13 Temmuz 2017 Perşembe

DÖVÜŞ KULÜBÜ  
Chuck Palahniuk’un aynı adlı eserinden uyarlanan David Fincher’ın yönettiği 1999 yapımı Dövüş Kulübü’nde Edward Norton, Brad Pitt ve Helena Bonham Carter çok iyi oyunculuklar sergiliyor. Romandan uyarlanan filmlerin handikapı hakkında yazılanların önemli bir bölümünde ne zaman kitaptan ne zaman filmden bahsedildiğinin anlaşılamaması... Bu durum Dövüş Kulübü’ne dair yazılanların büyük bölümü için de geçerli. Bu nedenle baştan söylemeliyim ki bu yazı yalnızca filme dair olacak.
Filmin ilk sahnesi, anlatılan öykünün son sahnesini gösteriyor bize. Ben de filme dair yazmaya en sondan başlamak istiyorum. Dövüş Kulübü, ana karakterlerimiz olan Jack ve Tyler’ın aslında aynı kişi olduğunu bize göstererek bitiyor. Onların hangi kişilikte buluştuğuna dair yorum seyirciye bırakılıyor. Çoğul kişilik bozukluğu yaşayanların öyküleri sinemanın ve edebiyatın çok ilgisini çekiyor ve Dövüş Kulübü, türünün en başarılı ve hakkında en çok konuşulan, yazılan örneklerinden biri...
Ev sahibi kişilik Jack
Jack, ürün iptal koordinatörü olarak çalışan beyaz yakalı bir işçi. Filmin hemen başında hiç yaşanmıyormuş gibi görünen düzenli bir evi, çok seyahat etmesini gerektiren bir işi olduğunu görüyoruz. Ancak hayatındaki rutini bozan bir sorun ortaya çıkıyor; uykusuzluk... “6 aydır uyuyamıyordum” diye başlar olayları anlatmaya Jack. “Uykusuzken hiçbir şey gerçek görünmüyor. Sanki her şey uzakta. Her şey kopyanın kopyasının kopyası.”
Uykusuzluk, onun yaşadığı hayata uyumunu bozan huzursuz edici bir faktör olarak ortaya çıkarken mevcut kaygı, gelmekte olanı işaret eder. Alter kişiliğin (ev sahibi kişilik dışındaki kişilikler) güç kazandığı, daha görünür olmak için içeriden zorladığı zaman içinde daha görünür olur. Uykusuzluk şikayetiyle gittiği doktor, sıkıntısını ciddiye almaz, yaşadıklarını küçümseyerek terapi gruplarına yönlendirir. “Bana acıdan bahsetme. Salı akşamları Methodist kilisesine git. Testis kanseri olan adamları gör. Acı orada. ” Böylelikle başladığı terapi gruplarının ardından uyku hayatına geri döner. Jack, ev sahibi bir kişiliğin sahip olması beklenen özelliklere klasik biçimde sahiptir; “Tedavi arayışına giren, kaygılı, distimik, aşırı yorgun halde ” (Nancy McWillams, Psikanalitik Tanı)
Jack’in Saklı Bilinci: Tyler
Tyler, Jack’in olmadığı herşey olarak tanımlanabilir. Jack ne kadar sakinse, Tyler o kadar öfkeli, Jack ne kadar affedici ise Tyler o kadar intikamcı, Jack cinsellikten uzakken, Tyler sevişgen, Jack kavga etmezken, Tyler kavgacı... Düzenli bir işi olan Jack’in karşısında geçici pek çok işe sahip olan Tyler... Liste uzatılabilir. Filmin çeşitli bölümlerinde Tyler kendisini Jack ile ilişkilendirerek de tanımlar; “Ben Jack'in sırıtan intikamıyım.”, “Ben Jack'in dışlanmışlık hissiyim.”, “Ben Jack'in kırık kalbiyim.”
Jack-Tyler kişisi ve insan kişiliğinin çoğullaşması...
Tyler’dan önceki yaşamında Jack’in eşyalarla kurduğu ilişki üzerinden tanımladığı hayatından bunaldığını ve ilişki arayışında olduğunu görüyoruz. Ancak kişiliğin çoğullaşması böylesi bir sıkılma, bunalma üzerinden olmuyor kuşkusuz. Çoğul kişilik, genellikle çocukluk dönemi travmatik yaşantılarına dissosiasyon savunması ile yanıt vermeyi gerektiriyor çünkü... Dissosiasyon, kişiye zor ve katlanılmaz gelen yaşantıların, anıların, düşünce ve duyguların bilinçten uzaklaştırılarak zaman zaman ayrı bir şekilde faaliyete geçmesi durumudur. Peki bu nasıl oluyor? Genellikle çocuklukta süreğen biçimde travmaya maruz kalmak, ebeveynleri tarafından korunamamak hatta istismar edilmek sözkonusudur. “Hepimiz, başa çıkma kapasitemizi aşırı zorlayan bir felaketle karşılaşırsak, özellikle de bu felaket dayanılmaz bir acı ve/veya korku içeriyorsa, dissosiye olabiliriz. Savaş, hayatı tehdit edici hastalık ve büyük ameliyatlar esnasında bedenin dışından kendini izleme deneyimleri o kadar çok bildirilmiştir ki, ancak en kuşkucu kişiler dissosiyatif olgulara ilişkin kanıtları tamamen göz ardı edebilirler.” (Nancy McWillams, Psikanalitik Tanı) Böylesi bir dissosiasyon deneyiminin açıkça koruyucu ve uyumu artırıcı bir yanı olsa da kişinin sonraki yaşamında aslında dissosiasyon savunmasının kullanımının gerekli olmadığı, hayati risk ya da yoğun tehdit içermeyen durumlarda da kullanılır olmasıdır sorun. Dissosiyatif bozukluklar ve çoğul kişilik bozukluğu da bu tekrarlayan deneyimlerden gelişir. Çoğul kişilik bozukluklarının gelişimindeki genel seyirde çocukluk dönemi travmasına eşlik eden dissoiasyon savunması kullanımı ve ardından huzurlu bir dönemin yaşanmaması, çocuğun kimse tarafından teselli edilmemesi, ilişki ve teselli arayışlarının daha fazla istismarla cezalandırılması, ebeveynlerinin kafa karıştıran davranışlar içinde bulunması yer alabilir. Örneğin alkolik ve istismarcı bir babanın, sarhoşken tacizkar, tehditkar davranıp sabahında yaptıklarını anımsamayan, reddeden biçimde ilişkilenmesi ve bunun günler geceler boyunca tekrarlanması deneyiminde olduğu gibi... Ancak böylesi bir yaşantıdan geçen her çocuğun çoğul kişilik bozukluğu geliştireceği de düşünülmemeli. Başka ruhsal sıkıntılar yaşayabileceği gibi, koruyucu başka faktörlerle ve tedaviyle birlikte bambaşka bir seyir ve gelişim de yaşayabilir.
