14 Mart 2019 Perşembe


"Saklanmak bir eğlencedir, bulunamamak bir felaket"  


Psikesinema'nin yeni sayısı çıktı. Borderline kişiliklerin sinemada ele alınış biçimlerine kimi filmlerden örnekler verdiğim yazım "Saklanmak bir eğlencedir, bulunamamak bir felaket" (Winnicott'in sözü) başlığında... 

“Hayallerini yitiren çingene”; Kusturica  

“Kanatlarımı koparmak istiyorlar, kanatları olmayan bir ruh nedir ki? Benim ruhum özgür. Bir kuş gibi özgür. Yükseklere çıkıp sonra aşağıya iner. Bazen gözyaşı döker, bazen de şarkılar söyleyip kahkahalar atar…”
 Çingeneler Zamanı
Kusturica sineması, bir rüyayı andıran sahneleri, dinmeyen hareketliliği, göz alıcı renkleri, cennet gibi Balkan doğası eşliği, her köşeden çıkan hayvanları ve cezbedici müzikleriyle anılır. Emir Kusturica, sinemasının yanı sıra verdiği demeçlerle ve siyasal tavırlarıyla da adından sıkça söz ettirir. Sineması göz alıcı, kendisi zaman zaman kışkırtıcı olan bir yönetmenin filmlerinin içeriğini aklımızın eleştirelliğini koruyarak serinkanlı biçimde konuşmak kolay değil. Kusturica söz konusu iken onun yapıp ettiği tüm işleri öfkeyle değersizleştiren bir grupla, çektiği her filmi beğenen diğer grup arasında tam da Balkanlar meselesini çıkmaza sürükleyen bir pozisyonun taraftarlık ve fanatizmin dayatması altında bulursunuz kendinizi. Ancak dayatmalara karşı durmadan da üretim olmuyor. O nedenle son söz olabilecek olandan başlayarak Kusturica sinemasında gördüklerimi anlatmaya çalışayım.
1981’de Dolly Bell’i Anımsıyor musun?, 1985’de Babam İş Gezisinde, 1988’de Çingeneler Zamanı, 1993’te Arizona Dream, 1995’te Underground, 1998’de Kara Kedi Ak Kedi filmleri sinemalarda gösterime girdi. Adı geçen yapıtların her biri sinema tarihine geçecek denli özgün ve nitelikliydi. Kusturica’nın 2004’te çektiği Bir Mucizedir Yaşamak, tematik açıdan önceki filmlerinin gerisine düştü. 2007 yapımı Zavet gerçek bir hayal kırıklığı ve düşüş filmiydi. 2016 yapımı Aşk ve Savaşise Kusturica ve Monica Bellucci’nin başrolde oynamasına ve Zavet kadar kötü olmamasına rağmen eski filmlerinin niteliğine ulaşamadı.

“Hayalleri olmayan bir çingene nedir ki?” Çingeneler Zamanı

Kusturica’nın hayali kuşkusuz Balkanların Birliği ve onun somutlaşmış hali olan Yugoslavya’ydı. Sinemasının düşsel atmosferinde bu hayali anlattı. Siyasal yazında, iç karışıklıkların artması, birbirine düşmek anlamında “balkanlaşmak” diye bir deyim var yazık ki… Oysa Yugoslavya deneyiminin varlığı (kısa da sürse), Balkanlaşmanın başka biçimlerinin de olabileceğini gösteriyordu.
Kusturica sineması, masalsı bir Balkan anlatısıdır. Onun filmlerinde Balkan coğrafyası ya da kültürü, dışsal bir koşul değil taşıyla, ağacıyla, hayvanıyla, duvardaki halısıyla, farklı dillerden sözcüklerle dolu dilleriyle, dansları ve müziğiyle adeta bir karakterdir. Balkanların birlik düşü, Kusturica sinemasının ruhudur. O düşü filmlerinden çekip aldığınızda geriye kalan yalnızca kalıpsal, şekilsel olandır. Özellikle Kusturica’nın son iki filminde yani Zavet ile Aşk ve Savaş’ta olan da budur; Kusturica sineması ruhunu yitirmiştir. Bu filmler çekildiğinde Yugoslavya artık yıkılmıştır. Birliğe olan inancını yitiren Kusturica’nın sineması, daralarak fakirleşir. “Hayali olmayan bir Çingene nedir ki? Çatısı olmayan bir kilise, sesi çıkmayan bir çan gibi….” sözü “Balkanlara dair hayali kalmayan bir Kusturica’nın sineması nedir ki?”ye dönüştürebilir artık.
Yugoslavya’nın dağılma süreci Kusturica için acılıdır, ayrılmak isteyenlerin değil birliği savunduğunu iddia edenlerin yani Sırpların yanında kalır. Bu tercih, Bosna doğumlu Müslüman kökenli bir aileden gelen Emir’i, adını Nemanja olarak değiştirip bir kilisede Hıristiyan olmaya kadar götürür. Ancak birlik, ayrılmak isteyenin zorla engelleneceği biçimde sağlanamayacağı ve Yugoslavya deneyimi de böyle inşa olmadığı için Kusturica, bu seçimi yapmadan önce savunduklarının çok gerisine düşer. Bir Balkan sinemacı olarak başladığı yolda, anlatısı sınırlı bir Sırp yönetmene dönüşür. Sineması ise, kapsadığı geniş kültürel alanı daraltarak, aziz ikonlarının, kilise çanlarının, Sırpları mazlum gösteren sahnelerin gözümüze sokulduğu bir yerelliğe hapsolur. Sineması eski samimiyetini ve temel karakterini yitirir.

