29 Mayıs 2017 Pazartesi

İğde Kokusu  

Hiçbir bahçeyi diğerinden ayırmayı beceremeyen
yetişkine acıklı, çocuğa gülünç, hayvana zarar...
Paslı, kırık dökük tel örgülerin
kenarına çöker
Kiremit kırmızısı, kül sarısı toz 
kaçan çocuk gözlerimizi,
ovuştura ovuştura konuşurduk...
Tüm bunlar
düdüklüyken tren...
Çocukken ben...
Oldu...
İğde kokusu,
çocukluğumun ıssızlığı,
"Sıkı can iyi olur" derken sesi gülen dedem,
Yerdeki taşları bir dalla iterken ve gölgede otururken
can sıkıntısından yapılan hayaller...
Issızlıkta üretilmiş heyecan...
Köpek ulumalarından yaratılan kurt adam...
Sıcak, şerbetli, susuz
sarı iğde çiçeğinin kokusu
 Beklemek kokusu...
Beklemekten ve sıkılmaktan ölünmeyen zamanlar...
Beklemekle ve sıkılmakla geçen ömürlere hayretle bakan çocuklar...
Bekleyişleri kesip biçip masal yapanlar,
kiremitten toz üreten rüzgara karşı kukalı saklambaçtan yana olanlar,
Şimdi ne iğde ağaçları, ne de tren düdükleri var
Beceriksiz sınır tellerinin yerinde kaskatı sınırlar...
Yıkılan gecekonduların ve iğde ağaçlarının üzerinden yeniden üretilen mülkiyet...
Oysa anlamıyorlar çocukluk tapulanamaz.
Bende iğde ağaçları hep yanyana...
Sıralı durur çocukluğumun kıyısında...
Bir iğde dalının açmamış çiçeklerini kokladım bugün
İşte çocukluğumun yamacındaydım.
Can sıkıntımdan kurduğum hayalleri,
Köpek ulumalarından yapılma kurt adamları
Bekleye bekleye geçen ömürlerin kavuşmalarını düşledim bir nefeslik kokuda...
İğde ağaçları yanyana durur hep bozkırda...

27 Mayıs 2017 Cumartesi

Vijk Vijk....  

Bir gün yine kazı çalışması yapan Ankara Büyükşehir belediye ekipleri asfaltın altındaki asfaltın altındaki asfaltın altına.... ulaşmaya çalışırken dünyamızın çekirdeğine vardı.
Onların açtığı bir çukura düşüp magma tabakasında eriyerek ölmekten çekinen bir kadın kaldırım taşlarına temkinli biçimde basarak yooo yo kaldırım taşları üzerinde sekerek ilerlerken son derece sinsi bi tasa ayak parmak ucunu değer değmez saç dahil serin bir dus aldı. Ayakkabısının içi vijk vijk öterken gitmeye devam ediyordu. Evin kapısından çıkarken ayna karşısında takındığı güvenli ifadeden eser kalmamıştı ve saçından damlayan çamurlu suları hissederken ağlamamak için kendini zor tutuyordu.
Tam o sirada tekerlekle aynı zamanda icad edilmiş görünen Büyükşehir otobüslerinden biri geçti yanından... Arkasından saldığı kara dumanın bu otobüs ilk bulunduğunda kotu ruhlardan sayıldığını tarih kitaplarında okuduğunu anımsadı.
Yürüdü yürüdü vijk vijk.... Tıp tıp sular damliyor saçından...
Son olarak her yani bariyerlerle çevrelenmiş insan hakları anıtıni gördü. Sanat olsun diye de yapılmamıştı üstelik.
Ne denli fantastik bir kentte yaşadığını düşündü. Gulumsedi uyumsadi. Ansızın güneş de açtı. Üzerindeki çamurlar kurumaya baslamisti.

Hem istifci hem israfçı nasıl mı olunur?  

Kaybettim sandıkların belki kurtulduklarındır demiş Bukowski bir de buradan bakalım.
Ülkemiz insanin mühim bir bölümü kaybetmekle ilgili yoğun endişeler taşıyor. Neyi kaybetmek mi? Herhangi birşey olabilir.
Aslında tabii kapitalizmde kaybeden olmak çok büyük kabustur demek daha doğru... Ama bir zamanlar çok modaydı hani Sevr korkusu (bazıları fobi diyordu) falan... Çakıl taşı bile yitirmemek söylemi misal... Neyse kaygılıyız velhasıl her dönem ve durumda...
Belli ki sorunlu tuvalet eğitimi geçmişlerimiz de var (ne alakası var sorusu için bakınız Freud ve çocukları)
Hem istifci hem israfçı nasıl mı olunur? Hayretle izleyin... Bir yandan kaybetmek için ne gerekiyorsa yapan diğer yandan yitirirse yaşayamayacağını daha da kötüsü yaşatmayacağını söyleyen adamlarla sarılı sanki dört yanımız. Bir gün cebindeki tüm parayı verecek kadar cömert, ertesi gün 3 kuruş için kepazelik edecek denli pinti...
Bir statüko bir alamet... Yıkacağını iddia eden daha da eskisini, kapitalizmin de gerisini "müjdeliyor".
Neyse konumuz vazgeçebilmek, kendisinden vazgeçilmesiyle baş edebilmek... Ne kolay söylenen ve kültürel olarak ne zor yaşanan durumlar...
Boşanmak zor,
Ayrılmak zor (herhangi bir kişi, yer, aile ya da örgütten)
Çocuğun kendi evine çıkması zor
Zor mesela arkadaşınla azıcık uzaklaşmak ama yine de arkadaş kalmak...
Olgunlaşan düşmüyor daldan da ya dal komple kesiliyor ya ağaç yakılıyor sanki...
İşte bunun bir uzantısı ayrı düşmeye ve düşünmeye tahammülsüzlük... Her farklı düşünme halinin ayrılıkla sonuçlanacağı bunun da ölüme eşdeğer olduğu yanlış bilgisi, yanlış eşlemeleri...
Kayıp ve kazanç... İçi sahip olmakla doldurulabilecek kavramlar olmaktan çıksa mesela. Hiçbirşeyin sahibi falan değiliz şu üç günlük dünyada... Ben de olan, benden giden, bende değişen, benle değişen, ölüp de giden, çürüyen, çiçek açan... Velhasıl doğalında olsa doğadaki gibi olsa... Yeter aslında...
NOT: Geçen yıl bugünden... Meğer geçen yıl bugün de aynı olmadan yakın olmanın zorluklarını düşünüyormuşum. Buralarda yaşadıkça milyon yıl düşünürüm. İnsan buradan bakınca neyse ki milyon yıl yaşamıyoruz bile diyor hem 