Jack-Tyler kişisinin çoğul kişilik bozukluğu geliştiren kişilerin temel becerileri ile donanmış olduğunu görüyoruz. Örneğin otohipnoz becerisi... Ortalamanın üzerinde bir zekaya sahip olduğu, kısa sürede büyük ve tehlikeli bir örgüt yaratabilecek denli ilişki becerisi bulunduğu görülüyor. Aynı zamanda iç dünyasının hem duygusal hem de zihinsel olarak hayli zengin olduğunu da anlıyoruz. Kişilerarası ilişkilerdeki duyarlılığı özellikle terapi gruplarındaki ilişkilerinde gözlenebiliyor.
Tyler ve Jack’in Evleri
Kıyafet ve ev kişinin içindekini yansıttığı, gösterdiği birer alan, personanın görünür biçimi olarak düşünülebilir. Çağımızın ağır narsistik hasarlarla bezeli kişilik örüntülerinde içerideki büyük boşluklar, dışarıda gösterişli sembollerle yüklü bir anlatıya dönüşüyor. Tüketilenler, kişiliğin yansıtıcısı olmaktan çıkıp kişiliğin kendisi halini alıyor. Statü ve prestiji yansıtan imaj bir kişilik ifadesi imiş gibi rol alıyor bireyin yaşamında. Ev de kıyafetler gibi, aksesuarlar gibi içeridekine dair içselleştirilen kültüre dair bir gösterge olacakken içerideki yokluk dışarıdaki aynılığı sınıf, sınıf, katman katman markalaşmayı anlatmaya başlıyor. İnsanlar birbirleri ile ilişkisinde televizyondaki reklamlar gibi evindeki eşyayı konuşuyor.  Jack böyle bir hayat kurarak herkes gibi olmayı, mutlu olmayı deniyor. Ama içeride bir yerlerde Tyler veya bu adı almazdan önceki ilksel halleri “bu değil” diye bağırmayı sürdürüyor.
Tyler’ın evi de kişilikteki gibi Jack’in evinin tam tersi olarak kurgulanmış. Jack’in şehrin ortasındaki evinin tersine kentten ve insandan uzak, Jack’in temiz hijyen içindeki evinin tersine pis, musluklarından paslı sular akan, harabe, Jack’in yeni ve ihtiyacı olmayan pekçok eşya ile dolu evinin tersine çok az eşyaya sahip...
Jack’in evi havaya uçtuktan sonra Tyler’ın evi ortaya çıkıyor. Jack’in onca özenle dayayıp döşediği evi havaya uçtuğunda dairesi için “sosların olduğu ancak yemeğin olmadığı ev” demesi oldukça manidar. Uyum sağlamak için onlar gibi davranmaya çalıştığı tükettikleri, sahip oldukları üzerinden kendisini tanımlayan çağımızın narsistik bireyinin sağlam bir eleştirisini sunarak onun yaşamını terk edip Tyler’ın dürtüselliği, hemenliği temsil eden, eşyalarla pek de ilişki kurulmayan evine geçiş yapıyor.
“Mülkümü yok ederek beni özgür kılan kişi kendimi bulmamı sağladı.” diyor Jack. Tyler, Jack’in evini havaya uçurduğunda yaptığının bir benzerini Jack’in kavgalara girmesine yol açarak bedeninde bıraktığı izlerle de yapıyor. Böylelikle içerideki yıkıcılığın, öfkenin dışarıdaki tarafından da görülebilir olmasını sağlıyor.
Terapi Grupları ile Dövüş Kulübü
Jack uykusuzluk probleminin başlaması ardından bir yıl boyunca kilisedeki terapi gruplarına gidiyor. Ardından Tyler’ın kurduğu Dövüş Kulübünde sürüyor Jack’in grup ilişkileri... Kilisedeki gruplara isteyen herkes katılabilirken, Dövüş Kulübüne katılmak belli kurallara bağlı. Terapi gruplarında duygusal boşalım ağlamakla sağlanırken, Kulüpte dövüşülerek rahatlanıyor.
Bu tersine dünyalar yani Jack olmak ve Tyler olmak arasındaki ilişki bir süreklilik de içeriyor. Önce Jack’in evi varken, sonra tümüyle Tyler’ın evine taşınılması gibi önce terapi gruplarıyla sağlanan aidiyet sonrasında dövüş kulübünden sürdürülüyor. Bu anlamda Dövüş Kulübü, terapi gruplarının eleştirisi üzerinden inşa oluyor.
Peki terapi grupları nasıldı? “Her şeyi unuttum. Karanlık ve sessizlikle bütün oldum. Özgürlüğü buldum. Hiç ümidimin kalmaması özgürlük demekti. Sonra bebekler gibi uyudum. Ve bu işe bağımlı oldum. İsimsiz Alkolikler. Ensest Kurbanları Grubu. Tüberkülozla Mücadele Etme Yöntemleri. Eğer susarsanız insanlar en kötüyü varsayıyorlar.” Oysa Jack ne tüberküloz hastasıydı, ne alkolik ne de testis kanseri... Ama “İnsanlar öleceğini düşününce seni gerçekten dinliyorlar yoksa sadece sıranın kendilerine gelmesini beklerlerdi.”
