklaşan, suçlayan bir adam gelmiş. Sanki bir maddenin etkisinden kurtulmuş. Tahammül edemiyoruz birbirimize ve hızla uzaklaşıyoruz.
Başka bir seferde uçaktan çok korkan bir uzman çavuş oturmuştu yanıma. Benim korkmadığımı görünce ve kendisinin çok korktuğunun belli olduğunu anlayınca korkusuna dair açıklamalar yapmaya başlamıştı. İşini yaparken korkmadığından söz etmiş ardından hayatına dair ilginç detaylar anlatmıştı. İnsani duygular falan... Sonra uçak yere inince o da uyanmıştı uykudan... Sorguda gibi uzak soğuk bir ifadeyle sorular sormaya başlamıştı “Adınız neydi, niye gelmiştiniz buraya?" ... 
Kendi korkularından utanan adamlar, korkunca insanca bir şeyler çıkıyor içlerinden, korku geçince daha da sertleşiyorlar. Uçak ve uçmak değişik bir deneyim. Neyse sonuç olarak ders niyetine ve tabii önce kendime; mümkünse günah çıkarılan bir papaz gibi kaygı giderici misyon üstlenmeyiniz. Bırakın korksunlar, korktukça anlasınlar...

1 Kasım 2017 Çarşamba

Haftasonu Diyarbakır'daydım. Gitmediyseniz gidin, görmediyseniz görün. Muazzam bir şehir, kültür, tarih... Hem bir kadın olarak kendinizi en rahat hissedeceğiniz yerlerden biri bu kent, hem görebileceğiniz en gergin mekanlardan biri, hem zamanın dışında gibi... Çok eski ve çok yeni... Anlatması öyle zor ki... Deniyorum, deneyeceğim bundan sonrasında da... 
Çok coşkulu bir kent, çok umutlu bir kent, çok çaresiz hissettiren bir kent, çok acılı bir kent... Hem güldüm gülümsedim fotoğraflardaki gibi... Hem içime akıttım gözyaşlarımı... Zordu bazen. Şimdi Ankara'dayım. Ama biraz da oradayım ve olmaya devam edeceğim.
Malabadi Köprüsünün öyküsünü yazmak istiyorum. O öykünün peşine gitmiştim Diyarbakır'a. Başka pek çok öyküyle karşılaştım. Hasuni mağaralarını gördüm (ne yazık ki sadece uzaktan)... Neredeyse insanlık kadar eskiler... Tüm bu kavgalardan eski öylece bize bir gerçeği haykırıyorlar. Bir zamanlar diyorlar insan varolabilmek ve yaşamını sürdürebilmek için neler yaptı neler... Birbirini öldürmek nedir diyorlar, insan öldürmek nedir? Malabadi'yi de gördüm. On gözlü Köprü'yü de... Belki fotoğraflara bir bakmak ve Diyarbakır ziyareti planlamak istersiniz.
Arkadaşlarım görebileceğiniz en iyi ev sahipleriydi Hepsine çok teşekkür ediyorum. Ne güzel insanlarsınız.
Şimdi sizlerle bir masal paylaşacağım. Olay şöyle gelişti. Geçen İdil'in tamirci hayallerini paylaşmıştım ya Hatice canım hasta yatağından mesaj yazdı "meğer İdil ormanda yaşayan yeşil gözlüklü tamirci bir sincapmış" diye... Ben de "aa hadi bunu masal yapalım" dedim. Sonra İdil, o ve ben konuşmaya ve masalı yazmaya başladık. Aşağıdaki masal böyle oluştu. Kurgu tamamen İdil'in... İsimler de öyle... Buyrunuz.  
KORKUTUCU DEV ORMANI
İDİL BANU İDRİS PUFİ MİNTİ TİPİTİP VE HATİCE (burayı yani yazanların isimlerini İdil bizzat yazdı klavyede)
İdil yeşil gözlüklü minik bir sincaptı. Ormanın tamircisiydi. Kimin ihtiyacı olsa yardımına koşardı. Kuşların yuvalarını yapmalarına yardım eder, kirpilerin okları yaralandığında onarır, kertenkelelere saklanacak küçük taşlar toplayacak taş mıktatısları yapadı. Her günü yeni icatlarla, tamir işleriyle geçiyordu. Ormanda ne çok iş olabileceğini tahmin dahi edemezsiniz.
İdil arkadaşı Pufi ile birlikte Neşe Palamudu ağacında yaşıyordu. Pufi’nin odası ağacın en alt katında yere düşen yaprakların yakınında, İdil’inki ise ağacın üst katlarındaki dallar arasındaydı. Komşuları Papağan Tipitip, Koşuşturan adlı çınar ağacında, diğer komşu Muhabbet Kuşu Minti ise kocaman bir salkım söğüt olan Saçaklı adlı ağaçta yaşıyordu. Neşe Palamudu, Koşuşturan ve Saçaklı da çocukluklarından beri arkadaştı, aynı gün dikilmişlerdi.
O ormanda ağaçları ezen, onlara zarar veren bir dev yaşıyordu. Bizimkiler devi yenmek istiyorlardı. Ama devin karşısında küçücüklerdi. Neşe Palamudunu, Koşuşturan’ı ve Saçaklı’yı onlarla beraber tüm ağaçları nasıl koruyabiliriz diye düşünmek ve konuşmak için bir toplantı düzenlediler. Ormandaki küçük hayvanları çağırdılar. Özgür kedi Mırmır ve Baykuş Bubo geldiler. Büyük hayvanlardan Bozayı Popi de destek olmak istediğini söyleyerek katıldı.
Heyecanla konuştular, konuştular, konuşmaktan yorulunca bir sessizlik oldu. O sırada iyice düşünen İdil;
-Buldum, dedi.
-Devden büyük bir robot yapalım.
-Peki ama nasıl? Dedi diğer hayvanlar.
Planını anlattı İdil. Hayvanlar onun istediklerini topladı ormandan. Robotun kanatları için çok büyük yapraklar aldılar, o yaprakları birbirine reçine ile yapıştırdılar. Bambulardan gövde yaptılar seri hareket etsin diye... Sincap İdil yaptıkları robotun içine girdi. Balkabağından kafanın içindeki koltuğuna yerleşti. Robotun gözleri cevizden, kulakları dev orman mantarlarından, dudakları böğürtlenlerdendi. Sincap İdil robotun içine dallardan bir mekanizma yapmıştı ve böylece robotu hareket ettiriyordu. Elleriyle ayaklarıyla her bir uzvu ayrı ayrı hareket ettirirken bazen kuyruğunu ağzından çıkarıp korkutucu bir dile dönüştürüyordu.
Robot gidip devi buldu. Robotu gören dev korkudan ağlamaya başladı. Bu tam da İdil’in düşündüğü gibiydi. Minti ve Tipitip ellerindeki şişeyi götürüp devin gözyaşlarını topladılar. O gözyaşları aynı zamanda bir iksirdi. Devin başından aşağı döktüler, dev artık iyi biri olmuştu. Ayı ona büyük bir bedene sahip olduğu halde ağaçlara zarar vermeden nasıl yaşayabileceğini öğretti, diğer hayvanlarsa arkadaşlığı...
Şimdi orman artık neşeliydi, korkulardan uzak...