26 Mayıs 2017 Cuma

Kayıtsızlaşacağım Beddularınıza ve Güvenilmezlerin Çığlıklarına   


BİR olmak, TEK olmak, YEK vücüt olmak sağı solu kapladı. Tek olmamaya, ayrı olmaya, ayrı ama yakın durmaya tahammülü olmayanların ülkesi burası. Yalnızca sağ için söylemiyorum. Yalnızca solun bir bölümü içinde söylemiyorum. Genel bir rahatsızlık... Kütleler birbirine doğru yaklaşıp bir sıcaklıkta erimeye başlayınca ortalık daha da bunaltıcı oluyor. Herkes birbirine “Allah seni kahretsin” diyor. Kimsenin dilinden beddua eksik olmuyor. Hatta mevzu şuna döndü “Allah bu halkın belasını versin bir türlü devrim yapamadı”. Bunu da kim diyor kendini siyasi özne görenler...
Çok çekilmez buralar... Çok gidilmez buralar... Nasıl olacak bilmiyorum.
Bazen bazı sözler oluyor söylemek istediğim. Sahipsiz sözler... Kimsenin yüksek sesle söylemediği... Fısıltıyla konuştuğu kapı arkalarında... Ben söyleyeyim diyorum. Alemin delisi sen misin diyor bir ses içimden. Evet sen diye konuşuyor benimle bazen içimdeki bir ses  Bir garip Banu’yum diyorum ona hem alemin delisi de olurum. Daha evvel de defalarca oldum. Seni kim duyar, hem ne anlamı var. En zoru bu yanıt oluyor kendi kendime verdiğim bu yanıt “Hem ne anlamı var”...
Tekleşmek ne rahattır kim bilir? Kim bilir? Ben değil. Ben bilmem. Daha küçükten ailenin, konu komşunun ihtiyacı gereği beni mahallenin delisi olarak yetiştirdiler. Sonra aklımı tescillemek için psikolog okullarına falan gittim. Her zaman her zaman azınlık olmanın bir yolunu bulan zihnim belli ki yine bir işler peşindeymiş.
Neyse ne diyordum? Kayıp Balık Nemo’yu izlediniz mi? Orada Nemo’nun babası ile birlikte Nemo’yu arayan bir balık var adı Dori. Dori, çok iyi bir balık. Ama hafızası çok sorunlu. Öğrendiklerini çabucak unutuyor, dost canlısı diğer balıklara yardım etmeyi seviyor, iyilerin tarafında... Ama belleği kayıt alamıyor. Sürekli aynı başlangıç “Merhaba benim adım Dori. Tanışalım mı?” Bu ülkedeki belleksizlik bana sürekli Dori ile dolaşıyormuşum hissi veriyor. Zaman kısa, Nemo’yu bulmalıyım. Dori’ye de ihtiyacım var ama sürekli aynı şeyleri anlatmaktan çok yoruluyorum.
Sosyal medya da beddua yeri (tekrar olacak ama çok yadırgıyorum bu bedduaları)... Dilek ağaçları olur ya çaputlar bağlıdır üzerine. Bilirsiniz ki birbirinden güzel dilekler söylenmiştir o çaputlara. İşte buralara da beddualar işleniyor. Veee bana mı öyle geliyor. Giderek daha çok herkes aynı sözü yazıyor. Bir ayin gibi... Tekrarlar, tekrarlar... “Birşey yapın” çığlıkları yazılıyor sakince gülümseyerek çatalına önündeki patatesi batırırken bir genç tarafından. Ben her çığlığı ciddiye alıyorum. Cep telefonun bile olmadığı zamanlardan kalmayım sonuçta... Eski dedim de devam edeyim. Biz eskiden çoook özeleştireldik. Bir şey eksikse memlekette biz yapmadığımız için eksiktir diye bakardık. Genç ve iyiydik. Şimdi ise “Allah belanızı versin” diye bağırıyorlar. Nasıl da büyük bir politik saptama... Çok yoruldum bu kadar dürtülmekten... Kayıtsızlaşacağım beddularınıza ve güvenilmezlerin çığlıklarına mecburen...

23 Mayıs 2017 Salı

ENU'NUN GÖZYAŞLARI

"Yıllar yıllar evvelmiş. Denizi olmayan bir ülkenin güneşi bolmuş. Senelerden birinde kış öyle uzun öyle uzun sürmüş ki güneş sırasını beklemekten usanmış başka diyarlara doğru yol almış. Kışı uzayan ülkenin derdi de çoğalmış.
O ülkenin daracık sokaklarından birinde güneşli günleri, yaz, bahar meyvelerini çok seven bir kadın yaşarmış. Adı Enu’ymuş... Enu, kış boyu yamacılık yapar, yazları ise kır bayır gezermiş. Yamacılık işinin gerektirdiği tüm hünerlere sahipmiş. Eksik parçayı hemen anlar, gözüyle şöyle bir bakar bakmaz ölçüsünü bilir çabucak o boşluğa uygun olan nesneyi bulup eklermiş. Yamayı saklamaktan hiç hoşlanmadığından muhakkak bütünden farklı bir renkte yaparmış eklerini... Ne eksik olmak ayıpmış onun gözünde, ne tamamlamak, ne tamamlanmak... Yoksullardan hiç bir şey almazmış yamadıklarının karşılığında... Zenginlerse zaten eksiği, yırtığı, söküğü saklar ya da çöpe atarmış. O yüzden bizim Enu’da karnını zor doyurur evini de güçlükle ısıtırmış kışları. Ama bahar geldi mi tüm doğa önüne serermiş elindekini, avucundakini... O da bilirmiş zehirli mantarı tıpatıp aynı olan zehirsizden ayırmayı, en güzel balın yerini, en olgun yemişin dalını... Hayvanlar da yardım edermiş Enu’ya... Biraz insan, biraz bitki, biraz hayvan sayarmış kendini Enu... 
Hani demiştik gözleri keskin diye... Hani demiştik biraz hayvan sayıyor kendini diye... Öyleymiş. Herkesin göremediğini görürmüş gözleri... Sol gözü eksik parçanın ölçüsünü alırken kusursuzca, sağ gözü de kalbinin eksiğini anlayıp sevgiyse sevgi, cesaretse cesaret ekleyiverirmiş karşısındakine. Enu, nazikçe ve gizlice yamıyormuş gelenlerin yüreklerini de...
Derken vakit eriştiği halde gelmeyen bahar için sabırsızlandığı gecelerden birinde kaygıyla uyuduktan sonra sağ gözünden dökülen yaşlarla uyanmış rüyalarından... Hemen evinin yamacındaki nehre koşup yüzünün sudaki yansısına bakmış ve sağ tarafının şiştiğini, gözünün içine kan oturduğunu görmüş. Gözünden yine yaş damlamış. Nehrin içine dökülmüş. O anda nehir kötü kokulu bir bataklığa dönüşmüş. Ne olduğunu anlamayarak eve koşmuş. Yoğurt olması için uyuttuğu süte bakarken içine damlayan gözyaşıyla süt de kesilmiş. Ne yapacağını şaşırmış Enu... 
En yakın arkadaşı Befru’ya koşmuş. Ona olanları anlatırken üzüntüsünden ağlamış ve gözyaşını gören arkadaşının yüzünde ansızın beliren uzaklığı, soğukluğu görmüş... Sağ gözünden hiç durmadan dökülen yaşların değdiği her şeyin bozulduğunu anlamış. Dostlukların bile... Bir çeşit zehir olmuş gözyaşı. İnsanlar ona yama yaptırmaya gelmez olmuş. Oysa eskisi kadar güzel, eskisi kadar özenli yamıyormuş. Nedendir bilmiyorlarmış ama ayakları Enu’nun evine götürmüyormuş onları...
Enu üzüntüyle derman araştırırken derdine yıllar evvel doğaya karışan Mavin Kadın gelmiş aklına... Gözünden dökülen yaşları gözyaşı şisesine doldurarak ağaca, taşa değmesine engel olarak günlerce yol almış. En sonunda Mavin’in karşısına varmış. Mavin Kadın’ın saçları birbirine karışmış, vücudunun kılları uzamış, gözleri insana bakmaya bakmaya bakışı başkalaşmış sanki içinde yaşadığı mağaranın bir parçası olmuş. Anlatmış derdini Enu “Her zehirin vardır bir panzehiri... Söyle Mavin Kadın ne yapayım ben şimdi bu gözle, nasıl onarayım, kimi yamayayım”... 
Mavin Kadın şişenin içindeki gözyaşına şöyle bir baktıktan sonra dalmış uzaklara... Epey sonra hayvani bir sesle konuşmuş derinden... “Gözün çoook yorulmuş kendinden ırağa bakmaktan. Kıştan yorulmuş, komşudan yorulmuş. Hep onaran gözün şifasını kesince olanlar bunlardır işte... Güneş bin kere doğsa minnet etmezsin, bir kere doğmasa ona karşı bozulur kalbin. Nehrin, sütün ve dostunun ettiği işte böylesidir. Gücenmeyesin.” 
“Ben şimdi ne yapayım?”
“İster benimle kal burada... İstersen sev gözünü biraz.”
“Sevmek mi nasıl?”
“Bir ömür nasıl sevdiysen insanları, sevgi, merhamet, cesaret, eksiği görüp nasıl onardıysa bu emektar gözün, şimdi sen de ona ihtiyacı olanı vereceksin. Önce anla neye bakmak istiyor? Nereyi istiyorsa oraya götür, kimin gözünde durmak istiyorsa oraya bak durmaksızın... Hangi suyla yıkanmak istiyorsa orada yıka... Bunları ben diyemem sana... Sen ki iyi ölçü alırsın, kendini bilmeyen insanın dermanından anlarsın var git bul gözünün istediğini... Gözden gönüle akacak olanı bulunca baharı yazı da bulacaksın nasılsa. Hem oyalama beni işim çok burada...”
Enu, Mavin Kadın’ın ne iş yaptığına, meşguliyetinin ne olduğuna akıl erdiremeyerek oradan uzaklaşırken onun uğraşını biraz olsun anlasa kendi derdine de çare bulacağını biliyormuş. İçi umutla dolmuş, gözünden akan yaş ise şimdiden azalmaya başlamış bile."  