Ölmekte olan kanser hastalarının bulunduğu bir grubun üyelerinden olan kadının kürsüden yaptığı konuşma ilgi çekicidir. Sonun yaklaştığını ve ölümden korkmadığını söyledikten sonra “Sona bu kadar yakınken tek istediğim son bir kez sevişmek” dediği anda diğer insanların bakışlarından ve davranışlarından uyumsuz algılandığını anlayabiliyoruz. Garip bulunan sözünün sonrasında apar topar kürsüden indiriliyor. Bu sahne ile bize terapi gruplarında cinselliğe ve saldırganlığa yer olmadığı gösteriliyor.  
Sonra olanları yine Jack anlatsın “Her akşam ölüyor ve her akşam yeniden doğuyordum. Hortlamış gibi. (...) Orada olmak. Ağlamaya hazır bir şekilde kafamı göğüslerine bastırmak. İşte benim tatilim buydu. Ama sonra. O her şeyi mahvetti. (...) Bu Marla Singer denen piliç (...) bir yalancıydı. Hiçbir hastalığı yoktu. (...) Marla. Büyük turist. Onun yalanı benim yalanımı yansıtıyordu ve birden bire hiçbir şey hissetmemeye başladım. Artık ağlayamıyordum. Ve bir kez daha uykusuzluk baş gösterdi. (...) Dört gündür uyuyamamıştım.”
Çoğul kişilik bozukluğu yaşayan kişiler, güven duygusu ile ilgili sorun yaşarlar. Bu nedenle en iyi bildikleri şeylerden biri saklanmaktır. Muhtemelen çocukluklarından bu yana deneyimledikleri dissosiasyon yaşantılarının etrafta “tuhaf” bulunacağını bildiklerinden kendilerinde bazen bilincinde dahi olamadıkları gariplikleri gizlemeyi erkenden öğrenirler. Ayrıca farklı kişilikleri de sıklıkla birbirinden gizlenir. Terapi gruplarında uydurma isimlerle bulunurken sorun yaşamayan Jack, gizlediği sır, Marla tarafından görüldüğünde terapi gruplarında da huzursuz ve yalnız hissetmeye başlar. Bu kaygı doruğa ulaştığında Tyler Jack’in karşısına çıkar. Uçaktaki karşılaşmaları sırasında Tyler, güvenlikle ilgili uyarılar içeren  yazıyı göstererek “10 bin metre havada çıkış kapısı prosedürü. Güvenlik illüzyonu. Evet sanırım öyle. Uçaklara neden oksijen maskesi koyduklarını biliyor musun? Nefes almak için. Oksijen kafa yapar. Acil durumda panik halde derin nefesler alırsın ve birdenbire bütün vücudun gevşer kaderine razı olursun. Burada hepsi görülüyor. Saatte bin kilometre hızla suya acil iniş yüzlerine bak Hindu inekleri kadar sakinler. Bu çok ilginç bir teori.” Bu sohbet ölümün konuşulduğu ama ölmekte olan bir kişinin hissedebileceği tüm duyguların kapsanmadığı terapi gruplarının da bir eleştirisi gibidir. Sadece acı ve üzüntü paylaşılmakta, öfke, saldırganlık ve cinselliğe yer ayrılmamaktadır. Dövüş Kulübü ise bu yarılmanın diğer tarafındaki duygulara izin veren ama acıya karşı dayanıklılığı olmayanı dışına atan, üzüntüyü zaten kapsamayan bir grup halini alır.
Marla’nın Jack’in gerçeğinin bir bölümünü görmesi ile oluşan yakınlık hali de Jack için tehdit edicidir. Jack, Marla’dan nefret ediyormuş, düşmanca duygular besliyormuş gibi görünürken bir yandan da gruplara dair bir ortaklık kurar, evi yandığında aramaya yeltendiği ilk kişi o’dur. Yani o yakınlık duygusunun karşıtını sürekli geliştirmektedir. Marla’nın gelişinin yarattığı kaygılar belli ki görülmekle sınırlı değildir. Hissettiği cinsel arzular da Jack için büyük bir zorluğu ifade eder. Nitekim, Tyler ortaya çıktıktan sonra yaptığı ilk işlerden biri geceler boyu Marla ile sevişmektir.
Ama Marla’yla yaşanan cinselikten önce saldırganlığın açığa çıktığı başka bir karşılaşma olur. Jack ve Tyler kıyasıya dövüşürler. O kavgada hissedilen yoğun duygular ve sonrasında hissedilen rahatlama Dövüş Kulübü fikrinin de başlangıcı olur. “Yaşadığımı en çok orada hissediyordum. Ama Dövüş kulübü sadece başlangıç ve bitiş saatleri arasında vardı. Birine çok iyi dövüş olduğunu söyleyebilsem de konuştuğum... aynı kişi olmazdı. Dövüş kulübündeki kişiliğiniz dışarıdaki kişiliğinizden farklıdır.”
Bir zamanlar Jack’in yaşamındaki temel uğraşı işi ve işi dışında kalan zamanlarda alışveriş yapmak iken şimdi artık işte geçirdiği zaman “boşa geçen zaman” “bir bekleme zamanı”dır.  Alışveriş yapmayı ise tümüyle bırakmıştır. Bir süre sonra işe gitmemenin tüm zamanını Dövüş Kulübüne ayırmanın yolunu da bulur.
