18 Ağustos 2016 Perşembe

NASIL  BAŞETMELİ ?  

Sosyal medyadan, gazetelerden ekran sayfalarından aşağı doğru indikçe gerçek hayatlar ve gerçek ölümler gözlerimizin önünden geçiyor birbiri ardı sıra...
Sıra sıra sıralanıyor ve gözümüzün önünden geçiriliyor kelepçeli insanlar... Onun da plastiği çıktı tabii herşey gibi... Plastik kelepçelerin tersi var düzü var. Özgür Gündem kaçıncı kez basılıyor. Yıllarımız Özgür Gündem’in haberleriyle ve Özgür Gündem’le ilgili haberleri okumakla geçti. Öldürülen muhabirlerini, bombalanan binalarını okuduk. Kapatılma kararlarını, gazete baskınlarını... Okuyarak, ziyaret ederek tanıklık ettik. Bundan sonra da Özgür Gündem hem haber yapmayı hem haber olmayı bir biçimde sürdürür elbet.
Sıra sıra ölüler toz toprak içinde göçük altında yatıyor. Bugünlerde yıldönümünü yaşıyoruz 99’da olan büyük depremin... Binlerce insan öldü. Daha da çokları kat kat çokları bu anıyla yüreği yaralananlar yani bizler... Hepimize her türlü felaket değiyor artık. O felaketlere dair anısı olmayan yok. Depreme teması olmayan hane halkı mı var...
Soma davası yaklaşıyor bir kez daha. Bilirkişi raporu şirket sahipleri delilleri karartmış diyor. Biz bunları ancak bizim basın sayesinde öğrenebiliyoruz. Onlar sayesinde üzerine gidiliyor haksızlıkların... Onlar da defalarca tehdit, kapatma, gözdağı... Oysa genel olarak kitleler, başına bir iş gelmeden hem de kitlesel bir katliam gelmeden pek de haberdar olamıyor kendisini anlatan basından... Milyonlarca emekçi, Birgün'ü bilmiyor Özgür Gündem'i, Evrensel’i, sendika.org'u öğrenemiyor büyük bir hak kaybına hatta can kaybına uğramadan... Neden mi? Nedenini tartışmak bu yazının sınırlarını aşar. Ama birazı maden işçisinin yerin altına, köyüne sıkıştırılan hayatında, o yoksullukla boğuşan gündelik yaşamında bir kısmı işte onu anlatan basına yönelik bunca yoğun baskıda bir bölümü de genel olarak solun çalışma planlarının eleştirisinde saklı...
Ve tabii gözümüzün önünde toprağın altında kömürün karasına bulanmış yatıyor ölüler bu defa...
Sözcükler anlamını yitirirken, çözülürken birer birer taşlaşıp tıkıyor boğazımızı... Kah Özgür Gündem'den zorla çıkarılan gazeteci oluyoruz kah göçüğün altında ölümü bekleyen çaresiz kişi ya da madenin altındaki bir işçi... Aslı Erdoğan oluyoruz alakasız sorgularda bir yazar daha... Neredeyse gözaltı anısı olmayan edebiyatçımız yok.
Peki bütün bunlarla birlikte, bu saldırılara karşı ve bunlara rağmen... Hangi formu seçerseniz seçin birşeyler yapmak için temel dayanaklarımız neler olacak? Elbette herkesin aklına gelenler dışında birşey söyleyecek değilim ama bugün özellikle tarih bilincine sahip olmanın ne denli mühim olduğuna vurgu yapmak istiyorum. İnsanın doğumunu düşünün. Bebek için doğumla beraber maruz kalınan ses, ışık, bir sürü hareketli görüntü ne kadar korkutucudur. Sonra deneyimler ufak ufak birikmeye başlar. Bazı insanların varlığı güven anlamına gelir. Bazı sesler rahatlatıcı olur. Tüm bunlar iyi deneyimlerin birikmesiyle sağlanır. Bazı uyarıcılar da tersine korkutucu ve tehditkar algılanır. Peki nasıl yine deneyimle... İşte bu deneyimlerin birikmesi aslında hayatta kalma becerisini beraberinde getirir. Bellekte biriktirme süreci anlamlandırmadan bağımsız düşünülemez.