 “Bir zamanlar bir ülke vardı” Underground

Yugoslavya deneyimini anla(t)maya en yoğun biçimde odaklanan Kusturica filmi olan Underground, 1941’de Naziler tarafından Belgrad’ın bombalanması ile başlar, Yugoslavya’nın yıkılışı ile sona erer. İki partizan, Blacky ve Marco’nun aynı kadına aşık olmaları ardından yaşadıkları rekabeti, düzenbaz Marco’nun Blacky’yi beraberindeki bir grup insanla birlikte kandırarak yer altında bir mahzene kapatmasını, onlara ürettirdiği silahlarla ticarete atılmasını anlatır. Kusturica film hakkında şöyle söyler:
Yeraltı, manipülasyonla ilgili bir filmdir; bir ya da iki kişinin başka herkesi nasıl kendi hakimiyetleri altında tutabildikleriyle ilgilidir. Tito zamanında insanlar metaforik hücre tipinde bir yerde tutuluyorlardı, izole edilmişlerdi ve iyi hayatı sürdürdüklerine inanıyorlardı. Son yıllarda da başkalarını hücrede tutan insanlar, kendilerini demokrat ilan etmişlerdir ve böylelikle hemen yeni hücreler yaratılmıştır.” (Balkan Sineması, s.154)
Kusturica’nın ilk iki filmi Dolly Bell’i Anımsıyor musun? ve Babam İş Gezisinde de Yugoslavya’da iktidarda bulunanları eleştirir. Üç filmi tarihselliği içinde sıraladığımızda Kusturica’nın Yugoslavya yönetimine eleştirilerinin giderek sertleştiğini görürüz. Dolly Bell’i Anımsıyor musun? filminde hayatlarındaki yoksulluk, kadınların seks işçisi olarak çalışması, konut ihtiyacı gösterilir. Saraybosna’da yaşayan bir ailenin bir dönemine tanıklığımızı sağlarken buradaki eleştiri evin babası üzerinden yapılır. Baba, aile içinde demokratik karar almaya çalışan, evdekilerle toplantılar yapan, tutanaklar tutturan herkese söz hakkı tanıyan ama sonunda yine bildiğini yapan bir adamdır. Bu yüzden bu toplantılar ev halkının katlanması gereken sıkıcı ritüellere dönüşür. Babam İş Gezisinde filmindeyse, babanın parti gazetesine dair eleştirel tutumu ve parti bürokratı akrabasının kişisel husumeti nedeniyle uzun süren bir gözaltı ve birkaç yıl süren sürgün hayatı yaşaması anlatılır. Aynı mahallede yaşayan bir adamın gözaltına alındıktan sonra kayboluşu ve ailesinin yaşadıkları da filmin arka planında yer alır.
Underground filminin başındaki atıf, “Babalarımıza ve onların çocuklarına…” der. Yugoslavya’yı yaratan babalarına ve akranlarına ithaf eder filmi Kuturica. Onlarla bir duyguyu paylaşmak, bir yası ortaklaşmak istemektedir adeta. Bu üç filmin de benzer bir atıfla yapıldığını ve sadece Yugoslavya deneyimini yaşayanların değil, SSCB’nin yıkılması öncesindeki sürece (özellikle soldan) bir biçimde tanıklık edenlerin ortaklaşabileceği duyguları yansıttığını ifade edebiliriz.
Kusturica, Babam İş Gezisinde filminde Marx’ı Stalin’den öğrenirken gösteren çizimi görünce “abartıyorlar artık” diyen babanın uzun gözaltı süreci ardından sürgüne gönderilmesini eleştirebilecek kadar cesur ve hakikatten yana bir sinemacıdır gençliğinde. Yugoslavya’da neredeyse kutsanan Tito’ya ilişkin de eleştirileri vardır ama hayranlık duyduğu noktaları da ifade eder. Yugoslavya’daki “sosyalizm” Underground’daki depodur biraz da… Depodaki aydınlatma, orada yaşayanların hızlıca pedallarını çevirdikleri bir bisikletin farları ile sağlanmaktadır. Üretilen söylemin aksine her şey mantıklı değildir ve sınırlı olanaklar da orada yaşayanları zorlamaktadır.
Bu filmlerin tamamında eleştiri içeridendir demiştik. Eleştirinin derdi de “Yıkılmasın ama iyileşsin”dir. Onun filmlerinde iki tür insan görürüz. Bir yandan Balkan halklarının birlik ve sosyalizm hayallerini istismar eden bürokratlar, diğer yandan bu hayallere aşkla bağlı insanlar… Kusturica ilk grupta yer alanlarla mücadele ederken ikinci gruptakilerle arasında bağ hisseder. Onun filmlerinde Yugoslav marşları çalınırken evinde yalnız başına da olsa ayağa kalkıp selam duran işçiler vardır, evde otururken slogan atarak coşan babalar, Yugoslav milli takımının maçlarında hayatı durduran insanlar… Underground’da bir depoda yıllarca bekleyen ve Yugoslav partizanlar için silah ürettiğini düşünen Blacky karakteri, Tito’nun kendisine gönderdiğini düşündüğü saati alırken nasıl da gururludur. Kusturica’nın Yugoslavya’yı reddeden onu yok etmek isteyen bir bakış açısına sahip olduğunu Underground’da da bunu anlattığını söylemek onun temel düşünü ve özellikle Underground’daki bürokrasi eleştirisinin derinliğini görmemek olur.
Dolly Bell’i Anımsıyor musun? filmindeki Dolly Bell, genç güzel bir kadındır aynı zamanda erkeklerle para karşılığında birlikte olur. Bu durumdan habersiz ve aşık olan evin ortanca oğlu ile güvercin kümesinde uzanırken aralarında şöyle bir konuşma geçer:
(Oğlan)- Babam komünizme hipnoz olmadan da ulaşabileceğimizi düşünüyor./ (Dolly Bell) Neresi orası?/- (gülerek) orası bir yer değil, komünizm bir toplumsal düzen… Herkesin ihtiyaç duyduğunu eşitçe elde edebildiği bir düzen./- güzel yermiş!
Böylesine yalın herkesin yaşına ve durumuna uygun diyaloglarla doludur filmleri… Yugoslavya’nın birleştirici ve eşit hissetmeye dönük ihtiyacı karşılayabileceği düşü ve bu düşün temiz, çalışkan insanlar tarafından paylaşılmasıdır üç filmde de ifade edilen…

Travmatik bir ayrılığa verilen yanıt: Manik savunmaların Kusturica sinemasındaki izleri

