SATICI
Film, loş neon ışıklarının aydınlattığı yatak odasına benzer
bir mekanda başlıyor. İran’da çekilen bir filmin erotik çağrışımlarla başlaması
bir yabancılık duygusu yaratıyorsa da gördüklerimizin bir tiyatronun sahne
dekoru olduğunu öğrendikten sonra sansürü ve yasakları anımsayıp
hüzünleniyoruz.Benzer iç çekişler filmin devamında da peşimizi bırakmıyor.
Kanımca Farhadi’nin en iyi filmi Bir Ayrılık. Ancak Satıcı
da son derece usta işi bir film. Farhadi filmlerinde belirgin bir imza var. Hiç
kimse söylemese de onun sinemasını tanıyabilirsiniz. Onun yarattığı iz’in
özelliklerini sıralamayı denersem; gerilim öğesinin filmin başından sonuna dek
diri tutulabilmesi, seyircinin heyecanını muhafaza etmek, tek bir öyküyü çok
boyutlu olarak aktarmak, çağımızın yoğunlaşmakta zorlanan insanını odaklamak,
suç-ceza-adalet kavramlarını sorgulamak, “insan iyidir-kötüdür” ikiliğinin
yerine “insan ne iyidir ne kötüdür yahut insan hem iyidir hem kötüdür”
anlayışının aktarıldığı karakterler, çok iyi ve doğal oyunculuklar, kadın-erkek
ilişkilerinin ahlaki meselelerle sınanması…
Tahran’da yaşayan Rana ve Emad çiftinin oturduğu binanın
yanındaki inşaat çalışması, bulundukları apartmanın zemininde hasara yol açtığı
için evlerini hızla boşaltmak zorunda kalışlarını görürüz ilk sahnede. Bitişiğinize
yapılan binanın sizi evsiz bırakması… Bir eylemin öngörülenin, niyet edilenin
dışındaki sonuçları… Tüm filmin üzerinden ilerlediği metafor. Sonra boşaltılan
evin çatlamış camı… Camdaki çatlağı onarmak pek mümkün değil biliyoruz ve sonra
Emad ve Rana’nın ilişkisindeki çatlakların oluşumunu izlemeye başlıyoruz.
Emad bir lisede öğretmenlik yapıyor aynı zamanda karısı Rana
ile birlikte bir tiyatro grubunda Arthur Miller’ın Satıcı’nın Ölümü oyununu
sahneliyor ve başrollerde oynuyorlar. Zaman içinde çocuk sahibi olmayı düşünen,
neşeli, birbirini seven, mutlu insanlar… Yeni bir ev arayışı sırasında
Tahran’da ev bulmanın güçlüğünü, kiraların nasıl da yüksek olduğunu, bizim
çiftin geçim derdi bulunduğunu öğreniyoruz. Orada burada kaldıkları sürede
üzerinde çatlaklar oluşan binadaki dairelerine eşya almaya gittikleri her
defasında elektirik çarpması riski yaşamaları filmde gelişecek gerilimin
habercisi oluyor.
Bir Travmatik Olay ve
Oluşan Çatlaklar Üzerine
Evde yalnız olduğu bir gün Rana, kocasıyla telefonda konuşup
gelmek üzere olduğunu öğrendikten sonra duşa girmek için hazırlanırken dış
kapının zili çalar, kapıyı açar, kocasının geldiğini düşünerek daire kapısını
da açık bırakır. Bir sonraki sahnede gelen adamın kocası olmadığını, Rana’nın duştayken
saldırıya uğradığını ve hastanede olduğunu, saldırganınsa kaçtığını öğreniriz.
Duşta saldırıya uğramak olasılığı hayli tedirgin edicidir, seyircide de öyle
bir etki bırakır. Evinizde güvende olduğunuzu düşünmek istediğiniz alanda,
küçük bir mekanda çıplak ve suda olduğunuz durumda saldırıya üstelik cinsel
saldırıya uğramak en korkutucu olasılıklardan biridir insan zihni için.
Hitchock’un ünlü filmi Sapık’ın unutulmaz saldırı sahnesindeki gibi... Film
böylesine korkutucu ve acı bir olayla açılış yapar ancak en sonunda banyoda
yaşananların üzerimizdeki izi Hitchock’un canavar, tümüyle kötü saldırganın
yarattığından son derece farklı olacaktır. Satıcı, bu izin farklılaşma
serüvenini çarpıcı biçimde anlatır.