 Katman Katman Anadolu  

Kapadokya'dayiz. Nevsehir'de. Mübadeleden onceki adıyla Sinasos sonraki adıyla Mustafapaşa olan kasabada. Halki Selanik'ten gelmişler 2 kuşak önce. Burada yaşayanlarsa oraya gitmiş. Çok hüzünlü bence bu eski taş evlere bakmak. Özel mülkiyet meselesi derdim değil de ağacı kuşu taşı gönülsüzce terk etmek çok zor iş. Sonra birilerinin gönlünün kaldığı evlerde yaşamak caddelerde gezmek de zor iş. "70lerde bile öldürmüş Yunanlılar bizimkileri buralarda" gibi birazcik tarih bilen hic kimsenin inanmayacagi öyküler anlatılıyor. Bunları duyunca iyice kalbim sıkışıyor. Mübadele büyük yara. Dilerim bir daha asla olmasın.
Diğer yandan bunca güneş içindeki bir yerde mağaraların içinde saklanarak yaşamak üzerine de düşünüyor insan. Romadan kaçıp buralarda saklanan köleler, ipek yolu durağı olarak konaklayan kervanlar... Sonra ilk Hiristiyanlar... Onların inancıyla şimdiki arasındaki ilişki... Sahi var mı bir bağ ve süreklilik... Ya kopuslarin gücü... Burada evler, yuvalar, kimlikler kopanlar ve kopuşlar üzerinden şekillenmiş tıpkı mağaralar gibi... Tıpkı Anadolu gibi...
Bir harabe taş evin üstüne bir ucube pirket gecekondu
yapılmış. Böyle çok sayıda yapı var. Bana Anadolu insanının kendi travmatik geçmişi ile ilişkisini anımsattı. Umursamadan yok sayarak yıkıntıların üzerine yenisini yapmak ve alttaki yüzünden üstteki yıkılacak gibi olduğu her defasında yamalarla, oraya buraya taş eklemeyle sorun çözmeye çalışmak. En alttaki yıkık dökük yapı çok eski çok yıpranmış ama muazzam bir özenle yapılmış çok güçlü bir temel sunmuş en yukarıdaki ise yalapsap üstünkörü ve dayanıksız ama işte hiç kıymetini bilmediği eski yapı sayesinde ayakta.
Kim bilir belki bir gün bu evleri gerçekten restore etmeyi daha gelişkin olgun ve selim bir tarih bilinci geliştirmeyi öğrenir acılarımızı görmeyi yasimizi tutmayı başarırız. Suçlarımızı da gucsuzluklerimizi de kabul ederek. Umarım ama zor olduğunu da bilirim.
Şimdi uzandığım yerden taş tavana bakarken daha önce burada yaşayanları düşünmeden edemiyorum. Ve başka birileri benim düşünmeden edemediklerimi düşünerek edemiyor. Kimilerinin geçmişten iz bırakmak istemediğini ve eğer üzerinden para kazanmıyor olsa çoktan çamaşır suyuyla bir lekeyi siler gibi izlerini temizleyecegini çok iyi biliyorum. Onlara rağmen fışkıran tarihiyle beraber katman katman Anadoluyu onun kendini her şeye rağmen koruyan gücünü seviyorum. 061017