Balkanların insanları başka ülkelerin 200 yıla sığdırdıklarını neredeyse 50 yılda yaşar. 2. Dünya Savaşı, Nazi işgali, Yugoslavya’nın kuruluşu, SSCB ile mesafelenme, uluslararası yalnızlık, iç savaş, Birleşmiş Milletler müdahalesi, ambargo, kaos… Böylesi bir öyküye ne çok travmatik durum sığar kim bilir? Belki bu nedenle Kusturica sinemasında zamansal kaymalar çokça olur. Adeta kimi anların silik olduğu, tarihsel sıralamanın birbirine karıştığı travmatik bir bellek vardır işin içinde.
Daha iyi bir Yugoslavya düşlerken elindekinden de olmak, vatansız-kimliksiz kalmak… Kusturica bu kaybı yaşayan ve derinden hisseden biridir ve bu yitimi mizahla, dansla, dürtüsellikle anlatması kayba karşı manik savunmaların devrede olduğunu düşündürür. Bu savunmaları kullanan kişiler, “durmaksızın konuşma, denetimsizce alkol alma, (…) sigara içme, (…) diğer kişilere de bulaştırarak aktardıkları coşkunun, belli bir kırılgan ve güvenilmez niteliği vardır (…) manik kişi için mutluluk bildik bir durumsa da sakinlik ve dinginlik bu kişinin deneyimlerinin tamamen dışında kalan bir duygu durumu olabilir.” (s. 303-304) Kusturica karakterlerini anımsatıyor değil mi? Devam edelim “(bu) kişilerin temel savunmaları inkar ve eyleme koymadır. İnkar çoğu insanı sıkıntıya sokacak veya telaşa düşürecek olayları görmezden gelme (veya mizaha dönüştürme) eğilimlerinde kendini belli eder. Eyleme koyma çoğunlukla  kaçış biçiminde olur: kayıp tehdidi içerebilecek durumlardan uzaklaşırlar. (bunun yolu) cinselleştirme, aşırı alkol alımı, diğer kişileri kışkırtarak öfkelendirme, hırsızlık…” (Psikanalitik Tanı, s. 304) Kusturica karakterlerinin ölüm, yıkım, ayrılık, savaş karşısında kimi zaman manik kişilik örgütlenmesine özgü büyüklenmeci (“bana bir şey olmaz”, “uçabilirim bile”) tavırlar içinde olması tespiti destekler niteliktedir. Tarihi boyunca yanıbaşındaki güçler tarafından dürtülen Balkan halklarının kendi ihtiyaçlarına yönelmesini engelleyen tüm uyaranlara karşı oynak ritimleriyle ses bastırma tavrıdır Kusturica’nın filmlerinin müziğe boğulması da…
Kusturica karakterlerinin manik halleri, depresif pozisyonları da anımsatır bize. İntiharlar, derin kederlerin içine sürüklenen karakterler sıklıkla görülür. Ya karşısındakini ya kendisini değersizleştirme ile ya karşısındakini ya kendisini yüceltme arasında yani manik pozisyonlarla depresif haller arasında salınır Kusturica sineması tıpkı Balkanlar gibi…
Cenazelere, acıya, üzüntüye tahammül zordur onda. Daha ilk filmi olan Dolly Bell’i Anımsıyor musun?’da babanın ölümü ardından cenaze evine çocuğa aldığı bisikletle gelen enişte ve babası ölen çocuğun bisiklete bakarak gülümsemesi, Çingeneler Zamanı’nda Perhan’ın gözüne konan altınları pencereden gelen oğlunun aşırması, Underground’da herkesin öldüğü sahnenin ardından ölenlerin toplanıp düğün yapması bu zorlanmanın bir yansıması gibidir.

Kusturica filmlerinde ana-baba temsilleri

Anne-baba karakterlerinin işlevleri açısından sembolize ettikleriyle Kusturica filmlerindeki temsillerini izlemek anlamlı olacak. Dolly Bell’i Anımsıyor musun?filminde annenin ve babanın işlevlerini büyük ölçüde yerine getirdiği üç çocuklu bir aile görürüz. Çok sigara içen baba, filmin sonunda bir akciğer hastalığı yüzünden ölür. Bu filmdeki baba adeta Tito’yu çağrıştırmaktadır. Sosyalizme ve Yugoslavya’ya yürekten bağlı, demokratik bir işleyişe dair inançları olan ancak demokrasi deneyimi sınırlı ve evin çok çeşitli sorunlarıyla uğraşan bir baba… Üç oğul adeta farklı ulusları temsil eder. Masada büyük oğlan ortanca olana vurunca baba, “ben varken olmaz” diyerek onu durdurur. Tıpkı Tito varken Yugoslavya’da boğazlaşmanın olmaması ama ölümü ardından “kristal” dengelerin sarsılması örneğindeki gibi… Underground’da yeraltındaki depoda doğan oğul Yovan dünyaya gelirken anne ölür. Yugoslavya dağılırken Kusturica, annelerin olmadığı, daha doğum yaparken öldüğü bir dünyayı anlatmaya başlar. Sonraki filmlerde babalar da ortadan kalkar. Bir Mucizedir Yaşamak’da anne deli, baba güçsüzdür. Kara Kedi, Ak Kedi’den itibaren çoğunlukla ninelerin, dedelerin büyüttüğü çocukların öyküleri anlatılır. Anne-babaların “Sosyalist” Yugoslavyası ölmüş, dedelerin ninelerin bir krallık olan Yugoslavya’sı geri gelmiştir. Vatansızlık annenin yokluğuyla, bir arada tutan, koruyup kollayan babanın gidişi ailenin dağılmasıyla anlatılır.

Kusturica kimlerin öyküsünü anlatır?

Kusturica’nın karakterleri genellikle iktidardan yoksun olanlardır. Çingeneler, çocuklar, ergenler, işçiler… Her birinin güce sahip olma olasılıklarıyla sınanmasını da anlatır. Güce sahip olduğunda başka birine dönüşen insanlar, ihanete yalana batan dostluklar, yoldaşlıklar, aşklar…
Çingeneler Zamanı’nda Perhan, trende 4 yaşındaki oğlunun ve hasta kızkardeşinin yanından ayrılırken ninesine hediye alacağını ve bir sonraki durakta onları yakalayacağını söyler. Kızkardeşi “nineme bulaşık süngeri al” der. 4 yaşında küçücük oğlan “baba sinirimi bozuyorsun, gideceksin ve dönmeyeceksin” diye seslenir babasının ardından… Bu sahnede, çok erken yaşta pek çok kayıpla karşılaşan kendi doğumu sırasında annesi ölen küçük bir çocuğun acıyla büyümesine tanıklık eder ve erken büyümek zorunda kalan tüm çocuklar için derinden bir keder hissederiz. Zavet’te hiç bir konuda farkındalığı olmayan bir Keloğlan’ı andıran başroldeki ergenle, annesinin ne iş yaptığını, etrafındakilerin kendisiyle ilgili planlarını dahi anlamayan safdil genç kadın anlatılır. Çingeneler Zamanı’ndan Zavet’e Kusturica karakterleri bilinçlerini ve sezgilerini yitirirler.
Yalanla meselesi vardır yönetmenin. “İnsan neden yalan söyler?” sorusuna yanıt arar gibidir filmlerinde… “Kendime yalan söylemeye başladığımdan beri kimseye inanmıyorum.” Bu sözü Çingeneler Zamanı’nın karakteri Perhan’dan duyarız.
Ninesinin sevgisiyle büyümüş Perhan’ın adım adım değişiminin ve başkalaşımının öyküsü tutarlı biçimde anlatılır Çingeneler Zamanı boyunca. Yalanlarla değişen karakterlerin ve hayatların, lekelenen hayallerin acılı öyküleridir anlatılan. Dolly Bell’i Anımsıyor musun?’da evin ortanca ergen oğlunun arkadaşlarının palavraları ile yalanla tanışması ardından sevdiği kadının para karşılığı arkadaşlarıyla birlikte oluşunu izlemesi, Babam İş Gezisinde filminde erkeğin kadınlara söylediği yalanla başlayıp Yugoslav yöneticilerin yalanlarına doğru ilerlenmesi anlatılırken Underground’da on yıllar boyunca bir manipülasyonun içinde yaşayan insanlarla tanışırız. Filmleri kronolojik olarak izlerken söylenen yalanlar da büyür.