Jack’in eşyalarla dolu ama yaşantıdan ve duygulardan uzak, yalnız evinin yerini Tyler’ın eşyasız, kalabalık, sürekli yaşayan, üreten evi almıştır. Kavgalar, bedeni yani ambalajı hasarlarken bir yandan da içeride duyguların yeşermesine, hizalanmasına izin verir. “Evet, bu morluklar dövüşten kalma. Evet, onlarla yaşamaktan mutluyum. Ben aydınlandım.” Yara izleri, kavgadan kalma izler, yaşadığına, acı duyan, endişe eden bir insan olduğuna, bir diğer kişiyle yoğun bir ilişki içine girip başka birine yoğun duygular hissederek kavga ettiğine delil gibidir. Bedeninde kavgadan kalma izler bulunan bir beden ambalajı bozuk bir ürün gibidir, kendisinden uzak durulmasını söyler. Örselenmemiş, bakımlı, yarasız, beresiz bir beden iyi, güzel, uyumlu, tam olanı yansıtıyormuş gibi algılanırken tersi güvensizliğe, tekinsizliğe, tehlikeye, kirli ve kötü olana çağrışım sunar. Bu çağrışım geçmişte Jack’i kaygılandırırken şimdi keyiflendirir.
Dövüş Kulübünün kuralları aslında çoğul kişilikleri sürdürmenin de koşullarıdır. Bunca zamandır saklamanın zorluklarını yaşayan kişi böylelikle gizlenmenin hazzını da açığa çıkarır. “Dövüş Kulübü’nin birinci kuralı, Dövüş Kulübü hakkında konuşmayacaksınız.” “Dövüş Kulübü’nün üçüncü kuralı, birisi dur derse ya da sakatlanırsa kavga biter.” “Dövüş Kulübü’nün sekizinci kuralı, eğer bu Dövüş Kulübü’nde ilk gecenizse, dövüşmek zorundasınız!”
Tyler, bir lidere dönüşür. Üyelerine dövüş ödevleri verir. Verdiği ilk ev ödevi, gidip kavga çıkarmak ve dayak yemektir. Böyleylikle dövüşçüleri, dayak yemek, beden bütünlüğünün bozulması, bedeninde yara, bere izlerinin kalması, acıyla karşılaşma korkularıyla yüzleştirmeyi hedefler. Bu ödevin diğer bir amacı bir gizli örgüte dönüşen Kulübün eyleminin propagandasını yapmaktır. Böylelikle sokaktaki adama dövüşmek, yenmek ve hissettirdikleri öğretilir. Kapitalizmin yenilmiş, arzusundan uzaklaşmış, sinmiş kişisine birey olma şansı sunar kavgayla... Tyler dövüştükleri barın sahibini korkutmak istediğinde onu döverek değil, kendisi dövülerek korkutur. Dövüş mekanını, korkusuzluğu ve umursamazlığı ile kazanır.
Tyler ve Jack Olarak Bölünen Çağımıza Dair Güçlü Bir Söz: Dövüş Kulübü
Çoğul kişilik bozukluğunda, kişilikler aynı kişiye ait olsalar da bambaşka kişilermişcesine (Jack ve Tyler olabilecek kadar) farklılaşmışlardır. Öyle ki çoğul kişiliklerde “öznel yaş, cinsel kimlik, sistemik hastalıklar, alerjiler, gözlük numarası, EEG bulguları, el yazısı, yazarken kullandığı el, bağımlılıklar, dil becerileri” (Nancy McWillams, Psikanalitik Tanı) bile farklılıklar gösterebilir.
Dövüş Kulübünün bunca ilgi çekmesinin Jack ve Tyler karakterlerinin çarpıcılığı, aralarındaki ilişki ve öykünün sürprizli sonu ile çok ilgisi olsa da filmin eleştirel sözünün de kitlelerce çarpıcı bulunduğu unutulmamalı. Çağımız insanının depresif, narsistik, anlam arayışından vazgeçmiş bu nedenle bir bakıma intihara eğilimli gerçeğini yansıtan Jack ile arzularını hızlıca yaşama geçirebilecek yeteneklere sahip, kavga etmekten korkmayan, cinselliğini yaşayan, düzenli işi ve uyum sağlamayı reddeden karakter Tyler arasında bölünüşü filmde temas edilen temel gerçekliği ifade ediyor. Tyler’ın karşı çıkışı salt tersini yapan bir ergen isyanını ifade ettiğinden büyük riskler barındırıyor, yaşamı ve umudu üretmiyor. Ezilmek istemeyen, başkalarının kontrolü altına girmek istemeyen bireyler kolaylıkla ezen, baskı kuran, korkutan figürlere dönüşebiliyor.
Dövüş Kulübü şüphesiz erkek dünyasına dair bir film... Yeniden “erkek”liği kazanmaya dair bir dert Dövüş Kulübününki... Nitekim Tyler üyelerine şöyle sesleniyor;
“Burada yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. Bir potansiyel görüyorum. Ama heba oluyor. Lanet olsun bütün bir nesil benzin pompalıyor. Garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köleler olmuşlar. Reklamlara kanıp araba ve kıyafet kovalıyorlar. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp ihtiyaç duymadığımız şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Ne bir amacımız var ne de bir yerimiz. Ne büyük savaşı yaşadık ne de büyük buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş en büyük buhranımız hayatlarımız. Televizyonla büyürken bir gün milyoner bir film yıldızı ya da Rock yıldızı olacağımıza inandık ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve çok ama çok kızgınız.”
Erkeklerin endişesi, erkek olamamak... Filmin tartışmaya açtığı sorulardan biri de şu; binyıllardır süren erkek egemen bir geçmişin izini bugünde sürdüğümüzde gerçekte erkeğe egemen olan kim? Erkeğe egemen olan “erkek”likler filmde baba, patron ya da tanrı olarak tanımlanıyor.
Erkekliği kaybetme, hadım edilmeye dair endişeler daha filmin en başından tıbbi nedenlerle hayatta kalmasını sağlamak için hadım edilen adamların bulunduğu testis kanseri grubundaki anlatılardan görünür oluyor. Sonrasında evini kaybeden Jack’e Tyler’ın söylediği “Daha kötüsü de olabilirdi. Kadının biri sen uyurken penisini kesip arabanın penceresinden atabilirdi.” sözüyle vurgu devam ediyor. Emniyet Müdürünü de iğdiş etmekle tehdit ettikleri sahnede, vahşi biçimde açığa çıkarılıyor.