Film boyunca ne tacizci ne de Rana banyoda yaşanan olayların
bütününü anlatmaz. Çünkü, sözün kolay kurulamadığı bir olaydır yaşadıkları...
Duygunun söze gelişi hem travmada hem ne yazık ki travmanın toprağı haline
gelen Doğu’da kolay değildir. Rana’yı harika bir oyunculukla canlandıran Taraneh
Alidoosti’nin bize gösterdiği gibi, konuşulması zor olandır. Banyoda
yaşananlar, Emad ve Rana’nın ilişkisini dönüşsüz biçimde değiştirir. Durum
tıpkı duvarlarındaki çatlaklar yüzünden oturulamaz hale gelen, elektirik kaçağı
bulunan binada olduğu gibidir. İlişkide o bina gibi içinde yaşanamaz hale
gelmek üzeredir.
Hiç görmediğimiz bir sahnenin (duşta saldırı) filmin
tamamını belirlemesi, temel gerilim ve kaygının bu sahnenin üzerine kurulması
Farhadi sinemasının ilgi çekiciliğini anlatan öğelerden birini gösteriyor.
1979’da İran’da olanların ardından gelişen ambargoların, önyargıların, cadı
masallarının arkasında kalan ülkeyi bize, gündelik ilişkilerdeki haliyle
anlatıyor.
Saldırının ardından Rana’nın nasıl etkilendiğini izliyoruz.
Acıyla, dehşetle bakan gözleri, sahneden bakarken seyircilerden ürkmesi, saldırganın
bakışlarını her yerde gördüğünü söylemesi, evlerine çöken hüzün, yalnız kalmak
istemeyişi ama her durumda kendini yalnız hissetmesi, banyoya girememesi
böylesi bir olayın ardından yaşanabileceklerin tutarlı bir anlatısı. Rana’nın
ne denli yaralı olduğu onu gördüğümüz her an karşımızda duran bir gerçekliktir
artık.
Emad’ı ise karısı için bir şeyler yapmaya çalışırken kendi
acısı, çaresizliği ve güçlükleri ile boğuşurken, gündelik yaşamını sürdürmekte
zorlanırken görürüz. Öğretmen olarak çalıştığı lisede öğrencilerle ilişki
kurmakta son derece başarılı iken olayın ardından tökezlediğini okuldaki
ilişkilerini bozduğunu görüyoruz. Tiyatrodaki durum, eşiyle ilişkisi yani artık
her şey değişmiştir. Geceleri iyi uyuyamadığı için derste uyuyakalır, tiyatroda
ekip uyumunu bozacak denli hırçın davranır, karısını teselli etmek, onarımına
katkı sunmak konusunda da pek başarılı olamaz.
Tam da bu noktadan filmin kadınlarına ve erkeklerine genel
olarak bakmakta fayda var. Farhadi kadınlardan yana, kadının gücünü gösteren
filmler yapıyor kanımca. Aksini iddia eden, filmlerindeki kadınların silik
karakterler olduğunu söyleyenler de var ama erkek dünyasında güç gibi
gösterilen güçsüzlükleri, adalet gibi sunulan haksızlıkları başarılı biçimde anlattığını
düşünüyorum.
Öyküdeki Kadınlar
Filmdeki kadınlar üzerine düşünmeye Rana ile başlamalı. İyi
bir oyuncu olan Rana, yaşadığı travmatik olayın ardından, yeniden güçlenmenin
kendini onarmanın yollarını ararken bir hayli yalnız kalıyor. Olay bizzat
kendisinin başına gelmiş olmasına rağmen kocasından daha başarılı biçimde başa
çıktığını gözlüyoruz. Her şey olup biterken bir yandan da kocasının şiddetli
duyguları ile uğraşmak zorunda kalması, buna karşın sonuna dek dayanması, sonunda
tacizci ile karşı karşıya geldiğinde kocasının kendi başına gelen olayın adaletini
sağlıyormuş gibi davranması, karısının önerilerini, onun bağışlayıcılığını yok
sayması karşısında dahi sonuna dek durabilmesi bile Rana’nın gücünü bize
gösteriyor. Rana da tacize tecavüze uğrayan pek çok kadın gibi hem olayın
sonuçlarıyla hem de sevgilisinin “yara”larıyla uğraşmak zorunda kalıyor.