Bütün bunları niye söyledim şimdi? Ne alakası var bebeğin haliyle bizim halimizin? Demem o ki bizim deneyimlerimiz de kaçbin yıllık sınıflı toplumlar tarihi boyunca birikti, birikti. Eğer o deneyimleri anlamlandırıp belleğimizden gerekli zamanlarda geri çağıracak biçimde işlemezsek aklımızı devrede tutmamız mümkün olmayacak. Aklımız devrede olmazsa mütemadiyen hata yapacak ve yenilip duracağız. Bunu anımsatmak için bunca lafı ediyorum. Mazlum edebiyatından çok çektik bu coğrafyada... İslamcılar devletin bir düzeyde sahibi olmayı her zaman başardığı halde baş yana düşük bir mağduriyet bir mağduriyet... Bizim çok gerçek mağduriyetlerimiz var biliyorum. Çok haksızlığa uğradık doğru. Bunları anlatmak başlı başına bir iş kim reddedebilir ki... Ama işte artık gördüğümüz zulümleri konuşmanın ötesine geçebilecek miyiz onu merak ediyorum. Gezi’de mesela bir parkı yıktırmadık. Bu iş büyük mü, küçük mü derdim bu değil. Minik de olsa zaferler kazanmaktan söz ediyoru. Kazanılan zafer minik de olsa, büyüklerinin kazanılabileceğini gösteren gerçekbir tarihsel deneyimdir çünkü... Hayatta kalma becerisini artırır.
Bu ara olaylar genellikle şöyle gelişiyor. Bizi çok üzen, çok öfkelendiren, çok korkutan (bu duygulardan herhangi biri öne çıkıyor olabilir) bir olay yaşanıyor. Sonra üzülmek, korkmak ayıpmış gibi yaklaşıldığından sadece öfke duygusu kabul gördüğünden her türlü duygu öfkeye devşiriliyor ve bir ödeşme, intikam mantığıyla işe girişiliyor. Tabii işe öfkeyle işe girişene dek yürünen yolda sıvışan da çok oluyor. Hani reddettiğiniz korku ve üzüntü duygusu ağır basanlar çoktan evin yolunu tutmuş oluyor. Öfkeli bir grup insan bir yerlerde korkulu ve üzgün kalabalıklar adına sonuçlarını yeterince görüp gözetmediği birşeyler yapıyor. Egemenler böyle yaklaşmıyor oysa... Onlar çok öfkeliymiş gibi göründüklerinde bile akılları yettiğince soğukkanlı çıkarlarına uygun planlar yapıyorlar. Bizim cenahta ise sürekli yoğun ve başa çıkılması zor duygular yaratan olaylarla karşılaşıp o duygudan bu duyguya bu duyguları da inkar ede ede ilerleyen akla da yazık ki yeterince yer açılamayan bir yoldan ilerliyoruz.
Sonuç olarak demem o ki; “böylesi görülmedi” “dünyanın sonu geldi” diye bağırmadan önce bir nefes alın düşünün. Daha önce neler neler yaşandığını göreceksiniz. Birey birey grup grup insanlardan değil de insanlıktan söz ediyorsak bin beterleri geldi insanlığın başına... Çok daha korkulu eşiklerde beklediğimiz oldu. Hala zaferler kazanmak için yığınla olanak var ve küçük burjuva umutsuzluğunun, çaresizliğinin, belleksizliğinin, herşeyi kendisiyle başlayıp kendisiyle bitirişin zihinlere egemen oluşu yetse ya artık... Elbette insan kendini çaresiz umutsuz da hissedebilir. Ama bu duyguyu yaymaya çalışmak başka şey başetmeye çalışmak başka... Aradaki farkın sınıfsal anlamları olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