Günahsızlığın ve dostluğun temsilcisi olarak hayvanlar

Kusturica’nın tüm filmlerinde başrolde yer alan hayvanları görürüz. Her zaman ortalıktan geçiveren bir kaz sürüsü, Kara Kedi Ak Kedi’de filmin ilerleyişini bize hurda bir arabayı yeyip tüketerek gösteren bir domuz, Underground’da yeraltında insanlarla birlikte yaşayan ve en sonunda tankın içine girip ateşleyerek insanların oradan çıkmasına sebep olan maymun, Hayat Mucizedir’de eşeğin trenin önünde öylece durarak bir intiharı önlemesi, Aşk ve Savaş’ta yılan, atmaca ve eşeğin Kusturica’nın oynadığı karakterin defalarca hayatını kurtarması onun sinemasında sayısız örneklerini bulabileceğimiz hayvanların dostça davranma hikayelerinden yalnızca bazılarıdır. Arizona Dream’de ana karakterin sıkça düşünde gördüğü eskimo ailenin babasının hayatını da bir köpek kurtarır. Aynı filmdeki genç kadının kaplumbağaları yalnız hayatındaki tek arkadaşlarıdır.
Kurtarıcıya dönüşen hayvanların sezgileri temsil eden bir anlama kabiliyeti vardır. Underground filminin giriş sahnesinde Belgrad’ın Nazi uçakları tarafından bombalanışını izleriz. Gelmekte olan felaket nedeniyle hareketlenen hayvanlara karşılık ilk bombalar atıldıktan sonra da sevişmeye, birbirleriyle kavga etmeye, günlük rutinlerini anlaşılması güç biçimde sürdürmeye devam eden insanları görürüz.  Başlarına geleni umursamayan insanlar hem sezgilerini hem akıllarını yitirmiş gibidir.
Hayvanat Bahçesi’nin bekçisi olan karakterimizin hayvanları kurtarma çabasıyla alay eden abisi (kendisi yeraltındaki yalan dünyanın kurucusu ana karakterlerimizden biri olan Marko’dur) onu Nuh’a benzetir. Dinsel anlatılar da, hayvanların yaklaşan kıyameti anlatan işaretlerini doğru okuyarak insanlara yardım etmeye çalışan müridsiz peygamberlerin ve sonunda onları dinlemediği için cezalandırılan halkların öyküleriyle doludur.

Aşk

Kusturica sinemasının önemli temalarından biri de aşktır. Dolly Bell’i Anımsıyor musun? filminin adı, gençken ondan başka bir şey düşünemediğiniz aşkınızı büyüdüğünüzde yalnızca zaman zaman anımsamanın hüznüne vurgu yapar. Dolly Bell, filmin ana karakteri olan gencin aşık olduğu kadındır. Underground’da yoldaşların arasının bozulması aynı kadına (histerik kadın Natalija) aşık olmaları ile başlar.
Arizona Dream, sinema tarihinde aşkı en iyi anlatan filmlerden biridir. Aynı evde yaşayan üvey anne ve kızı ile iki genç adamın arasındaki ilişkileri anlatan filmde karmaşık aşk ve flört hikayeleri birbirine girer. 40’lı yaşlarındaki üvey anne Elaine (Faye Dunaway) aslında kendisinden daha genç olan Paul (Vincent Gallo) ile flört ediyorken Paul’den de daha genç olan Axel (Johnny Depp)in kendisine yönelik aşkına cevap verir. Başlangıçta onunla ilişki kurmasının nedeni, genç adamın onun uçma tutkusunu gerçekleştirebilmesi için araçlar üretmesidir. Fakat daha sonra kadın da kendini kaptırır. Aynı esnada üvey kızı Grace (Lily Taylor) ve Axel arasında başlangıçta nefretli olan ilişki zamanla aşka dönüşmüştür. Film Grace’in dramatik intiharı ile son bulur. Axel’in görünen aşkı ile aslında biriktirdiği aşkı, Elaine’in uçma aşkının zamanla dönüşümü, Paul’un sinema aşkı başarılı ve tutarlı biçimde öykülendirilirken, birbirine çok öfkeli görünen iki gencin Axel ve Grace’in rus ruleti oynadığı sahne kavuşamayacak aşıkların intiharvari eylemini yaratır.
Kara Kedi Ak Kedi, harika bir aşk masalıdır. Belki de kadın karakterlerin en güçlü olduğu Kusturica filmidir. Kaderlerine hatta aşık oldukları adamlara çizilen kaderlere isyan ederek kavuşmaları yaratan kahramanlara dönüşür kadınlar bu filmde.
Bir Mucizedir Yaşamak’ta ve Aşk ve Savaş’ta herkesin savaştığı bir dünyada savaşmayıp sevişen çiftler anlatılırken Zavet’te aşk, kaba ve kötü bir güldürünün ana unsurudur.