Rana genel olarak yalnız hissediyor kendisini. Tiyatro
grubundaki çocuklu kadın Sanam’la olduğu bir kaç sahnede biraz canlandığını
görüyoruz ya da onun çocuğunu evine getirdiğinde mutlu olduğunu ama hep kısa
anlar ve genellikle Emad tarafından bozulan zamanlar…
Kırmızı trençkotlu oyuncu diye hatırlatabileceğim Sanam,
çocuğuyla birlikte setlerde dolaşan güçlü kadın ve iyi bir oyuncudur. Her yanı
kapalı kıyafetle oynadığı halde karakterinin bir fahişe olduğunu bize
kahkahaları ve beden duruşu ile anlatmayı başarır. Diğer oyunculardan farklı
olarak daha hassas, daha alıngandır ama nasıl olmasın ki…
Ahu, Emad ve Rana’nın taşındığı yeni evin onlardan önceki
kiracısı. Onun da Sanam’in çocuğunun
yaşlarında bir çocuğu var. Geçinebilmek için seks işçiliği yaptığını
anlıyoruz. Eşyalarını alması için gelmesini bekliyoruz ama o hiç gelmiyor.
Acaba Babak’la yaşadıkları yüzünden mi? Naser ile de ilişkisi olduğunu
öğreniyoruz ama Ahu’yu hiç görmüyoruz. Filmin diğer kadınları Naser’in (tacizci
adam) karısı ve kızı... Onlar da seven fedakar kadınlar olarak karşımıza
çıkıyor.
Öyküdeki Adamlar
Emad, iyi yürekli, yardım sever, öğretmenlik mesleğini ve
oyunculuğunu seven İranlı bir aydın. Dolmuşta yanına oturan kadın onun
varlığından rahatsız olduğunda dahi anlayış gösteriyor ve durumu öğrencisine 'Başka
adamlar ona dolmuşta kötü davranmıştır muhtemelen, onun için bütün erkeklerin
kötü olduğunu düşünüyordur' diye açıklıyor. Oysa karısının başına gelen taciz
olayında aynı şefkati gösteremiyor.
Tiyatroda sansüre rağmen oyun sergilemeye çalışıyor, lisede
öğrencilerine filmler izletmek, kitaplar okutmak istiyor. Zorlanıyor, devlet
sürekli oyuna müdahale ediyor, okul için istediği kitaplar da sansürden
geçmiyor. Onun yılmadan uğraşması bana Farhadi’nin tüm zorluklarına rağmen
İran’da sinema yapma çabasını anımsatıyor. Bu çabaya saygı duyulması
gerektiğini düşünüyorum. Bir ülkedeki güçlüklere dayanamayarak gidene sözüm yok
ama kalanın yaptığının zor olanı seçmek olduğunu da unutmamak gerektiğini
düşünüyorum. Farhadi’nin İran’dan seslenen, bize İran’ı anlatan, bize bizi de
anlatan sinemasını çok değerli buluyorum. Filmi izlerken benzer türde saygıyı
Emad’a da duyuyoruz.
Emad’ın gücü eşi Rana’nın uğradığı saldırıyla ciddi biçimde
yara alıyor. Kendi içindeki uğraş öylesine yoğunlaşıyor ki dışarıdaki tüm
ilişkileri bozuluyor. Eşiyle, tiyatro grubundaki arkadaşlarıyla, okuldaki
öğrencileriyle… İçindeki öfke ve adaleti sağlama uğraşı hayatına egemen oluyor ama
nihayetinde bir intikam arayışına dönüşüyor.
Evde genellikle o kadar gergin ki karısının ürkmesine ve
uzaklaşmasına yol açıyor. Öğrencisinin telefonuna el koyduğunu onlara karşı
öğretmen otoritesini sert biçimde kullandığını da gördüğümüzde onun epeyce
dönüştüğünü anlıyoruz. Emad’ın geçirdiği dönüşümün filmin içindeki filmle de
anlatıldığını görüyoruz. Karısının uğradığı saldırı öncesi Emad öğrencilerine
1971 İran yapımı İnek filminden söz ediyor. Film, çok sevdiği ineği ölen adamın
bir ineğe dönüşmesini anlatıyor. Çocuklardan biri “Öğretmenim bir adam nasıl
ineğe dönüşür?” dediğinde “Yavaş yavaş” yanıtını veriyor Emad. Ve kendisi de
gözümüzün önünde yavaş yavaş dönüşüyor film boyunca.
Tacizci adam Naser’i oynayan oyuncu (Farid Sajjadihosseini) da
Emad’ı (Shahab Hosseini) oynayan oyuncu gibi çok başarılı. Naser’in ailesi tarafından sevilen biri
olduğunu filmin sonunda öğreniyoruz. Naserin ailesi, Emad ile Rana’nın
taşındıkları evin eski kiracısı Ahu ile yaşadığı ilişkiyi bilmiyor.