Not: Sağ gözümde oluşan tuhaf gribal durum nedeniyle yaşadığım halden, kendi gözümden akan yaştan aldığım ilhamla yazdığım masaldır. Şöyledir;

20 Mayıs 2017 Cumartesi

AH NE YAZIK Kİ UYANDIM  

Gece yatar yatmaz uyumuşum. Rüyamda Kızılay'da sokaktayım. Tam Hatay sokağının girişinde telefonum çalıyor. Bir bakıyorum telefonum eski takoz cep telefonlarından birine dönüşmüş. Açıyorum çok parazitli bir ses. Cıızt cızzt sesleri arasından uzaktan gelen bir erkek sesi... "Banu, Banu beni duyuyor musun?". Sesi telaşlı. "Evet kimsiniz?" diyorum. "Ben Akın Rençber" diyor. "Akın, bu imkansız" diyorum. "Sonra şaşırırsın. Bu bağlantıyı kurmak için çok uğraştım. Ölümden sonra gidilen yerdeyim" diyor. "Nasıl olur? Orası neresi?" diyorum. "Hımmm anlatması çok zor. Herkesin ki kendine göre... Ayrı ayrı ama herkesin dünyasında istediği insanların sureti de var. İstediği demeyelim de seçtiği... Ama insan hep iyiyi seçmiyor. Neyse boşver. Buralar iyi desem iyi değil kötü desem kötü değil. Ama bence her koşulda yok olmaktan iyidir. Bak sana bile ulaştım." Ben çok şaşkındım ama inanıyordum o olduğuna. Tüm gerçekliğim allak bullak olmuştu. "Çok mutlu oldum sesini duyduğuma. Ne yapmamı istersin senin için" dedim. "Dur dedi 900 yılda ancak bulduğum gerçeği anlatıcam sana... Zaman geçmek bilmedi. Dinle beni..."
O anda bir dış sesle uyandım. Ah ne yazık ki uyandım.
Akın 96 1 Mayıs'ında Kadıköy'de alandan gözaltına alınan gördüğü işkenceler sonucu 20 Mayıs günü kaybettiğimiz bir genç devrimci. İdris'in arkadaşı ve yoldaşı. Ben onunla hiç tanışmadım. Ama sonsuza dek yoldaşım olacak. Rüyamda da gördüğüm gibi.
Ayrıca bugün ölüm yıldönümü ve ben dün bir sürü telaş için de bunu hiç anımsamamıştım ama işte aslında unutmazsın. Senin için gerçekten önemli olanları unutmazsın. Akın onlardan biri...
Her zaman bizimlesin... Günde unutsan gecen de çıkar karşına...
Umarım onu öldürenlerin kabuslarından da eksik olmaz sesi, gözleri...
Bence "bir çocuk gördüm uzaklarda" şarkısı da Akın'la ilgiliydi. Sabah onu mırıldanıyordum "dünyanın haline bakıp güldü geçti..."

19 Mayıs 2017 Cuma

Dolmuşlar  


17 Mayıs'i da atlamak olmaz. Daha bugün TED Üniversitesindeki etkinlikten çıkınca şöyle konuşuyorduk. "Murathan Mungan'i Yüksek Topuklar romanından bu yana okumuyorum" dedi arkadaşım. "Ben de öyle" diye yanıtladım hüzünle. Hüzün çünkü o yeşil kapaklı Kırk Oda'yi, Kaf Dağının Önünü, Lal Masallari çok severdim. Cenk Hikayelerine hala bayılırım. Ama Yüksek Topuklar benim için kadına bakışından önce çocuğa bakışı ile sorunlu yazarın sorunsalini estetize etmeyi hiç başaramadığı bir romandır. Neyse buraya nereden geldim. Laf lafı açtı önyargı, ayrımcılık aklıma Murathan'in çok sevdiğim bir öyküsü geldi. Lisedeydim okuduğumda dünyanın benim icin iki cinsiyetli olduğu zamanlardı. O iki cins hakkında da cinsellik hakkında da eşcinsellik hakkında da çok az şey biliyordum.
Öykü bir dolmuş şoförü ile her sabah dolmuşa binen yolcusunun zamanla gelişen aşk hikayesine dairdi. Şöförün ailesi bu ilişkiyi onaylamaz o da baskılara dayanamaz iki aşık çok severek ayrılırlar. Hikâyenin sonuna doğru bir yerde öğrenirsiniz ki bu iki kişi de erkektir. Yani okurken genç yolcuyu kadın, şoförü erkek olarak düşünüyorsunuz ve sonra birden beklenmedik bir karşılaşma... Ilk okuduğumda ne kadar şaşırdığımı dünyamın bir düzeyde gerçekliğimin alt üst olduğunu bugün gibi anımsıyorum.
Yani aslında duyguya, yaşantıya odaklansak anlamakta zorlanmayacagiz. O öyküyü okuyabilirsiniz, en sevdiğiniz aşk filmindeki karakterlerin ikisinin de kadın ikisinin de erkek olduğunu düşünebilirsiniz. Düşününce kapsama alanınızin genişlediğini hissedebilirsiniz.
LGBTI'ler her yerdeler. Giresunun bir köyündeki çiftçi, Niğde'de ev işçisi kadin, hapishanede mahpus, öğretmen, psikolog... Düşünebileceğiniz her yerde... Bırakalım da herkes kendisi gibi olsun.
Not: Dolmuşlar yalnızca bu oykude, bir
Ezginin Günlüğü klibinde ve Sultan filminde romantiktir. Gerçekte korkunç taşıtlardır.
Veeee iyi geceler...