Büyüler-sinema, büyücüler-sinemacılar…

Kusturica sinemasında gizemli olaylar büyük bir doğallıkla gerçekleşir. İnsanlar uçar, ölüler dirilir. Absürd olayların olmadığı ilk filmlerinde bile Kusturica’nın büyüsel olana merakı gözlenebilir. Dolly Bell’i Anımsıyor musun? filminde ana karakterimiz olan genç adam hipnoza çok meraklıdır. Kaldığı güvercin kümesinde onun falına bakan Dolly Bell, avcunun içinde gördüklerini söylemeyi şu kehanetle bitirir. “Yakında ailenizden biri ölecek”… Ve kısa süre sonra babaları ölür. Genç adam olup biten tüm kötü şeylere inat bir telkin cümlesi olarak sürekli  şunu tekrar etmektedir; “her gün daha iyiye doğru gidiyorum”. Çingeneler Zamanı’nda Perhan demir eşyaları hareket ettirebilir. Bu yeteneğinin ninesinden geçtiğini onun da şifacı olduğunu öğreniriz. Tüm bu anlatılar ve büyülü görsel öğeler bir masalın ya da rüyanın içinde hissetmemize yol açar. Büyülü bir atmosferi başarıyla kurar Kusturica. Kimi açılardan Latin Amerika edebiyatında harika örneklerini gördüğümüz büyülü gerçekçilik akımını anımsatır bize.
Sinema da insanları büyüleyen bir araçtır bir bakıma. Arizona Dream’de Axel karakterinin sıklıkla gördüğü rüyada eskimonun aracında Nanook yazısı görülür örneğin. Nanook en eski ve en harika filmlerden birinin adıdır ve kahramanımız rüyasında bu filmin izlerini takip eder. Hitchcock’un North by Northwest’inden uçaktan kaçma sahnesini Paul iki kez taklit eder. Bir Mucizedir Yaşamak’da Zorba filminde kütüklerin bir kaydırak yardımıyla taşınması sahnesine çok benzeyen bir sahne vardır. Örnekler uzatılabilir. Sinema da Yugoslavya hayali gibidir Kusturica’nın ellerinde. Hem çok değerlidir, hem güldürü konusudur, hem de eleştirel yaklaşılır.
Çingeneler Zamanı ve Kara Kedi Ak Kedi’deki büyükanneleri başarıyla oynayan Ljubica Adzovic’yi, Kusturica’nın asistanı sokaklarda falcılık yaparken bulup Kusturica’ya getirdiğinde “falcılık da bir çeşit oyunculuktur” diyerek ona başrolü vermiştir.
Underground’da oyunculuk, tiyatro hakkında Nazilerin tiyatroya ele geçirmesine karşılık oyunculuk hayatını sürdüren kadın karakterle ana karakterlerden biri olan partizan arasında şöyle bir diyalog geçer. “Fırınlar, restoranlar, ve sinemalar hala açık ama değil mi?/ Evet kesinlikle öyle. Ama sen fırıncı değilsin. /Ekmek de pasta da satmıyorsun değil mi? Ruhunu satıyorsun! Ben de şahsen ruhunu satanları yargılıyorum zaten. İlk olarak işe tiyatronun müdürü Jovan Popoviç’i öldürerek başlayacağımı da söyleyebilirim. Onu kendi ellerimle boğazlayacağım… Çünkü tiyatroyu severim.” Burada sinemanın, tiyatronun propaganda gücüne gönderme yapılır, bu gücü Kusturica’nın ciddiye aldığı ortadadır.
Underground’da Blacky karakteri Nazilerin hala yenilmediği ve Yugoslavya’nın işgal altında olduğu yalanıyla arkadaşı Marco ve aşık olduğu kadın Natalija tarafından yeraltında bir depoda tutulurken yukarıdaki hayatta ölü olarak kayıtlara geçirilmiş ve anısı bir devrim kahramanına dönüştürülmüştür. Film içerisinde bir filmin, Blacky’nin hayatının filme çekilişinin öyküsü de anlatılır. İzlediğimiz gerçeklik çekilen filmde alabildiğine çarpıtılmıştır. Böylelikle sinema da kurulu yalanın bir parçasına dönüşür. Başka bir yerde “Sinemada ve edebiyatta anlatılan her şey yalandır, yalnızca hayat gerçektir” diyecektir bir Kusturica karakteri. Gerçekle kurgusal olanı birbirine karıştıran karakterler sıklıkla görülür onun filmlerinde. Underground içinde çekilen filmde de gerçekle kurgu öyle karışır ki Blacky tarafından Nazi kıyafetli oyuncular öldürülür.
Kusturica filmlerindeki büyüsel başka bir öğe de müziklerdir. Perhan’ın meyhanede dağıttığı sahnede onu almak için gelen büyükannesi içeridekilere “Müziği durdurun! Onu çıldırtmak mı istiyorsunuz?” diye bağırır. Müzik de insanları büyüleyen bir öğe olarak görülür. Filmlerinde özellikle Bregoviç ezgilerinin biz izleyiciler üzerindeki etkisi belirgindir.

Kusturica filmlerindeki sahneler, yönetmenin izleyicisiyle rüyalarını paylaşmasıdır

Onun filmlerindeki pek çok sahnenin akılda kalıcılığı, rüyalara girebilecek denli buğulu ve imgesel görüntüleri malumunuz. Ancak ben yazının sınırları nedeniyle yalnızca bazılarını anımsatmak istiyorum.
Underground’ın sonunda Yugoslavya parçalandıktan ve tüm karakterler öldükten sonra hepsinin bir düğünde buluştuğunu görürüz. Anlatıcının “İşte tam burada yeni evler inşa ettik. Leyleklerin yuva yapabileceği kırmızı damlı ve bacalı komşularımıza kapıları ardına dek açık olan. Burada bizi besleyen topraklara şükranlarımızı sunacağız. Bizi ısıtan güneşe de öyle. Ülkemizin yeşil otlarını çağrıştıran bu çayırlarda acı hüzün ve neşeyle. Çocuklarımıza durmadan öyküler anlatacağız. Bir zamanlar, bir ülke vardı diye” dediğini duyduğumuzda ve altta “Bu öykünün sonu yok” yazısını gördüğümüzde perdedeki insanların neşesine rağmen kederleniriz.
Kusturica hemen tüm filmlerinde duygusal boşalımın, uzun süredir ertelenen karşılaşmaların gerçekleştiği bir düğün sahnesi kurar ve düğümlerin çoğunu orada çözer. Bu açıdan Babam İş Gezisinde’nin finalindeki düğün sahnesi de Underground’daki düğünlerin ilk hali gibidir. Ak Kedi Kara Kedi’de herkesin birbirinin arkasından dolap çevirdiği bir düğün olarak unutulmazlar arasındadır.
Bir Mücizedir Yaşamak’ta henüz Saraybosna’da Sırplarla Boşnaklar arasındaki çatışmalar başlamadan önce ayı avına çıkanlardan birinin bir sniper tarafından öldürülmesi ardından borazan çalması ve Kusturica filmlerinde hep gördüğümüz neşeli ezgiler çalan aletin ucundan kan akan sahne oldukça çarpıcıdır.
En büyülü görsellikse kuşkusuz Çingeneler Zamanı’ndadır. Filmde gördüğümüz Hıdırellez törenleri unutulmazken Perhan’ın meyhanede sarhoş olup kendinden geçtiği sahne gelmiş geçmiş en başarılı sinemasal anlatılardan biridir. Yine Perhan’ın hırsızlık yapmak üzere girdiği evdeki piyanoyla çaldığı bir kaç saniyelik müzik de izleyenler için ferahlatıcı bir sinemasal anıdır. Kuşkusuz  genç oyuncu Davor Dujmovic’in harika performansının bu filmin başarısındaki payı büyüktür. Dujmovic ne yazık ki henüz 30 yaşındayken 1999’da intihar ederek ölür.
Karakterleri uçar, ya da uçmaya sevdalanır Kusturica’nın. Rüzgara karşı uçan insanlar, onun özgürlük düşünün ve arayışının ifadesi olarak okunabilirken bir çocukluk düşünün gerçekleştirilmesi olarak da düşünülebilir elbette.