Naser hepimizin sokakta karşılaşabileceği akrabaları
arasında görebileceği aile babası adamlardan biri. Tam da böyle bir adam
üzerinden hepimize ama özellikle erkeklere sorular soruyor. Naser’in
yaşadıkları üzerine yeniden düşünmemizi istiyor. Seks işçiliği yaptığını
düşündüğümüz Ahu tarafından muhtemelen eşyalarını alması için çağrılıyor.
Epeydir görüşmemişler. Binaya geliyor, kapı açılıyor, daireye çıkıyor, kapı
açık, evdeki eşyalar eskisinden farklı, koliler var ve Ahu’nun onun çocuğuna
aldığı bisiklet göz önünde duruyor. Bir gariplik olduğunu sezmemek pek mümkün
değil ama Naser kendi tabiriyle “şeytana uyuyor” ve tüm işaretleri boş verip
soyunuyor, duşa giriyor. Gelebilir miyim diye sormadan, içerideki kadının kim
olduğuna bakmadan... Gördüğü kadının Ahu olmadığını anladığında ne yaptığını
tam olarak bilemiyoruz ama hemen durmadığını anlıyoruz Naser ve Emad arasındaki
son diyaloglardan. Peki Naser’in yerinde olan adamlar nasıl davranırdı acaba? Tandıklarınız
misal, bizzat kendiniz. Kolaylıkla o duşa öylece girmezlerdi ya da özür
dileyerek hemen çıkarlardı ya da korktuğu için yaralanan kadını yalnız
bırakmazlardı diyebiliyor musunuz? İslam’da bir inanış vardır; “Kimse
sınanmadığı günahın masumu değildir”. Farhadi sineması böylesi sınamaların
öykülerini içerir.
Son sahnelerde Naser, Emad’a yalvarırken Rana’nın yüzüne
bile bakamayışı, ailesi karşısında da çok utanması ve sonucunda utançtan ölmesi
(bazıları öldü mü belli değil diyor belki de öyledir ben ölmüş gibi gördüm,
düşündüm) evet tokattan değil utançtan, güçsüzlükten ölmesi, onu kolaylıkla
suçlayamamıza neden oluyor.
Naser ve Emad arasındaki düşmanlık-utanç ilişkisi, kendisini
kurban gibi hisseden Emad’ın yeniden gücü ve kontrolü ele geçirme çabası ve
güce sahip olduğunda onunla ne yapacağını tam olarak bilememesi üzerine
kuruluyor. Filmin bazı yorumlarında Emad’ın bir zalime bir cellata
dönüştüğünden söz ediliyor ama ben katılmıyorum. Emad, karısı kadar bağışlayıcı
olmasa da ailesine Naser’in gerçeğini açıklamıyor, onu öldürmüyor aslında o da
ele geçirdiği güçle çaresiz kalıyor. Bir tokat atıyor. Bir tacize hatta belki
tecavüz girişimine karşı sadece bir tokat... Ama Doğu’nun makus talihi o
tokatta gizli işte. O tokatların söze, düşünceye, soyutlamaya dönüşmesi iken Doğu’nun
umudu bir kez daha Emad’ın elinde adaletin intikama dönüşmesi anlamını taşıyor
o tokat... Hamlet’in amcasının, annesinin arkasından geliştirdiği tiradlar bir
yanda Emad’ın tokadı diğer yanda duruyor o an karşımızdaki sahnede...
Mülkiyete Dair
Meseleler, Ahlaki Dini Kurallar…
Farhadi sinemasında adaleti ve ahlakı sorguluyor. Suçun net
değil muğlak olduğu zamanları, kazaları, zor durumları, krizleri… Bu tema bize
Suç ve Ceza’yı, Sefilleri anımsatıyor. Ancak Dostoyevski gibi Victor Hugo okur
gibi taraf olmuyor, zorlanıyor izleyici, kıvranıyor bir sinema salonundaki
koltukta. Doğu’da hava puslu, suç belirsiz alanlarda… Hakkaniyetli bir hakim
gibi aslında hakim gibi de değil kadı gibi düşünmesini istiyor izleyicinin ve
kusuru pay etmesini, suçun yer değiştirişini, adamın, adamların yavaş yavaş
dönüşümünü görmemizi yani... Siyah-beyazlara alışan çağımız insanı için zor
işler bunlar. İnceliğini çoktan yitiren çağımız insanına Rana’nın gözlerinden
bir zerafet sunuluyor. Ahlaki, dini kuralları zorluyor Farhadi; “Çalmayacaksın”,
“Yalan söylemeyeceksin”, “Zina yapmayacaksın”… Peki yaparsan? Hangi koşullarda?