NOT: Geçen yıl bugünden...  
Şimdi de ana babalara bir hatırlatmamız var (ana-baba derken isterseniz geniş anlamda sosyal ilişkilerimizde bu rolleri üstlendiğimiz her türlü durumu anlayabilirsiniz).
Bir çocuk anne babasıyla yaşadıklarını niye paylaşmaz? Genellikle verilen yanıt şöyledir "eğer anne babasının kızacağından korkuyorsa paylaşmaz". Evet doğru 10 puan... 
Ama bundan ibaret değil nedenlerimiz... Anne babasının her türlü abartılı tepkiler vermesinden korkabilir. Mesela sevinilecek birşeye çocuğun kendisinden de çok sevinip, üzülecek birşeye ondan çok üzülmek gibi... Arkadaşlarına kızdıysa çocuk ya da genç onlara, ondan da çok kızmak gibi... Bu tip duygusal rol çalan tepkilerimiz birikerek onun duygularını ve yaşadıklarını bizimle paylaşmasını engelleyebilir.
Ama tabii bir de şu var. Çocuğun özellikle ergenin içinde gizli saklı çekmecelerinin küçük sırlarının olması iyi birşeydir. Onların zihninin, ruhunun içinde gözleriniz olmasın. Çocuklar öyle hissetmesin. Onlara özerklik hakkı tanıyalım, lafta değil gerçekte özel alanlarının olmasına izin verelim lütfen...
Anne babaya hiç "yalan" söylemeden büyüyen çocuk pek de sağlıklı gelişmiyordur. Biraz da görmezden gelin, yüzleştirirmeniz gerektiğinde çok ahlakçı ve sert davranmayın. N'olcak sanki... Ve dürüst olalım hangimiz "yalan" söylemedik ki... Mevzu kritik konularda gerçekleri tam olarak anlatmasıdır. Kritik olanı ve olmayanı yaşamın içinde gösterin, öğretin yeter.
Niyeyse geldi öyle söyleyim dedim...

14 Mayıs 2017 Pazar

ANNELİK HALLERİ  

Kızım hasta. Ateşi çıkabiliyor, başında bekliyorum. Dün de babası uyumadı sabaha kadar. Öyle tetikte beklerken insan bir şey de okuyamıyor uzun boylu. Bir de serde yorgunluk var. Fiziksel olan neyse de gönlüm zihnim yorgun. "Fiziksel olan neyse de" lafı da tam bir kadın lafıdır. Bütün yapıp ettiklerine rağmen takdir edilmeyen bütün kadınlar bu sözle ne denmek istendiğini anlar. Annelik mevzuna gelicem. Biz bir çocuğa üç ebeveyn ancak bakıyoruz. Aslında biri de beşi de bir bana sorarsanız yani bu üç kişi misal yani annem, İdris ve ben madem ki çocuk bakıyoruz daha da çoğuna bakabilirdik aslen. Eğer dünya başka türlü olsaydı.
Ama işte annelik işlevleri dediğimiz şeyi yerine getirmek için illa anne olmak gerekmiyor. Ne teyzeler, ne halalar, ne komşular, ne arkadaşlar var ki bize hayatımızın çeşitli zamanlarında annelik yaparlar. Genellikle kadındırlar ama kadın olmaları da gerekmez aslında.
Estes der ki mealen aktarırsam, bir insan şanslıysa birden çok annesi olacaktır. Kimisi birini bile bulamıyor oysa... Yani biyolojik olarak bir anneye sahip olmaktan söz etmiyorum. Güçsüz bırakılmış, türlü çeşit şiddete maruz kalmış, misal eve kapatılmış, ana erginlenme yollarından geçmeden kucağında bir çocuk bulmuş kadınlar... Ah annelik hep eksik... Ama çocukluk da öyle... Köylerde bayramlarda giyilen yamalı saten şalvarlar gibi (biraz öznel bir benzetme oldu ama idare edin işte)... Hem bayram, hem saten, hem yamalı... Aa eklemeden geçmemeli... Bir de bedenine ya büyük yahut küçük ama asla uyumlu değil... Bu topraklarda sağım solum önüm arkam suçluluk... Desen suçluluk demesen öyle... Yapsan ayrı yapmasan ayrı... Niye herkes bunca güçlü görünürken bunca kırılgan. Asıl çocuklar kırılacak anneler onaracakken hep anneler küs, çocuklar çeşitli şekillerde şaklaban.
Anneler hayata küsmüş, çocuklar anneyi canlandırmak için kendinden hatta daha yolun başında kendini bulmaktan vazgeçmiş... İşimiz zor... Beşikten mezara kadar zor. Biz yorgunluktan ölüyoruz yemin ederim öyle... Ama bedensel olandan değil... Yoo o geçer, dinlenirsin geçer. Birbirimizin gönlünü zihnini yormaya gününü dar etmeye yeminli hallerimizden yorulup yorulup ölüyoruz.
Şimdi kızım mışıl mışıl uyuyor. Arada bir sayıklıyor, bazen ağlayarak mızıldanıyor. Ben onun yanındayım. Yalnız bırakılan tüm çocuklar için sızlayan içim... Niye hep sızlar ki içim?
Merak da etmeyin tabii klasik çocuk hastalığı. Geçer yarına...
Hastalık dediğin geçer. Eğer bakım görürse kişi. Yoksa bir ömür sızlar içi yalnız sancı çektiği günleri geceleri anımsayarak. Merak etme geçecek diyen, bakım veren velhasıl annelik eden tüm kadınlar bu dünyada koruma, kollama, sevgi, özveri sayenizde var.
Anneler Günü vesilesiyle;
Bir yandan kocasının şiddetine maruz kalan diğer yandan çocuğunun ihtiyaçlarını düşünen, gideren,
20 yıldır 25 yıldır evladı kayıp olan ve yıllardır her Cumartesi Galatasaray Meydanından taleplerini ve acısını haykıran,
Ertesi gün çocuğunun karnını doyurmak için herhangibir fedakarlıkta bulunan,
Sokağa çıkma yasaklarında çocuklarını yitiren bir cenaze töreni bile yapamayan (diğer detayları yazmaya dahi yüreğim dayanmıyor)
Çocuğu hasta olan ve umut arayan, hastanelerde kalan,
Devlet ya da başka kurumlar doğru dürüst el uzatmadığı için zamanının ve emeğinin çoğunu engelli çocuğuna adayan,
Kendisi çocukken kucağında bir çocuk buluveren tüm kadınları düşünmeli bu anneler gününde... Dünyanın yükü onların omuzlarında... Tüm yeniden üretim süreci onların ellerinde, yüreklerinde... Böyle olmasın.
Çocuklar analarına karşı bunca minnet, bunca borçlulukla dolu olmasın. Kendi hayatı olmayan kadınların çocukları olmak yükünü hiçbir çocuk taşımasın.
Ana acı yüklü bir sözcük şu dünyada...
Not: geçen yıldan animsatilan...