İnsan ruhsallığında kültürel izler

“İnsanım, insana dair hiçbir şey bana yabancı değil” diyor Terentius. “İnsan kendini insanda tanır” diyor Goethe. Aynı sözleri kültürler için de düşünüp, kültür kendini diğer kültürde tanır, desek hata etmiş olmayız. Ne yazık ki Balkan coğrafyasında yaşayan uluslar uzun bir süredir kendini tanımak için en yakınındakine bakmak yerine gözünü daha uzakta (coğrafi olarak değil) ama güçlü olana dikiyor. Balkanlarda yer alanlar, Balkan değil Avrupalı olduğunu ispat için birbirini “eziyor”. Slovenlerin ve Hırvatların, Balkan değil Avrupalı olarak anılmak istediklerini resmi belgelerle başka ülkelere ifade etmesi yakın bir zamana dayanıyor. Balkan halkları birbirinden uzaklaştıkça kendinden uzaklaşıyor.
İnsanlığın yarattığı tüm kültürlerin, insan ruhsallığında yeri vardır. Kusturica sineması, her dönemin yoksulu, ayrımcılığa maruz kalanı olmasına karşın ulu bir ağaç gibi tüm gelenekleriyle ayakta duran, dayanma ve direnç gücü yüksekken kibirli de olmayan, hayatını zorlaştıran tüm dışsal koşullara rağmen neşesini, keyfini, müziği, dansı, büyüsel ve masalsı olanı bırakmayan, birincil ihtiyaçlarına ilişkin farkındalığını yitirmemiş, kapitalizmin bir ürüne dönüştürdüğü türde gelecek kaygılarından uzak olan Çingene yanımızı anlatıyor örneğin. Aynı zamanda, yüzyıldır türlü zorluklar yaşayan, aralarına husumet sokanlara rağmen her defasında komşularıyla yeniden başlayan, birbirinden ayrı pek çok nehir (kültür) tarafından beslenen zengin ama çalkantılı bir göl gibi duran Balkanları anlatarak, çatışmalara ve yeniden başlamaya açık, tutkulu ve coşkulu yanımızı gösteriyor. Kusturica bir söyleşisinde şöyle söylüyor: “Günün birinde insanların, şu ana değin ısrarla birbirlerini öldürmek için kullandıkları tutkuyu kullanacak daha iyi yollar bulabileceklerini umuyorum.” (Balkan Sineması, s. 148). Dileğine katılmamak mümkün değil…
Kaynakça
Lardanova, D. (çev. Erdoğan B.) Agora Kitaplığı, 2013, İstanbul.
McWilliams, N. (çev. Kalem E.) Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016, İstanbul.A

Tutku “var yok dinlemez bir çocuk isteğidir”*:

 Cinema Paradiso   


“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
Hiçbir yere gitmiyor.”
Edip Cansever
1988 yapımı Tornatore filmi Cinema Paradiso, farklı ülkelerden pek çok insanın en sevdiği filmler arasına girerek yıllar ve kuşaklar boyu izlenmeyi başarırken 1989’da Cannes özel ödülünü ve 1990’da da en iyi yabancı film oscarını aldı.
Filmin 1950’li yılların Sicilya’sından başlayan öyküsü, 1980lerin sonlarına kadar uzanırken, hem sinemanın gelişimini hem de kitlelerin sinemayla ilişkisindeki değişimi gösterir bizlere. Sinemadaki teknik değişikliklerin bir bölümüne tanıklık ederiz bir bölümünü filmdeki makinist Alfredo’nun bir nevi çırağı olan Toto’ya aktardıklarından öğreniriz. Sinema, 1950’ler Sicilyalılarının (İtalya o dönemlerde en yaygın sinema ağına sahip ülkelerden biridir) gündelik yaşamının bir parçasıdır adeta. Sinemada sigara içilir, bebek emzirilir, sevişilir, uyunur, izlenen sahnelere hep birlikte tepki verilir.
Sinemadaki ve izleyicideki değişiklikleri karakterimiz Toto’nun yaşamından kesitlerle takip ederiz. 6-7 yaşlarında bir çocukken tanıdığımız Toto, gençliğinde uzun adı Salvatore ile çağırılırken 30 yıl sonra ünlü bir film yönetmeni olarak Sicilya’ya döndüğünde artık soyadı ile hitap edilen Bay Di Vita olur.

Tutkuların nesiller/Kuşaklar boyu aktarımı

Cinema Paradiso filminde Toto’nun iki büyük tutkusuna tanıklık ederiz. Biri sinemaya dairdir, diğeri aşka… Toto’nun sinemaya olan tutkusunu Alfredo ile ilişkisinde öğrendiklerinden aşkı yaşama biçimini ise annesinden gördüklerinden ayrı değerlendiremeyiz.
Toto’nun babası askere gitmiş, İkinci Dünya Savaşı’nda Rusya’ya gönderilmiştir, annesi ve kız kardeşiyle yaşamaktadır. Kısa süre sonra babasının ölüm haberi gelir. Savaşın henüz bittiği yıllarda pek çok acıyla ve yoksullukla cebelleşen Sicilya halkının en büyük eğlencelerinden biri ilçenin sinemasında gösterilen filmlerdir. Toto, okulda olmadığı ya da Peder yardımcılığı yapmadığı her anını sinemada geçiren, Peder öpüşme sahnelerini sansürlemek için elinde zille film izlerken perdenin arkasına saklanıp bakan, her fırsatta Alfredo’nun (sinemanın makinisti) etrafında dolaşan, sinemaya dair her şeyi öğrenmeye çalışan gözleri ışıl ışıl çocuktur.
Toto ve sinemanın makinisti Alfredo arasındaki usta-çırak ilişkisi kısa sürede bir baba-oğul ilişkisine dönüşür. Toto’nun babanın yokluğunu ve pek çok sıkıntıyı gidermek için sığındığı sinema, zaman içinde Alfredo’nun aktardıklarıyla şekillenen bir tutkuya ve sonunda kendini ifade etme aracına dönüşür.
Toto, babasının ölümü ardından annesinin hiç kimseyle birlikte olmamasına ve babasına olan sadakatine tanık olur. Kendisi de gençlik aşkı Elena’yı bir türlü unutamaz. Başkalarıyla birlikte olsa da beğenilen filmler çekse de üzerinde hep kavuşamamanın hüznünü taşıdığına tanıklık ederiz filmin sonlarında.
Toto, sinema tutkusunu Alfredo’dan, aşkın tanımına ve nasıl yaşanacağına ilişkin bilgiyi ise annesinden devralmış gibidir. Hepimizin sahip olduğu tutkulara biraz bu aktarımlardan bakmakta fayda var. Biyolojik ebeveynlerimiz kadar, ebeveynimiz olarak seçtiklerimiz ya da bizi “çocuğu” olarak seçenler de büyük etkiler bırakır tutkularımız üzerinde… Ve elbette sinema da sanat da… Tutkuyu besleyendir sanat. Bu konuya yazının devamında değineceğimi söyleyerek ebeveynlere dönmek istiyorum şimdi. Anne-babalarımızın, bir anlamda bir alanda ustamız olan insanların bize ilişkin her zaman sözle aktarılmayan arzularının, bizim onların zihnindeki hayali öykülerimizin tutkularımızın oluşmasında gelişmesinde payı yok mu? Çoğu kez dilleri tersini söylerken aslında içlerinden ruhlarının derinliklerinden söylediklerini duyup ona uygun davranmıyor muyuz? Bir çok anne diliyle, kız çocuklarına pek de sokağa çıkmamasını, asi olmamasını öğütlerken aslında içinden bir yerlerden “oku kızım, sokağa çık kızım, ezdirme kendini” demiyor mu? O çocuklar da aslında söylenenin gerisindekini duymuyor mu?
Toto 50’li yaşlarındayken döndüğü Sicilya’da annesiyle aşk üzerine de konuşur. Annesine “Gençken çok güzeldin, neden evlenmedin?” diye sorarken onu merak etmekten çok kendisi hakkında bir bilgi arıyor gibidir. Annesi “Baban sevmiş olduğum tek erkekti. Benim gibi insanlar değişemezler. Senin gibi, neyi sevdiysem onun hatırasıyla yaşıyorum” diye yanıt verir. Yıllardır bir paylaşımda bulunmayan iki insan aşk kavrayışlarının benzerliğini fark ederek susarlar ancak annenin sözle aktardığı istek farklıdır yine… “Bazen seni yerleşmiş ve birini severken görmek istiyorum. Senin yaşamın orada. Burada olanlarsa sadece hayaletler. Unut artık o kızı, Toto.”
Alfredo da tüm çocukluğu boyunca Toto’ya kendi yaptığı işin olumsuzluklarından bahseder. Sinemadan uzaklaşmasını isteyen nasihatlere kulaklarını tıkayan çocuğa sözlerin gerisindeki büyük sinema tutkusu geçer.
Ebeveynler çocuklarıyla ilgili serinkanlı beklentilerini sözleriyle onlara ilişkin arzularını ise gizli mesajlarıyla aktarırlar genellikle… Sessizlikler, mimikler, bedenin dili yoluyla kendi hayatlarına ilişkin memnuniyet ve şikayetlerini, birazı gösterilip bırakılan sırları, aile gizlerini açarlar aslında çocuklara/çocuklarına.