Geçmişle bugün arasındaki en önemli farklardan biri sürekli haber alıyor oluşumuz. Sürekli haber alabiliyor olmak kimi duyguların yoğun yaşanmasına ve üzerine uzun boylu düşünülmemesini destekliyor olabilir mi? Bunca yanlış haberin ortalıkta bu kadar rahat ve uzun yollar aşarak dolaşması da buna işaret değil mi? Mesela en son “durum ciddi” diye başlayan bir facebook paylaşımı nasıl da dolaştı ortalıkta. En aklı başında olduğunu düşündüğümüz insanların bir kısmı bile paylaşmadılar mı?Sürekli haber almakla birlikte çok kıymetli birşeyi daha harekete geçirmek iyi olmaz mı sizce de? Düşünmek ve geleceği emekten, barıştan, dayanışmadan, yaşamdan, sevgiden yana değiştirmek için planlar yapmak... 

12 Ağustos 2016 Cuma

DÜNDEN DEVAM

"Konuşmalıyız"ın susmalıyız versiyonunu yazmak istedim bugün de... Dün o paylaşımı yapar yapmaz eksik kaldığını hissediyordum. Neyse dedim fırsat bulunca tamamlarım. 
Şimdi tabii hayatta doz mevzu çok önemli... Yeterince ile yakın anlamlı bir kararınca sözcüğü var. Onu kullanmak istiyorum İşin özü şu ki; kararınca konuşmalı ve vakti gelince susmalıyız. Ve bir ek: Bu iş çok zordur. Bazen de bazı ilişkilerde tümüyle sessizliğe gitmek iyidir. Sonsuza dek sessizliğe...
Dünkünden farklı birşey söylemiyorum işin bu yanından da bahsetmek istedim. Sizinle öyle duvara konuşur gibi konuşan, sadece kendi ihtiyacına yönelik konuşan insanlardan derhal ve bazen de sessizlikle kaçınız derim. Hani ne derseniz deyin söze "ben" diye başlayan insanlar vardır ya... Onlardan söz ediyorum.
Bir ilişkide kendinizi sürekli ısrarla anlatmaya çalışırken mi buluyorsunuz bir zorlanma konuya abanma durumunuz mu var belki de o ilişkiden (ya da o konuda uzlaşmaya çalışmaktan) hızla uzaklaşmak en iyisidir.
Kendi adıma, birşeyler anlatıyorken beni hırçınlaştıran ve çok önemsediğim şeyleri tekrarlarla unutan veya önemsemeyen insanlardan çoğunlukla sessizlikle kaçıyorum. Çünkü deneyim diye aktarabileceğim birşey varsa karşınızdakinin hazır olmadığı ya da almak istemediği bir bilgiyi ne yaparsanız yapın ona ulaştıramayacağınız olur. Ömrüm bunun için uğraşırken çatlamakla geçti bile diyebilirim. Yani baya uzmanıyım bu işin. Diyalog istemeyen bir monologcuyla, bir dilbazla karşılıklı konuşmak çoğunlukla olanaksızdır. Haa benim deneyimler mi? Tabii canım çok öğretici oldu  Karşılıklılık ve etkileşimin olmadığı ilişkilerden uzak durunuz, duralım. Nacizane önerimdir.
Hayatınıza seçtiğiniz insanlarla ilişkinin ısrara dayalı yürümesi iyiye işaret değildir. Birileriyle konuşurken nefes alamıyormuş gibi hissetmek iyi değildir. Hayatınızdaki birilerinin sürekli kendi duygularından bahsetmesi hep kendinin gözetilmesini talep etmesi iyi değildir.
Böyle durumlarda ilişki kimin aleyhine ilerliyorsa onun ya mevzuyu ya ilişkiyi noktalamak için konuşması hayırlı olandır.
Yani nefes tüketmek diye birşey var ya öyle de olmasın canım konuşma dediğimiz şey... Birlikte oksijenli, ferah, havadar alanlar açabiliyorsak ne ala... Yani bir bakın bakalım beyne kalbe oksijen yürüyor mu onunla konuşurken onu dinlerken...
KONUŞMALIYIZ

Normal hayatta yani film ya da öykü ya da roman olmayan öyle normal hayatta insanlar birbirine kirildiginda, birinin bir davranışına uzuldugunde, söylenen yapılan birsey onun boynunu buktugunde, hayal kırıklığı yaşadığında bir diyalog biçiminde bunu konuşamiyor genellikle... Ya birinin söyleyebildigi an diğerinin duyabileceği zaman olmuyor ya da başka işler... Bir insanin üzüntüsünü söyleyecek gücü bulması diğerinin de onu dinleyip kof savunmaya geçmeden duyması iki insanın bir üzüntüde buluşması aslında çok az rastlanır iş. Bana inanin çünkü benim işim bu... Sürekli muhatabina iletilemeyen sözcüklerle, duygularla uğraşıyorum ve şimdi düşündüm de belki de bu yüzden yazıyorum. Gerçek konuşmalarin duymalarin olduğu filmleri bu nedenle seviyorum.
Gurur denilen şey mesela çok sınıfsal bir mevzudur ayrıca cinsiyet meselesinden bakarak da konuşulur. Çok engel var gerçek konuşmalara... Kadın ve namus.... Erkek ve gurur... Buyrun çıkmazlar yalan dolanlar kuyusu... Gerçek konuşmalarin engelleri... Eşit ilişki yoksa diyalog yok.
Biri iletişim mi dedi o bizde itiselim biçiminde gerceklesiyor. "Konusmaliyiz" diyen güçsüz, sıkıcı, boş işlerle ugrasan kişi olarak algılanıyor. Konuşmaktan taa fizana kaçıliyor.
Neyse bence bi konusmaliyiz özetle. Yakın gördüğümüz herkesle...
Şimdi bol muhabbetli rüyalar size...

1 Ağustos 2016 Pazartesi

TANRILARI EĞLENDİRMEK Mİ İSTİYORSUN 

Hayatımın önemli bir bölümü geleceğe dönük kişisel bir planım olmadan geçti. Okudum, politika yaptım. Arada kariyer falan derdi olmadan karnımı doyurmak için çalıştım. Çocuğum olduktan sonra böyle yaşayamazdım. Hayatımda ilk defa oturup plan yaptım. Ankara'ya taşındım. Güvenli, sakin şehir. Hem İstanbul'dan ucuz. Aileler de burada dedik. Aileler kısmı da ayrı hikaye... İlk defa güvenlik gibi bir derdim oldu. Sukunet arayışım oldu. Yazayım çizeyim çalışayım çocuğumu büyüteyim dedim.
Olanlara bakın... Ankara ülkenin en güvensiz şehirlerinden birine dönüştü. Kaç bomba patladı. Savaş gecesi gibi bir darbe gecesi yaşandı. Memur kenti yazın sakin oluyor dedik. Memurlar da şehirde kaldı. Kapatılan yollar falan derken trafik de felç... Bütün bunların üstüne belediye başkanını da cinler ele geçirmesin mi? Düşünün bir de bu şehirde psikologluk yapmaya çalışıyorum. Çok acayip işler...
Eskiler mitolojik çağlarda şöyle derlermiş "Tanrıları eğlendirmek mi istiyorsun en büyük planlarından bahset"... Hayat işte böyle alay eder insanla...