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Bekle Bizi İstanbul  

Uzun süredir beklediğiniz buluşmaya hazırlanıp büyük bir heyecanla gidersiniz de öylece kalakalırsınız ya hevesiniz elinizde. O ya gelmemiştir ya da bi zahmet gelmiştir umrunda değilsinizdir "eee naber" diye seslenir lakayıt. Şimdi Istanbuldayim ve iste öyle karşıladı beni şehir. Yine yaptı yapacağını. Oysa ben ona roman bile yazmıştım. Hava guzel olur Istanbulla hallesiriz diye ummustum ama gök indi öyle yağıyor yağmur. Içim zaten kasvetliydi sağolsun gökyüzü dışım da öyle şimdi. Bir de dun Idris hava durumuna yanlış baktığı için Ankaradan değil Izmır'den gelmiş gibiyim. Bembeyaz giyindim çünkü 😊 Yerler de camur. Boşver be arkadaş ne zaman genel havaya uygun oldu ki halimiz.
Ama çoğunluk gibi kadersiz ya da şanssız bulmuyorum kendimi. Daha çok zoru seçmek. Ama kendime eziyet etmek ya da kendimi ispat etmek istediğimden değil. Öyle doğallıkla oluyor zorda olma hali. Aklım kalbim bi yana gittiğinde hesap kitap yapamadığımdan. Bi de bu ülkede kolay insan harcanır. Bu bağlamda kişisel algılamam yani basima gelen zor'u. Benim kaderim değil hepimizin kadersizligi bir anlamda.
Bugün psikologlar günü bir de. Eskiden şamanlar varmış ne güzelmiş hem deli hem psikolog hem yazar hem doktor. Meslektaşlarım, sevgili psikolog arkadaşlarım kolay değil mesleğimiz. Bazı isler var ki onları yapandan kötü insan zor çıkar. Bizim ki de öyle bence. Iyilik etmeyi beceririz beceremeyiz o da ayrı mesele (mühim de tabii) ama ne bileyim öyle kötü insanı da bol olmaz hani.
Gündem ağır ve ağırlaşıyor bu ülkenin beni suyun dibine doğru çeken taşları bitmek bilmiyor. Iki çocuk panzerin altında kalıyor nefessizim rüyalarımda. Rüyalara kadar giren panzerler bilincin içini dışını birbirine karıştırıyor rüya kabusa dönüyor kabus ve gerçek iç-içe geçiyor o sarmal burkan delen dağıtan öğüten bir canavara dönüşüyor.
Ve insan en korkunç ve en muhteşem canlı hala gözümde. Öyle uçlardaki cağımız en dengesizlerinden zamanın. Işte o dengelerde hesapsızca tahteravallinin cılız ucunda zorda durabilene sözüm ki...
Keşke yalnız bunun için sevebilseydim seni.
Küs mu barış mi Istanbul?
Biraz güneşi gösterirsen söz yine debelenicem daha iyisi için? Ne dersin? 

  10 MAYIS 2017

9 Mayıs 2017 Salı


SATICI   

Film, loş neon ışıklarının aydınlattığı yatak odasına benzer bir mekanda başlıyor. İran’da çekilen bir filmin erotik çağrışımlarla başlaması bir yabancılık duygusu yaratıyorsa da gördüklerimizin bir tiyatronun sahne dekoru olduğunu öğrendikten sonra sansürü ve yasakları anımsayıp hüzünleniyoruz.Benzer iç çekişler filmin devamında da peşimizi bırakmıyor.
Kanımca Farhadi’nin en iyi filmi Bir Ayrılık. Ancak Satıcı da son derece usta işi bir film. Farhadi filmlerinde belirgin bir imza var. Hiç kimse söylemese de onun sinemasını tanıyabilirsiniz. Onun yarattığı iz’in özelliklerini sıralamayı denersem; gerilim öğesinin filmin başından sonuna dek diri tutulabilmesi, seyircinin heyecanını muhafaza etmek, tek bir öyküyü çok boyutlu olarak aktarmak, çağımızın yoğunlaşmakta zorlanan insanını odaklamak, suç-ceza-adalet kavramlarını sorgulamak, “insan iyidir-kötüdür” ikiliğinin yerine “insan ne iyidir ne kötüdür yahut insan hem iyidir hem kötüdür” anlayışının aktarıldığı karakterler, çok iyi ve doğal oyunculuklar, kadın-erkek ilişkilerinin ahlaki meselelerle sınanması…
Tahran’da yaşayan Rana ve Emad çiftinin oturduğu binanın yanındaki inşaat çalışması, bulundukları apartmanın zemininde hasara yol açtığı için evlerini hızla boşaltmak zorunda kalışlarını görürüz ilk sahnede. Bitişiğinize yapılan binanın sizi evsiz bırakması… Bir eylemin öngörülenin, niyet edilenin dışındaki sonuçları… Tüm filmin üzerinden ilerlediği metafor. Sonra boşaltılan evin çatlamış camı… Camdaki çatlağı onarmak pek mümkün değil biliyoruz ve sonra Emad ve Rana’nın ilişkisindeki çatlakların oluşumunu izlemeye başlıyoruz.
Emad bir lisede öğretmenlik yapıyor aynı zamanda karısı Rana ile birlikte bir tiyatro grubunda Arthur Miller’ın Satıcı’nın Ölümü oyununu sahneliyor ve başrollerde oynuyorlar. Zaman içinde çocuk sahibi olmayı düşünen, neşeli, birbirini seven, mutlu insanlar… Yeni bir ev arayışı sırasında Tahran’da ev bulmanın güçlüğünü, kiraların nasıl da yüksek olduğunu, bizim çiftin geçim derdi bulunduğunu öğreniyoruz. Orada burada kaldıkları sürede üzerinde çatlaklar oluşan binadaki dairelerine eşya almaya gittikleri her defasında elektirik çarpması riski yaşamaları filmde gelişecek gerilimin habercisi oluyor.
Bir Travmatik Olay ve Oluşan Çatlaklar Üzerine
Evde yalnız olduğu bir gün Rana, kocasıyla telefonda konuşup gelmek üzere olduğunu öğrendikten sonra duşa girmek için hazırlanırken dış kapının zili çalar, kapıyı açar, kocasının geldiğini düşünerek daire kapısını da açık bırakır. Bir sonraki sahnede gelen adamın kocası olmadığını, Rana’nın duştayken saldırıya uğradığını ve hastanede olduğunu, saldırganınsa kaçtığını öğreniriz. Duşta saldırıya uğramak olasılığı hayli tedirgin edicidir, seyircide de öyle bir etki bırakır. Evinizde güvende olduğunuzu düşünmek istediğiniz alanda, küçük bir mekanda çıplak ve suda olduğunuz durumda saldırıya üstelik cinsel saldırıya uğramak en korkutucu olasılıklardan biridir insan zihni için. Hitchock’un ünlü filmi Sapık’ın unutulmaz saldırı sahnesindeki gibi... Film böylesine korkutucu ve acı bir olayla açılış yapar ancak en sonunda banyoda yaşananların üzerimizdeki izi Hitchock’un canavar, tümüyle kötü saldırganın yarattığından son derece farklı olacaktır. Satıcı, bu izin farklılaşma serüvenini çarpıcı biçimde anlatır.