Sinema tutkusu

Cinema Paradiso, sinema tutkunları için özel bir filmdir. Çünkü, kendimizi biraz Toto gibi görürüz. Ekranın ya da sahnenin karşısında büyülendiğimiz, hayallere daldığımız zamanları anımsarız Toto’yla birlikte… Hiçbir şeyin değişmediği taşrada dünyayı filmlerden takip eden Toto gibi biz de çocukluğumuzun taşrasını anımsarız. Aynı ev, aynı sokak, aynı okul… Ekranda ya da sahnede ise Amerika, Avrupa, Arap ülkeleri ve oralarda yaşayan insanların öyküleri belirir. Öpüşme sahneleri çıktığında homurdanan annelerimiz, sinemada sansür gösterimlerini izleyen Peder tarafından temsil olunur filmde. Sonra Alfredo gibi hissederiz bazen kendimizi. O filmlere kaptırıp yeterince hareket etmeden hayaller içinde öylece geçip gitmiştir ömrümüz. Sonra bir çocukla ya da bir gençle karşılaşır bir usta-çırak ilişkisine gireriz. Belki de ona filmler önerir, izledikten sonra konuşmak isteriz. Kimbilir belki yazılar yazarız filmdeki çağrışımlarımıza dair. Sonra da filmin yönetmeni Tornatore oluruz. Çektiği filmi yani Cinema Paradiso’yu bir saygı geçidine dönüştürür karşımızda. Bir izleyici olarak kendi sinema hayatını bir film şeridi gibi geçirirken gözümüzün önünden benim geçitte kimler yer alır acaba diye düşünürsünüz? Hepimizin sevebileceği bir Alfredo karakteriyle temsil olunan tüm sinema emekçilerine de saygılarını gönderir, biz de yüreğimizin derinliklerinde hissederiz bu selamın bizdeki karşılığını…
Sinema bir büyü, sinema bir rüya… Karanlık bir salondan bize seslenen, iç dünyamızla bağ kurmamıza yardım eden, çağrışımların kapısını açan bir rüya… Peki ondan yani sinemadan önce ne yapıyorduk? Sinema, hikaye, masal anlatıcılığının yerini aldı kuşkusuz. Elektriğin de yaygın kullanılmadığı zamanlarda ateşin etrafında toplanıp dans edilen, oyunlar oynanan, heyecanla anlatacak öyküsü olanların peşine düşülen zamanlar… Anlatanın elini, kolunu, sesinin tonunu kullanarak hikayesini anlattığı zamanlar… Şanslı olanların, tiyatro, gölge oyunu, kukla izleyebildiği vakitler… Sinemanın ilk zamanlarında anlatıcı da vardı aslında. Sessiz sinema döneminde salonda bir piyano müzik yaparken bir anlatıcı da filmi anlatıyordu. Sonra müzikler sonra konuşma eşlik etti sinemaya…
Tutku, yöneldiği alanı aydınlatıp daha güçlü, daha parlak görülmesini sağlarken, hayatın diğer alanlarındaki farkındalığın azalmasına yol açar. Yazmak istediğin bir yazıyı düşünürken geçtiğin yolların farkına bile varamayabilirsin ama o esnada üzerine düşündüğün konuya ilişkin pek çok detay belirip kaybolmaktadır diğer insanların göremediği sana ait bir zihinsel alanda.
Toto’nun sinemayla kurduğu ilişki giderek büyük bir tutkuya dönüşüyor filmde. Annesi, bu tutkuyu aşıladığını düşündüğü Alfredo’ya kızıyor; “Kim verdi ona bu filmleri? Sakın bir daha yapma. Deliye dönüyor. Deliye. Tüm duyduğum: filmler, Alfredo. Bir daha onu içeri almayacağına yemin et.” Deliye dönmek… Tutku daha güzel anlatılamazdı. Toto, onu sinemadan uzaklaştırmaya çalışan Alfredo’ya sorar. “O zaman neden işini değiştirmedin?” Alfredo yanıtlar “Çünkü ben bir ahmağım. Burada başka kim projektör kullanabiliyor? Hiç kimse. Bu da benim gibi bir embesili cezbetmeye yetti. Ayrıca hiç fırsatım olmadı.” Toto kurcalamaya devam eder. “Hiç birşeyini sevmiyor musun?” Alfredo ağzından baklayı çıkarır. “Oh, insanı büyülüyor.”
Evet Alfredo sinema tarafından büyülenmiştir. Tutkuya sahip olmak ve büyülenmek yüzyıllardır eş anlamlı olarak kullanılıyor. “Kara sevdaya” tutulduğu (yine aynı fiilden tutulmak denmiş, tutku gibi) düşünülen kişilere büyü, muska yapıldığına inanılır misal. Çünkü akıllı, mantıklı olana değil arzuya doğru meylederler kim ne derse desin… Belki kişisel felaketlerine yürürler arkalarına bakmadan…  Alfredo’nun makinistlik yaptığı dönemde yoğun nitrat içeren filmler çabucak yanabilen ve hızla yangın çıkarabilen malzemelerdi. Ve bir gün Cinema Paradiso’da korkulan oldu. Büyük bir yangın çıktı ve yangından hızla kaçmak yerine önce filmi sonra sinemayı kurtarmaya çalışan Alfredo ağır yaralandı. Toto, büyük sevgisi, küçücük bedeniyle koca adamı sinemadan dışarı çıkararak onu kurtarmayı başarsa da Alfredo bundan sonra kör kalacaktır. “Aşktan gözü kör olmak” deyiminin gerçekleştiği andı yaşanan. Tutkunun yarattığı körlüğün yerini gerçekten görme yetisini kaybetme, tutkusuna ulaşacak olan kanatların kırılması yani filmi izleyen gözlerin engellenmesi alır. Ama Alfredo yılmaz, yine sinemaya gider. Filmleri dinler, yanındakine anlattırır sahneyi. Belki de Alfredo, “Bak. Gözlerimi kaybettim ama artık daha iyi görüyorum” derken görme yetisini kaybettikten sonra sinema dışındaki hayatına ilişkin fark ettiklerinden, zorunlu olarak sinema ile ilişkisinin azalması sonrasında hayatına katılanlardan söz ediyordur. Tutkunun nesnesinden uzaklaşmak genellikle dışsal bir engellenme ile olur. Zira kişi içsel bir motivasyonla uzaklaşamamaktadır.