Kapitalizmin kadın bedeni üzerindeki metalaştırıcı izlerinden söz ederiz genellikle. Dövüş Kulübü filmi, erkek bedeni üzerinden de yeniden düşünmemizi sağlıyor. Bob karakteri bunu düşünmek için iyi bir örnek sunuyor. Bir zamanların en iyi vücuda sahip Amerikalı erkeklerinden biri iken tam da o hale gelmek için kullandığı doping ilaçları yüzünden kocaman memeleri olan ve testisleri bulunmayan birine dönüşüyor. Dışarıyı süslerken içeriyi yok eden, çerçeveyi parlatırken resmi silen bir düzenle karşı karşıya olduğumuz gerçeği Bob’un bedeninin geçirdiği dönüşümle bir kez daha anlatılıyor.
Filmin sonunda Jack açıklar. “Ve o anda her şeyin tabancanın bombanın ve devrimin Marla Singer adında bir kızla ilgili olduğunu fark ettim.” Marla... Yani öyküdeki tek kadın. Marla’yı iki erkek karakter arasında süren erotik oyununun bir aracı gibi de düşünebiliriz, iki erkeğin birbiri ile bir yandan dost olduğu diğer yandan kadın için rekabet ettiği bir oyunun içinde olduğunu da... İşte yine Jack söylesin; “Hani damağınızda dilinizle oynamasanız geçecek küçük bir yara olur ya işte Marla öyle bir şey.”
Marla karakteri de aslında klişe bir psikoloji sözünün sinema ekranlarından bağırmasıdır. “Erkekler saldırganlıklarını başkalarına, kadınlar kendilerine yöneltiyor.” İşte filmde de böyledir. Marla intihar eğilimli ve depresiftir. O da Tyler gibi düzene uyum sağlamayı reddetmiştir ama reddi bir isyan içermez, kendi halinde ve içe dönüktür. Kendisine “et parçası” diyen biriyle sevişir, Jack’in kötü davranmalarına karşın o eve gelmeyi sürdürür. İki kişilik arasında kalırken sorularının yanıtlanmasını talep etmez. İlişkide belirlenendir.
Sistemden Çıkış Yok: Kaos Projesi...
Tyler tüketime dair gerçek ve iyi bir eleştiri ile çıkıyor yola; Tükettiklerinizin önemli bir bölümü gerçek ihtiyaçlarınız değil. Üstelik ihtiyaçlarınızı da kendiniz belirlemiyorsunuz. Hem ürettiğinizden çok daha fazlasını tüketiyorsunuz hem de tüketerek mutlu olmayı hedefliyor ancak ve sadece daha fazla zincire bağlanarak özgürlüğünüzden oluyorsunuz. Ne için tüketiyorsunuz? Tüketim için tüketiyorsunuz. Bir anlamda amaçsızlaşan faaliyetler toplamı olarak sunuluyor çağımız insanı...
Sonra gerçek duyguların ortaya çıkması, acının yaşanması ihtiyacını ortaya çıkaracak bir araç olarak kavgayı getiriyor. İki kişi, erkek erkeğe, gittiği yere kadar dövüşmek... Epey tutkulu iş. Tüketimin azalttıklarını çoğaltalım. Ama iş burada kalmıyor elbette. Bunu yaparken aynı zamanda çocuk filmlerinin arasına porno görüntüleri yerleştirmeyi, zenginlerin gittiği restoranlarda çorbaların içine işemeyi, düşmanca ve intikam dolu eylemleri de sürdürüyor. Bütün olmayı engelleyen bir şey katıyor dünyaya, iğreti, uyumsuz parçalayan bir şey... Çorbadaki çiş, çocuk filminin ortasındaki penis, ya da kapitalizmin orta yerinde Dövüş Kulübü... Zenginlerin yağından önce sabun sonra patlayıcı yapıyor örneğin. İnsan yağından sabun yapmak Nazileri hatırlattığı için çok kışkırtıcı bir yandan... Diğer yandan hijyene, kapitalizmin nezih ve steril alanlarına da bir eleştiri sunuyor.
Ve öfkesi, nefreti bir türlü dinmeyen Tyler, Jack karşısında güç kazandıkça planlarını geliştiriyor. Dövüş Kulübünde örgütlediği adamlarla Kaos projesini planlıyor. “Kaos projesinin uygulama ekibi 12 binanın taşıyıcı sütunlarına patlayıcı yerleştirdi.” Çünkü Tyler’a göre “Her şeyin yıkılıp, bütün borçların silindiği bir sistemde; yeniden başlamak, yeni bir hayat kurmak daha kolay olacaktır.” “Sadece bir felaketten sonra yeniden dirilebiliriz” Ancak planının tamamını Jack’e söylemediğinde Jack ve Tyler’ın birleşen yolları yeniden ayrılmaya başlar. Jack, Tyler’ı durdurmak için yola çıktığında Tyler’ın ondan saklanmak ve kendi planını korumak için hazırlıklı olduğunu görür. Son sahnede Tyler’ın ağzına silah dayalıyken “Bir an için Tyler'ın kontrollü patlatma planını unutup acaba o tabanca temiz miydi diye düşündüm.” demesi ironik biçimde anlamlıdır.
Tyler, tüketimden, zenginlerden, tutsaklıktan, baskılardan nefret ediyormuş gibi görünürken asıl olarak kendi içinde de olan pasif tarafa, üzüntüye, gözyaşına, dişiye öyle nefret doludur ki sonunda bir bakıma “halk düşmanı”na dönüşür. “Elime bir tüfek alıp türünü korumak için çiftleşmeyen her pandayı vurmak istiyordum. Petrol tankerlerini açıp o hiç görmeyeceğim Fransız sahillerini pisletmek istiyordum. Duman solumak istiyordum. Ne yapıyordun psikopat çocuk? Güzel bir şeyi yok etmek istedim.”