Film boyunca ne tacizci ne de Rana banyoda yaşanan olayların bütününü anlatmaz. Çünkü, sözün kolay kurulamadığı bir olaydır yaşadıkları... Duygunun söze gelişi hem travmada hem ne yazık ki travmanın toprağı haline gelen Doğu’da kolay değildir. Rana’yı harika bir oyunculukla canlandıran Taraneh Alidoosti’nin bize gösterdiği gibi, konuşulması zor olandır. Banyoda yaşananlar, Emad ve Rana’nın ilişkisini dönüşsüz biçimde değiştirir. Durum tıpkı duvarlarındaki çatlaklar yüzünden oturulamaz hale gelen, elektirik kaçağı bulunan binada olduğu gibidir. İlişkide o bina gibi içinde yaşanamaz hale gelmek üzeredir.
Hiç görmediğimiz bir sahnenin (duşta saldırı) filmin tamamını belirlemesi, temel gerilim ve kaygının bu sahnenin üzerine kurulması Farhadi sinemasının ilgi çekiciliğini anlatan öğelerden birini gösteriyor. 1979’da İran’da olanların ardından gelişen ambargoların, önyargıların, cadı masallarının arkasında kalan ülkeyi bize, gündelik ilişkilerdeki haliyle anlatıyor.
Saldırının ardından Rana’nın nasıl etkilendiğini izliyoruz. Acıyla, dehşetle bakan gözleri, sahneden bakarken seyircilerden ürkmesi, saldırganın bakışlarını her yerde gördüğünü söylemesi, evlerine çöken hüzün, yalnız kalmak istemeyişi ama her durumda kendini yalnız hissetmesi, banyoya girememesi böylesi bir olayın ardından yaşanabileceklerin tutarlı bir anlatısı. Rana’nın ne denli yaralı olduğu onu gördüğümüz her an karşımızda duran bir gerçekliktir artık.
Emad’ı ise karısı için bir şeyler yapmaya çalışırken kendi acısı, çaresizliği ve güçlükleri ile boğuşurken, gündelik yaşamını sürdürmekte zorlanırken görürüz. Öğretmen olarak çalıştığı lisede öğrencilerle ilişki kurmakta son derece başarılı iken olayın ardından tökezlediğini okuldaki ilişkilerini bozduğunu görüyoruz. Tiyatrodaki durum, eşiyle ilişkisi yani artık her şey değişmiştir. Geceleri iyi uyuyamadığı için derste uyuyakalır, tiyatroda ekip uyumunu bozacak denli hırçın davranır, karısını teselli etmek, onarımına katkı sunmak konusunda da pek başarılı olamaz.
Tam da bu noktadan filmin kadınlarına ve erkeklerine genel olarak bakmakta fayda var. Farhadi kadınlardan yana, kadının gücünü gösteren filmler yapıyor kanımca. Aksini iddia eden, filmlerindeki kadınların silik karakterler olduğunu söyleyenler de var ama erkek dünyasında güç gibi gösterilen güçsüzlükleri, adalet gibi sunulan haksızlıkları başarılı biçimde anlattığını düşünüyorum.
Öyküdeki Kadınlar
Filmdeki kadınlar üzerine düşünmeye Rana ile başlamalı. İyi bir oyuncu olan Rana, yaşadığı travmatik olayın ardından, yeniden güçlenmenin kendini onarmanın yollarını ararken bir hayli yalnız kalıyor. Olay bizzat kendisinin başına gelmiş olmasına rağmen kocasından daha başarılı biçimde başa çıktığını gözlüyoruz. Her şey olup biterken bir yandan da kocasının şiddetli duyguları ile uğraşmak zorunda kalması, buna karşın sonuna dek dayanması, sonunda tacizci ile karşı karşıya geldiğinde kocasının kendi başına gelen olayın adaletini sağlıyormuş gibi davranması, karısının önerilerini, onun bağışlayıcılığını yok sayması karşısında dahi sonuna dek durabilmesi bile Rana’nın gücünü bize gösteriyor. Rana da tacize tecavüze uğrayan pek çok kadın gibi hem olayın sonuçlarıyla hem de sevgilisinin “yara”larıyla uğraşmak zorunda kalıyor.
Rana genel olarak yalnız hissediyor kendisini. Tiyatro grubundaki çocuklu kadın Sanam’la olduğu bir kaç sahnede biraz canlandığını görüyoruz ya da onun çocuğunu evine getirdiğinde mutlu olduğunu ama hep kısa anlar ve genellikle Emad tarafından bozulan zamanlar…
Kırmızı trençkotlu oyuncu diye hatırlatabileceğim Sanam, çocuğuyla birlikte setlerde dolaşan güçlü kadın ve iyi bir oyuncudur. Her yanı kapalı kıyafetle oynadığı halde karakterinin bir fahişe olduğunu bize kahkahaları ve beden duruşu ile anlatmayı başarır. Diğer oyunculardan farklı olarak daha hassas, daha alıngandır ama nasıl olmasın ki…
Ahu, Emad ve Rana’nın taşındığı yeni evin onlardan önceki kiracısı. Onun da Sanam’in çocuğunun  yaşlarında bir çocuğu var. Geçinebilmek için seks işçiliği yaptığını anlıyoruz. Eşyalarını alması için gelmesini bekliyoruz ama o hiç gelmiyor. Acaba Babak’la yaşadıkları yüzünden mi? Naser ile de ilişkisi olduğunu öğreniyoruz ama Ahu’yu hiç görmüyoruz. Filmin diğer kadınları Naser’in (tacizci adam) karısı ve kızı... Onlar da seven fedakar kadınlar olarak karşımıza çıkıyor.
Öyküdeki Adamlar
Emad, iyi yürekli, yardım sever, öğretmenlik mesleğini ve oyunculuğunu seven İranlı bir aydın. Dolmuşta yanına oturan kadın onun varlığından rahatsız olduğunda dahi anlayış gösteriyor ve durumu öğrencisine 'Başka adamlar ona dolmuşta kötü davranmıştır muhtemelen, onun için bütün erkeklerin kötü olduğunu düşünüyordur' diye açıklıyor. Oysa karısının başına gelen taciz olayında aynı şefkati gösteremiyor.
Tiyatroda sansüre rağmen oyun sergilemeye çalışıyor, lisede öğrencilerine filmler izletmek, kitaplar okutmak istiyor. Zorlanıyor, devlet sürekli oyuna müdahale ediyor, okul için istediği kitaplar da sansürden geçmiyor. Onun yılmadan uğraşması bana Farhadi’nin tüm zorluklarına rağmen İran’da sinema yapma çabasını anımsatıyor. Bu çabaya saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum. Bir ülkedeki güçlüklere dayanamayarak gidene sözüm yok ama kalanın yaptığının zor olanı seçmek olduğunu da unutmamak gerektiğini düşünüyorum. Farhadi’nin İran’dan seslenen, bize İran’ı anlatan, bize bizi de anlatan sinemasını çok değerli buluyorum. Filmi izlerken benzer türde saygıyı Emad’a da duyuyoruz.
Emad’ın gücü eşi Rana’nın uğradığı saldırıyla ciddi biçimde yara alıyor. Kendi içindeki uğraş öylesine yoğunlaşıyor ki dışarıdaki tüm ilişkileri bozuluyor. Eşiyle, tiyatro grubundaki arkadaşlarıyla, okuldaki öğrencileriyle… İçindeki öfke ve adaleti sağlama uğraşı hayatına egemen oluyor ama nihayetinde bir intikam arayışına dönüşüyor.
Evde genellikle o kadar gergin ki karısının ürkmesine ve uzaklaşmasına yol açıyor. Öğrencisinin telefonuna el koyduğunu onlara karşı öğretmen otoritesini sert biçimde kullandığını da gördüğümüzde onun epeyce dönüştüğünü anlıyoruz. Emad’ın geçirdiği dönüşümün filmin içindeki filmle de anlatıldığını görüyoruz. Karısının uğradığı saldırı öncesi Emad öğrencilerine 1971 İran yapımı İnek filminden söz ediyor. Film, çok sevdiği ineği ölen adamın bir ineğe dönüşmesini anlatıyor. Çocuklardan biri “Öğretmenim bir adam nasıl ineğe dönüşür?” dediğinde “Yavaş yavaş” yanıtını veriyor Emad. Ve kendisi de gözümüzün önünde yavaş yavaş dönüşüyor film boyunca.
Tacizci adam Naser’i oynayan oyuncu (Farid Sajjadihosseini) da Emad’ı (Shahab Hosseini) oynayan oyuncu gibi çok başarılı.  Naser’in ailesi tarafından sevilen biri olduğunu filmin sonunda öğreniyoruz. Naserin ailesi, Emad ile Rana’nın taşındıkları evin eski kiracısı Ahu ile yaşadığı ilişkiyi bilmiyor.