Kim? Öyle kolay değil diyor karar vermek suça dair...
Diğer filmleri gibi Satıcı’da da hak, hukuk, sınırlara
ilişkin sorunlar başat ve görünür oluyor. Yeni bir ev yaparken Emad ve Rana’nın
yaşadığı evi oturulamaz hale getirmek açık bir haksızlık olarak görülüyor
örneğin. Ardından taşındıkları evde bulunan eşyalar, o evi tam olarak
kendilerinin gibi hissettmelerini engellerken içindeki eşyaları ne sokağa
atabiliyorlar ne de kullanabiliyorlar. Aynı şekilde Naser’in pikap arabasına
ilişkin de sorunlar oluşuyor. Emad ve Rana’nın hatta komşularının arabayla
kurduğu ilişki mülkiyete ilişkin belirsizlikleri beraberinde getiriyor. Evde
bulunan yüklü miktarda para ve onun kullanımı da büyük sorun oluşturuyor.
Rana, Emad ve Sanam’in oğlunun birlikte yemek yedikleri
sahne taciz sonrası kasvetin dağıldığı karı-kocanın mutlu olduğu yegane anı
gösterirken, tacizcinin bıraktığı paranın yanlışlıkla karısı tarafından
bulunması ve o parayla yapılan alışveriş sonucunda yemeğin yapıldığını öğrenen
Emad’ın yemeği yarım bıraktırması ve suratının asılması ile sona eriyor. Mutlu
bir anın yarım kalması, kursakta kalan heves Farhadi sinemasının ana duygusu
gibidir. Berbat bir haberle bozulan mutlu bir an...
Her mutluluğun yarım kaldığı Doğu’nun çok zorlu sınavlarla
sınanan ilişkilerini anlatan Farhadi’nin verdiği evrensel mesaj, Oscar
törenlerinde verdiği mesajı anımsatıyor. Oscarödülünü film ekibi adına İran
kökenli NASA mühendislerinden Firuz Naderi ve NASA’nın kadın astronotlarından Anushe
Ansari tarafından alınmasını yani... Böyle bir tercihle Farhadi ne demek
istemiştir? Hepimizde az çok bulunan bir Doğulu kibri ile “Vay canına ne laf
söyledi Amerika’ya” Evet doğru Amerika’ya sözünü sağlam söylüyor. Ama İran
bürokrasisine de bir sözü var. O sözü “Bu kadar değerli insanlar bizim
ülkemizde bilim yapamıyor” diye de okuyabilirsiniz, “Düşman bellediğiniz
Amerika’daki bu insanlara yakın hissediyorum ve siz onları kapsayamıyorsunuz” diye
de... Dolayısıyla ne kendi ülkesindeki iktidara ne emperyalist devletlere
yaranamayan böyle bir derdi de olmayan Farhadi’nin yaşayamadığı mutluluğu
görüyoruz bir anlamda bu sahnelerde. Dünyanın en popüler sinema ödüllerinden
birine hak kazanmak ancak almaya gidememek gibi… Ülkeni topyekun kötüleyememek
ya da Amerika’yı topyekun şeytan ilan edememek gibi… Doğucu olmayan bir
Doğulu’nun temel ikilemleri Farhadi’nin bende yarattığı duyguya denk düşüyor
genellikle… Ve onun sözleriyle söylersek “uzaydan bakıldığında hiçbir yerde
sınır yok"...
Yazıyı
filmde beni en çok etkileyen sahneyi sizlerle paylaşarak bitirmek istiyorum.
Prova sırasında fahişe kadını oynayan Sanam, her tarafı kapalı elbisesi ile
çıplak olduğunu ima ederek “giysilerim olmadan dışarı çıkamam” dediğinde
oyunculardan biri “çıplak olduğunu söylüyor ama üstünde pardösü var” der, diğer
oyuncular gülmeye başlar, Sanam sinirlenir ve ağlayarak sahneyi terk eder. O
sahnede hepimiz güleriz ama gerçek bir acıyla.. O sahneden bize gösterilen İran
toplumunun en çok da kadının ve sanatının yarasıdır. O yaraya iyi bakmalı, o
tokat üzerine iyi düşünmeliyiz. Çünkü Karl Marx’ın dediği
gibidir mevzu... “Aldırmıyorsun ama anlatılan senin hikayendir.”