Film bittiğinde “Eğer şimdi ölseydin yaşamın için ne düşünecektin?” sorusu Tyler’ın sesiyle kulaklarımızda yankılanırken bina yıkan Tyler’ın sadece bu eylemleriyle sistemi yıkamayacağı, yıkamadığında da ona hizmet edeceği üzerine düşünürken buluruz kendimizi. Tyler-Jack yalnızlaşmış, yabancılaşmış ve çaresiz kılınmış bireyin sistem dışına çıksa da sistemin “alter”i olmaktan öteye gidemeyeceğini açık biçimde bir kez daha gösterir bizlere... 

10 Temmuz 2017 Pazartesi

OYA YAĞCI'DAN BAKIŞINI ERTELEME EY SEVGİLİ
Jaguarın Gözleri, aşkın, arkadaşlığın, komşuluğun ve aslında uzamın politikliği üzerine, söylemsel siyasetin dışına çıkan ve politik olanın kalbine dalan bir bakış öneriyor.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
08 Temmuz 2017

Sermayenin hikayesi fütursuzluğun, şımarıklığın ve zorbalığın hikayesidir. Oyunun kurallarını koyan ve canı istediğinde kuralları değiştiren, itiraz edeni de suçlu ilan eden, “Sıfır toplamlı” oyunun arsız ve açgözlü “Kazanan her şeyi alır” diyeni, kurnazlığın zafer olduğuna inandırmak ister herkesi.
Sıfırı kabul etmeyenleri ve oyuna katılmayanları düşman ilan eder. Tanınmaktır onu dehşete düşüren. Kendini semirtmek için yıkmak ve yıkımı istikrar olarak sunmak zorundadır. İstikrar, kapitalizmin sözlüğünde yaşamın ölümü ve ölü nesneler dünyası demektir. Ölümde ve yoksullukta eşit olmak emeğe, cinayet işleme özgürlüğü sermayeye... Budur düzenin özeti!
1980’lerden itibaren, Hobbes’cu fiksiyonu mutlak gerçeklik mertebesine çıkaran neoliberal yağma, her koyunun kendi bacağından asılması gereğini ve herkesin herkesle savaşını, mutlak bir önkabul olarak sürdü piyasaya. Yarattığı dehşeti düzen olarak kalıcılaştırma telaşı, akıl, vicdan ve idrak gerektirmeyen boşluğundan kaynaklanan, politikasız siyasetin bu janjanlı paketi, şiddetin kalıcılaşması ve gücün yoğunlaşması ekseninde zorbalığın evrenselleştirilmesinden başka bir şey değil.
Siyasetin teknokratlaşması, uzmanlar arası bir prosedür olarak demokrasinin formelleşmesine ve içeriksizleştirilmesine yol açarak, ekonomik zorbalığın eşitsizlik üretimini meşrulaştırır. Dolayısıyla, siyasetin bilim olma iddialarını besleyen teknikçi-teknotrat-pozitivist gelişiminin, aynı zamanda toplumsal-politik alanda bir daralmanın tarihi olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu nedenle resmi tarihin ve güncel sistemik siyasetin tarihdışı niteliği hatırda tutulmadan bir özgürlük mücadelesi inşa etmek zordur.
Belki de bu nedenle siyaset bilimi kitaplarından daha çok, roman-şiir-öykü-deneme okumalı ve bağımsız filmler izlemeli ve gündelik yaşam içinde birbirimizle teması sürekli bir biçimde yeniden örgütlemeliyiz. Çünkü toplu mezarlara gömülen tüm öyküleri ancak oralarda bulabiliriz. Tarihsel hafıza, tarihin içinde kalmakla mümkündür çünkü. Tarih toplu mezarların hikayesidir, açığa çıkarılmayı bekler ve açığa çıkaran da hesap sormadan yola devam edemeyendir.
Banu Bülbül’ün “Jaguarın Gözleri” romanını belki de bu nedenle bir romanın ötesinde düşünmek istedim. Benim için toplumsal mücadelede biçimin tartışıldığı bir tarihsel tanıklıktı daha çok.
Politik özneye dair bütünlükçü-temsilci söylemleri kendi kurgusuyla eleştiren, fazladan söz söyleme gereği duymayan, örgüt-iktidar denklemini tartışmaya açan ve aleniyet ilkesinin bir örgütlenme pratiği olarak işlevsel ve kapsayıcı yönünü düşünmeye davet eden romanda, dayanışma formları ve bilgiye ulaşma yolları açısından sokakta ve sokakla örgütlenmenin önemine yapılan vurgu belirgindi.
Mevcut örgütsel yapıların iktidarları çöküyor, zira temsiline soyundukları çoklukla başedebilecek bilgiye ve sezgiye sahip değiller. Yasakçı, susturucu mantık bu nedenle şiddetin farklı biçimlerini örgütlemenin ötesinde bir işleve sahip değil. Dolayısıyla, kitabın politik mücadelede biçim arayışına ilişkin boyutu, eski örgüt modellerinin hiyerarşik yapısı ile merkezde durma-iktidar olma arayışlarından kaynaklanan bürokratik ve katılaşmış dışlayıcılığın, neden artık kabul görmediğini de ortaya koyar nitelikte.
Son dönem roman ve öykülerde eş zamanlı olarak ortaya çıkanın da örgütlenme ve mücadelede özne sorunsalı etrafında şekillendiğini görmek mümkün. Gezi bu anlamda önemli bir deneyim ve Gezi belleği, hem kuşak sorununu hem de mücadelede yeni form arayışlarının ifade kanallarını gündeme taşıması açısından önemli, tarihsel bir ders olarak duruyor karşımızda.
Temsil artık temsil etmediğinin idrakinde; kadını, yoksulu, dışlanmışı görmeyen gözlerin egemen olduğu mücadele alanı bu nedenle çoklu mücadele süreçleri gerektiriyor.
Mücadele, aşk ve arkadaşlık için temas gerekiyor. Romanın karakterlerinden Zeynep’in işaret ettiği durum aslında “çaresizliği örgütleyen” kabulleri ortaya koyması açısından önemli:
“Dokunmak bir büyüyü bozuyor diye öğrenmiş bu toprakların insanları. Yakınlık kirletir, bozar sanmışlar. Uzaktan sevmelerin insanı olmuşlar... (D)okunmanın, temasın değersizleştirildiği topraklar bunlar.”