Naser hepimizin sokakta karşılaşabileceği akrabaları arasında görebileceği aile babası adamlardan biri. Tam da böyle bir adam üzerinden hepimize ama özellikle erkeklere sorular soruyor. Naser’in yaşadıkları üzerine yeniden düşünmemizi istiyor. Seks işçiliği yaptığını düşündüğümüz Ahu tarafından muhtemelen eşyalarını alması için çağrılıyor. Epeydir görüşmemişler. Binaya geliyor, kapı açılıyor, daireye çıkıyor, kapı açık, evdeki eşyalar eskisinden farklı, koliler var ve Ahu’nun onun çocuğuna aldığı bisiklet göz önünde duruyor. Bir gariplik olduğunu sezmemek pek mümkün değil ama Naser kendi tabiriyle “şeytana uyuyor” ve tüm işaretleri boş verip soyunuyor, duşa giriyor. Gelebilir miyim diye sormadan, içerideki kadının kim olduğuna bakmadan... Gördüğü kadının Ahu olmadığını anladığında ne yaptığını tam olarak bilemiyoruz ama hemen durmadığını anlıyoruz Naser ve Emad arasındaki son diyaloglardan. Peki Naser’in yerinde olan adamlar nasıl davranırdı acaba? Tandıklarınız misal, bizzat kendiniz. Kolaylıkla o duşa öylece girmezlerdi ya da özür dileyerek hemen çıkarlardı ya da korktuğu için yaralanan kadını yalnız bırakmazlardı diyebiliyor musunuz? İslam’da bir inanış vardır; “Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir”. Farhadi sineması böylesi sınamaların öykülerini içerir.
Son sahnelerde Naser, Emad’a yalvarırken Rana’nın yüzüne bile bakamayışı, ailesi karşısında da çok utanması ve sonucunda utançtan ölmesi (bazıları öldü mü belli değil diyor belki de öyledir ben ölmüş gibi gördüm, düşündüm) evet tokattan değil utançtan, güçsüzlükten ölmesi, onu kolaylıkla suçlayamamıza neden oluyor.
Naser ve Emad arasındaki düşmanlık-utanç ilişkisi, kendisini kurban gibi hisseden Emad’ın yeniden gücü ve kontrolü ele geçirme çabası ve güce sahip olduğunda onunla ne yapacağını tam olarak bilememesi üzerine kuruluyor. Filmin bazı yorumlarında Emad’ın bir zalime bir cellata dönüştüğünden söz ediliyor ama ben katılmıyorum. Emad, karısı kadar bağışlayıcı olmasa da ailesine Naser’in gerçeğini açıklamıyor, onu öldürmüyor aslında o da ele geçirdiği güçle çaresiz kalıyor. Bir tokat atıyor. Bir tacize hatta belki tecavüz girişimine karşı sadece bir tokat... Ama Doğu’nun makus talihi o tokatta gizli işte. O tokatların söze, düşünceye, soyutlamaya dönüşmesi iken Doğu’nun umudu bir kez daha Emad’ın elinde adaletin intikama dönüşmesi anlamını taşıyor o tokat... Hamlet’in amcasının, annesinin arkasından geliştirdiği tiradlar bir yanda Emad’ın tokadı diğer yanda duruyor o an karşımızdaki sahnede...
Mülkiyete Dair Meseleler, Ahlaki Dini Kurallar…
Farhadi sinemasında adaleti ve ahlakı sorguluyor. Suçun net değil muğlak olduğu zamanları, kazaları, zor durumları, krizleri… Bu tema bize Suç ve Ceza’yı, Sefilleri anımsatıyor. Ancak Dostoyevski gibi Victor Hugo okur gibi taraf olmuyor, zorlanıyor izleyici, kıvranıyor bir sinema salonundaki koltukta. Doğu’da hava puslu, suç belirsiz alanlarda… Hakkaniyetli bir hakim gibi aslında hakim gibi de değil kadı gibi düşünmesini istiyor izleyicinin ve kusuru pay etmesini, suçun yer değiştirişini, adamın, adamların yavaş yavaş dönüşümünü görmemizi yani... Siyah-beyazlara alışan çağımız insanı için zor işler bunlar. İnceliğini çoktan yitiren çağımız insanına Rana’nın gözlerinden bir zerafet sunuluyor. Ahlaki, dini kuralları zorluyor Farhadi; “Çalmayacaksın”, “Yalan söylemeyeceksin”, “Zina yapmayacaksın”… Peki yaparsan? Hangi koşullarda? Kim? Öyle kolay değil diyor karar vermek suça dair...
Diğer filmleri gibi Satıcı’da da hak, hukuk, sınırlara ilişkin sorunlar başat ve görünür oluyor. Yeni bir ev yaparken Emad ve Rana’nın yaşadığı evi oturulamaz hale getirmek açık bir haksızlık olarak görülüyor örneğin. Ardından taşındıkları evde bulunan eşyalar, o evi tam olarak kendilerinin gibi hissettmelerini engellerken içindeki eşyaları ne sokağa atabiliyorlar ne de kullanabiliyorlar. Aynı şekilde Naser’in pikap arabasına ilişkin de sorunlar oluşuyor. Emad ve Rana’nın hatta komşularının arabayla kurduğu ilişki mülkiyete ilişkin belirsizlikleri beraberinde getiriyor. Evde bulunan yüklü miktarda para ve onun kullanımı da büyük sorun oluşturuyor.
Rana, Emad ve Sanam’in oğlunun birlikte yemek yedikleri sahne taciz sonrası kasvetin dağıldığı karı-kocanın mutlu olduğu yegane anı gösterirken, tacizcinin bıraktığı paranın yanlışlıkla karısı tarafından bulunması ve o parayla yapılan alışveriş sonucunda yemeğin yapıldığını öğrenen Emad’ın yemeği yarım bıraktırması ve suratının asılması ile sona eriyor. Mutlu bir anın yarım kalması, kursakta kalan heves Farhadi sinemasının ana duygusu gibidir. Berbat bir haberle bozulan mutlu bir an...
Her mutluluğun yarım kaldığı Doğu’nun çok zorlu sınavlarla sınanan ilişkilerini anlatan Farhadi’nin verdiği evrensel mesaj, Oscar törenlerinde verdiği mesajı anımsatıyor. Oscarödülünü film ekibi adına İran kökenli NASA mühendislerinden Firuz Naderi ve NASA’nın kadın astronotlarından Anushe Ansari tarafından alınmasını yani... Böyle bir tercihle Farhadi ne demek istemiştir? Hepimizde az çok bulunan bir Doğulu kibri ile “Vay canına ne laf söyledi Amerika’ya” Evet doğru Amerika’ya sözünü sağlam söylüyor. Ama İran bürokrasisine de bir sözü var. O sözü “Bu kadar değerli insanlar bizim ülkemizde bilim yapamıyor” diye de okuyabilirsiniz, “Düşman bellediğiniz Amerika’daki bu insanlara yakın hissediyorum ve siz onları kapsayamıyorsunuz” diye de... Dolayısıyla ne kendi ülkesindeki iktidara ne emperyalist devletlere yaranamayan böyle bir derdi de olmayan Farhadi’nin yaşayamadığı mutluluğu görüyoruz bir anlamda bu sahnelerde. Dünyanın en popüler sinema ödüllerinden birine hak kazanmak ancak almaya gidememek gibi… Ülkeni topyekun kötüleyememek ya da Amerika’yı topyekun şeytan ilan edememek gibi… Doğucu olmayan bir Doğulu’nun temel ikilemleri Farhadi’nin bende yarattığı duyguya denk düşüyor genellikle… Ve onun sözleriyle söylersek “uzaydan bakıldığında hiçbir yerde sınır yok"...
Yazıyı filmde beni en çok etkileyen sahneyi sizlerle paylaşarak bitirmek istiyorum. Prova sırasında fahişe kadını oynayan Sanam, her tarafı kapalı elbisesi ile çıplak olduğunu ima ederek “giysilerim olmadan dışarı çıkamam” dediğinde oyunculardan biri “çıplak olduğunu söylüyor ama üstünde pardösü var” der, diğer oyuncular gülmeye başlar, Sanam sinirlenir ve ağlayarak sahneyi terk eder. O sahnede hepimiz güleriz ama gerçek bir acıyla.. O sahneden bize gösterilen İran toplumunun en çok da kadının ve sanatının yarasıdır. O yaraya iyi bakmalı, o tokat üzerine iyi düşünmeliyiz. Çünkü Karl Marx’ın dediği gibidir mevzu... “Aldırmıyorsun ama anlatılan senin hikayendir.”