Zeynep’in bu tespitinin izini sürmek gerek; orta sınıflaştırmanın, siyasetten arındırılmış kamusal alanın ve politik alandan dışlanmışların sus payı olarak borçlandırma rejimi, hijyen yaşam tarzlarının pazarlanarak palazlandığı getto kentlerde, hijyene nasıl teslim olduğumuzu düşünmemizi sağlar en azından.
Temassızlık gettoyu besler; hem muhafazakarlığın bakışsızlığı ve gözgöze gelme korkusunu normalleştirir hem de entelektüel mesafe adına kirlenmeme endişesini sırça kümesin hammaddesi yapar. Yoksulluğun gettolarında ne yaşandığı anlaşılmadan kalırken, toplumsalın ufuk yitimi, tahakkümün mutlaklaştırılmasına giden yolları döşer.
Jaguarın Gözleri, aşkın, arkadaşlığın, komşuluğun ve aslında uzamın politikliği üzerine, söylemsel siyasetin dışına çıkan ve politik olanın kalbine dalan bir bakış öneriyor. Demirören, Ağaoğlu, Çalık gibi türedi isimlerin ve belediyelerin, vurguncu rantın taşeronlaşmış kalelerine dönüşmelerinin, aşina olduğumuz tarihsiz tarihini, Cumartesi Anneleri’nin simgelediği siyasi kayıpların hikayesine bağlayan bir bütünlüklü bakışa davet ediyor bizi.
Kapitalizm-sınıf ve sermaye birikim sürecinin ortak tarihine gözlerini kapatan ya da bakışını kaçıranların ummanında, Jaguarın bakışını ödünç alanların mücadelesini aktarıyor. Hak aramanın kriminalize edildiği koşullarda, şirket-devlet-çete üçgeni, imtiyazlı iktidar alanlarını korumak için ömrümüzü polisiye hikâyeye çevirmişken, bu hikâyeyi açığa çıkaran bir romana polisiye demek ne kadar yerinde olabilir?
Jaguarın Gözleri, Özgür’ün müdahilliğinin açtığı yolu Umut’un doğumuna taşırken, aynı zamanda  eşitler arası bir yaşamı örgütlemenin yöntemlerini sorguluyor. Eylemsel düzlemde bütünleştirici bir öneri sunan ancak müdahil öznelerin hiçbirini bütünlüğe kurban etmeyen, temsil ve iktidar kavramlarının olgucu dayatmalarına direnen bir politik alan açmanın imkanları üzerine düşünmek, biraz da kendinden sıyrılmakla ilgili değil mi?
Hasım gördüğünü anında cesede çeviren bir örgütlü suç mekanizması olarak sermaye birikim mekanizmalarının geride bıraktığı toplu mezarları, cesetlerimiz üzerinde yükselen beton kentler üzerinden okumak, salt kimlik olarak görünenin ötesine geçmeye imkân tanıyor.
Siyasalı ekonominin hizmetine sokanlar için toplumsal olan ne varsa, atılması, bastırılması, sindirilmesi gereken bir posadan ibarettir ve aynı zamanda politik olanın ve politik alanın imhası, iktidar için de hukuk ve siyaset dışı bir çete örgütlenmesini kalıcılaştırmaya yarar. Geniş toplumsal kesimleri dışlayan sermaye-iktidar için toplumun yokluğunda açılan alan, genişleme değil ama bizzat kendisi için daralma alanıdır ve suç işlemeksizin varolamayacağı bir yeraltı örgütlenmesidir artık iktidar. Yani alanı kendisi için temizlerken aynı zamanda meşruiyetini ve zeminini kaybetmeye yazgılıdır.
Aleniyet bu nedenle önemli bir mücadele biçimidir ve iktidar sermayenin anonimleştirerek yok ettiği toplumsal sınıfsal dokunun bumerang olarak kendine dönmesi de aleniyet ve anonimlikle sağlanabilir. Kolektiviteye dayalı ve standardizasyon ve pasifizasyonun dışında ve reddinde örgütlenen bir anonimlik, yatay örgütlenmenin de dinamik formunu oluşturabilir. Hukuksuzlukla kuşatılmış aleniyet kısa vadede sonucu garantilemese de, iktidarı dehşete düşürmenin en etkili formu olabilir.
Kentsel dönüşüm politikaları, direnişin çoklu ve acil biçimlerini zorlayan bir dayatmacı dinamiğe sahip.  Şirket-devlet-çete üçgeninde gerçekleşen bu politikaların kuralsızlığı, demokrasiyi ve katılımı kurtulunması gereken bir yüke çevirmekte de oldukça mahir.
Sarıyer’deki toplu mezar bu açıdan romanın merkezi metaforu olarak okunabilir. Kentsel dönüşüm aslında, doğanın, yaşam alanlarının, kültürün, tarihin ve yaşam kaynaklarının yok edildiği bir yıkım süreciyken, bu sürece karşı çıkanların faili meçhule kurban gitmesi kural haline geldi.
Güneydoğu’da izlenen saldırgan ve yıkıcı politikaların da temelinde, Kürt coğrafyasının ilksel birikim süreçlerinde mülksüzleştirilmesi ve devletin şimdiye kadar giremediği yerleri, şirketler lehine gaspı olarak görmek de mümkün. Sarıyer aynı zamanda sokaklarına beton dökülerek suç izleri silinen Sur’dur, bodrumlarında devletin ölümcül izini taşıyan Cizre’dir, Suruç’tur...
Jaguarın Gözleri politik özneye ilişkin sorunsalı merkeze koyması ile önemli bir iş yapıyor. Kimlik politikalarının ayrıştırıcı dinamiğine karşı kentsel dönüşümün yıktığı tüm özneleri bir arada düşünebilen ve henüz oluşum halindeki sınıfın farklılıklardan ziyade ortaklıklarla belirginleşen kapsamına kapı aralayan bir yaklaşıma sahip. Tek eleştirim “Hepberaber” derneğinin forumlarında kullanılan dilin didaktik doğrudanlığı. Ama politik alanda didaktizm işlevseldir de aynı zamanda.