5 Mayıs 2017 Cuma

Cant Kapa  

Geçenlerde bir akşam eve dönerken ben telefonla falan uğraşıyorum, arabayı İdris kullanıyor. İdris aniden "aaa bak manyağın birinin cant kapağı fırladı" dedi. Baktım cant kapağı trafikte bi yol bulmuş hızla ilerliyor. "cıkcıkcık" dedim bende. Eve geldik. Yine salonda bir yerde bilgisayardayım İdris bi dışarı çıktı geldi. "O manyak benmişim" dedi. "Hadi ya bizim cant kapağımıymış" dedim. Gülümsedik, geçtik. Bakım işlerini sonra da ihmal ettik tabii... Arabamız zaten trafikte bulunanların eskilerinden...
Bugün de bakım meselelerini anımsatan işler oldu. Hadi onu da söyleyeyim. Arabanın içi o hale gelmiş ki İdris dikiz aynasından sallanan bir örümcek buldu. Aynı zamanda araba kullanırken camı açıp örümceği bırakmak için çabaladı o da tabii yaşadığı yeri terk etmek istemiyordu biraz güçlük oldu trafikte.
Özetle demem o ki; arabanıza bakım yaptırmazsanız cant kapağı fırlayabilir, kendinize bakım yapmazsanız ruhunuz, aklınız fırlayıp gidebilir. Ortalık lastiğinden kopmuş cantlar gibi dolanan akıldan, ruhtan geçilmiyor zaten. Herkes de onlara bakıp "manyağın birinin cantı uçtu" diyor, belki o uçuşan şey size aittir iyice bi bakın sağınıza solunuza anacım...

“Bu gözlerin gördüğü, bu aklın bildiği işlerin tesellisi yok”  

Ruhlarımıza jilet atarak dolaşıyor manyaklar… Kanım tükeniyor, bet beniz atmış. O görüyor, “geçer” diyor, sesinden esinle yüzüme yürümeye başlayan kan gülüşüme doluyor. Yaşıyorum. 
“Bu gözlerin gördüğü, bu aklın bildiği işlerin tesellisi yok”, diyorum. Bana baktığında bulanık bir gölden berrak bir akarsuya dönüşüyor yüreğim… Yatışıyorum. 
Hep koşuyorum. Bazen kaçmak bazen yetişmek için… Yavaşlatmıyor hız tümsekleri… Sonra sesi duyuluyor. “Bekle” diyor. Peşimdeki yırtıcı bir hayvan da olsa duruyorum. Sakinleşiyorum.
Ben böyle uzaklara uzaklara dalınca, bugünün çok ırağına düşüyorum. Yaralarım ki başladığı yerden yayılıp tüm ruhumu saran işgalci ordular gibidir. O bakışla, o seslenişle, o sıvazlayışla o ordular öylece duruyorlar. Genişliyorum.
Ruhlara jilet atanlar, içi boş çarşaf hayaletler gibi… İçinde ateş olana, öykü çatana, bilgi taşıyana saldırıyor. Ateş, öykü, bilgi üretenler kansız kalsın, cansız kalsın istiyor. Öldüremezse, gülüşsüz bırakmak, soluksuz koşturmak istiyor bir ruhu olanı… Yaraları hiç kapanmasın, kanı durmasın diliyor. İzler bırakıyor jilet kesiğinden… O çarşaf ruhsuz… O hayalet boş mu boş… Kötünün kötüsünden yapılmış ve beyazın ölümüne dolanmış.
Tüm yaralı hale derman, gözyaşına teselli, ruha barış, bize sukunet içinde ateş taşıyan bir diğer can… Sonrası hayaletleri kovacak sözcükleri bulmak, sonrası yürümek üzerine kefenlerin vakitsiz sarmasın diye ne bedeni, ne ruhun ateşini… Sonrası sonlandırmak onların tüm cinayetlerini… Ama önce, en önce atar damar kesiğine bir çare… Ellerinde, gözlerinde, sözlerinde durmak önce…