“Cinayeti gördüm” diyebilmenin koşulu tek başına fedalıktan değil, suçun bilgisini ve delillerini alenileştirmekten ve farklı mücadele düzeylerini örgütlemekten geçer. Jaguarın Gözleri’nde gördüğüm bakış yalın, net ve basit. Herkes için eşit göz seviyesi sunan romanı okumanızı öneririm.
Bir de kadın dayanışmasının cesarete dayalı kendiliğindenliğini görmek her zaman iyi gelir. (OY/YY)
* Jaguarın Gözleri, Banu Bülbül, Notabene Yayınları, 2017, 248 sayfa
İstanbul’dan gelen haberler şahane. Tahmin ettiğimiz gibi milyonlar akacak miting alanına... Ben gidemedim evdeyim. Tedirginlikten, meraktan, heyecandan kendimi işe vermiştim. Haberler geliyor, insanların gülen fotoğrafları, videoları, kimileri ağlıyor gördükleri, duydukları karşısında...
Bu yürüyüş önemli ve kıymetli. Eleştirebilirsiniz, önerileriniz olabilir ama dudak bükülüp küçümsenecek iş değil. Önümüzdeki günler de bunu gösterecek elbette... Bizim solda hiç hoşlanmadığım bir kitle var. Bunun ulusalcı olanı da mevcut tam aksi olanı da (aksi dediğime bakmayın aslında dünyayı dolaşarak aynı yere dönenlerin durumu onların ki)... Burnu kaf dağında, her söze “Hayıııır, öyle değil” diye başlayan, olan biten herşeyi değersizleştiren, acının pornografisini yapan bir grup insan... Şimdi tabii bu yürüyüşe ve mitinge de böyle yaklaşıyorlar. Küçümsüyorlar, değersizleştiriyorlar ve asla başaramayacakları halde gündemi değiştirmeye çalışıyorlar. Bir dakika durun bakın, orada İstanbul’da bir şey oluyor.
Benim görüşlerim ise şöyle;
1) Epeydir oturmak, oturup kalmak, oturarak eylem yapmak, beklemek temaları üzerine kurulu bir muhalefet etme biçimi vardı. Yürümek hem de kilometrelerce yürümek sembolik olarak bile iyileştirici donan bir nehrin akışını çağrıştıran güzel bir iş oldu.
2) “Adalet” doğru ve güncel bir talepti, doğru biçimde merkeze alındı. Adaleti CHP mi sağlayacak? gibi sorular soruldu, soruluyor. Bu haklı soruya yanıtım şöyle olur. Adaleti ancak kitleler sağlayabilir güzel kardeşim. Ve tabii ki adalet için hele de tüm ezilen, sömürülenlerin adaleti için çok uzun yollar yürümesi gerekir bu ülkenin. “Uzun yollar” dediğim iş tek başına ne zamansal ne de mekansal mevzu değil elbette.
3) Ve tabii ki daha gidecek çok yolumuz var. Biliyorum pek çok siyasal talebi ortaklaşabilecek bir kitle değil İstanbul’daki. Elbette kapsayıcılığı sınırlı. Ama dahil olmak için ne engel? Dahil olup kendini ve taleplerini de orada var etmek için... Ben orada “Demirtaş terörist değildir” dendiğini de gördüm. “Suruç için Adalet” yazılarını da... Demek ki oluyor, yapılabiliyor. “Bizi istemiyorlar, sevmiyorlar” diye arkamızı dönmemiz tam da CHP içinde dışlayıcı anlayışların ekmeğine yap sürmek değildir de nedir? Pek hoşuma gitti şimdi bu eski söz... Ekmeklerine yağ sürmeyin, yavan kalsın sonra da bu işlerden yani darlık üretme işinden ekmek yiyemez olsunlar.
4) “Sen niye gitmedin peki?” sorusuna yanıtım şöyle “Cidden beceremedim, organize olamadım. Ama İstanbul’da olmak isterdim.
5) Son olarak “küsmeyelim tartışalım” diyorum. Vee daha gidecek çok yolumuz olduğunu elbette biliyorum ama heyecanlanmadan da edemiyorum ve heyecanlanmadan da hiç bir şey olmuyor. Ayağınıza sağlık yürüyenler, alanlara dolan, İstanbul’daki arkadaşlarım. Sadece kendisi için “adalet” istemeyen herkesin talebini, varlığını hissediyorum, yüreğime alıyorum ferahlıyorum, nefesim rahatlıyor. Ne çok ihtiyacımız varmış.

2 Temmuz 2017 Pazar

Temmuz'a  

Ateşe şiirler yazan ozan gözleri düşer kavruk gecelerimize
Analarinin avuçları titrek ve göğe açık bir huzursuzluktur ağırlaştırır sıcağı
Gözyaşının nemi çöker damarlara
Sivas'in kötülüğü pusuda bekler adı başka ellerde
Bidon bidon ihanet
Ilmek ılmek nefret
Satir bıçak cinayet olur Doğusunda sıratın...
Sonra Suruç olur sıçrar kefene kan
Beden beden tükenen akıl
Pimi çekili insan
Fitili yanan vicdan
Sonrası güneşi yangına dönüştüren bir mercek
Sonrası yitik gülüşler
Oysa anneler elveda diyemezler
Temmuzun hafızası cehennem
Yollar ve gözler
Madimakta merdivenlerde umutsuz bekleyişler
Geceler uzundur Temmuz'da
Sıcak ve uykusuz
Temmuz hafızası
Dipsiz bir kuyunun ağzı
Ki
Ufukları alan göze sığmaz o karanlık
Gönül geniş, kavruk bir ot yığını Temmuz'da
Bir cam kirigi yeter ortalığı tutuşturmaya.