Aşkta tutkunun gıdası kavuşamamak mıdır?

“Bak sana bir hikaye anlatacağım Toto. Haydi oturalım biraz… Izdırapların en büyüğü. Bir zamanlar krallığın tekinde bir kral güzel prensesi için bir ziyafet verir. Kapıda bekleyen bir asker kralın kızını görür. Prenses çok güzeldir ve asker o anda aşık olur ona. Fakat basit bir kapı görevlisinin kralın kızıyla ne işi olabilirdi? En sonunda ona ulaşır ve artık onsuz hayatının bir anlamı olmadığını söyler. Prenses askerin aşkından o kadar etkilenir ki; ‘Eğer balkonumun altında 100 gün 100 gece bekleyebilirsen senin olabilirim’ der. Bunun üzerine asker gider, bir gün bekler, ikinci gün, üçüncü ….yirminci gün. Her gece prenses dışarı bakar ama o kımıldamaz bile. yağmurda, rüzgarda, karda. O hep oradadır. Kuşlar kafasına pisler, arılar sokar ama o kımıldamaz. 90’ıncı günün sonunda zayıf ve solgun bir haldedir. Gözlerinden akan yaşları tutamaz. Uykusuzluğa dayanacak hali kalmamıştır. Ve tüm o günler boyunca prenses onu seyreder. Nihayet,  99.günün akşamında asker ayağa kalktı, sandalyesini aldı ve gitti. Ne? Tam sonuna gelmişken mi? Evet. Tam sonunda. Ve ne anlama geldiğini sorma. Bilmiyorum. Anladıysan sen bana söyle.”
Toto, Elena’ya aşıkken ve ne yapacağını bilemiyorken anlatır ona bu öyküyü Alfredo. Sonra Toto, hiç bırakmaz Elena’nın aşkı için çabalamayı. Tüm utangaçlıklarına, heyecanına rağmen, bir kaç denemenin ardından onunla konuşmayı, sonra da sevgili olmayı başarır. Elena da onu sever. Ama sonunda Elena üniversite için, Toto ise askerlik için başka şehirlere gider. Toto tüm çabalarına rağmen Elena’ya ulaşamaz. Yıllar sonra Alfredo’nun cenazesine katılmak için Sicilya’ya döndüğünde evlenmiş ve anne olmuş bir kadın olarak bulur Elena’yı. Bir akşam buluşur, biraz konuşup sevişirler. O gece öğrenir ki kavuşmalarını engelleyen kişi Alfredo’dur. Elena’ya Toto’nun kendisiyle görüşmek istemediğini söylemiş, onun buna rağmen Toto’ya yazdığı notu da Toto hiç bir zaman görmemiştir. Yıllar boyunca diğerinin kendisini terk ettiğini, unuttuğunu düşünerek yaşamıştır iki aşık da. Öykünün böyle olması terk edilen, istemediği ayrılıklar yaşayan aşıkların “ya aslında…” fantezilerinin bir ifadesidir. Filmde Toto ve Elena’ya son bir buluşma yaşatılarak bu hayallere doyuma ulaşma olanağı sunulur.
Otuz yıl sonra buluştuklarında arabada otururlarken “Çocukken babamı tutkuyla bekleyişimdeki gibi. Sen de bana aynı duyguyu hissettirdin… Hayal kırıklığı” der Toto Elena’ya… Elena şöyle yanıt verir “İlk başta Alfredo’yu affedemedim. Ama aradan geçen onca yıldan sonra… neden yaptığını kavramaya başladım. Sessizliğin senin de anladığını gösteriyor.” Alfredo genellikle masallardaki cadıların yaptığını yapmıştır aslında. Sevenleri ayırmıştır. Ama buna rağmen ona kızamayız, neden yaptığını anlarız. Toto’nun kendisinin yapamadığını yapmasını, taşradan gitmesini, büyük şehirlerde şansını denemesini, başka hayatları görmesini, bu kasabadakinden başka bir hayat yaşamasını istemiştir. Öyle çok istemiştir ki başka şeyler (aşk gibi) önemsizleşmiştir onun için. Filmin sonunda Toto’yu Alfredo’nun kendisine bıraktığı hediye filmi gözyaşları içinde izlerken bırakırız. Sansürlenen öpüşme sahnelerini birleştirmiş ve Toto’ya bu hediyeyi hem miras hem de vasiyet olarak bırakmış gibidir. Böylece çocukken verdiği “bu parçalar senin” sözünü de tuttuğunu görürüz. Toto’nun Alfredo’nun neden yalan söylediğini anlamasına, anlamanın da affetmeye tekabül edişine tanıklık ederiz.

“Mümkün mü artık dönmek?”**

Babasının savaştan dönmeyişindeki hayal kırıklığına benzetir Toto, Elena tarafından terk edilişini. Alfredo’da ona “git ve sakın dönme buralara, ne olursa olsun dönme” der. O kadar içten söyler ki Toto, otuz yıl boyunca dönmez geriye. Geri döndüğünde annesine şöyle der Toto “Açıkçası geri dönmekten her zaman korkmuştum. Bunca yıldan sonra, sandım ki daha güçlüyümdür ve pek çok şeyi unutmuşumdur. Şimdi anladım ki başladığım yere dönmüşüm. Sanki hiç gitmemiş gibi.” Böylesi duyguları en iyi şairler anlatır diyerek başta yaptığım Cansever alıntısına Kavafis dizelerini eklemek istiyorum. “‘Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim’, dedin/bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.(…) Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın./Bu şehir arkandan gelecektir./Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,/aynı mahallede kocayacaksın;/aynı evlerde kır düşecek saçlarına./Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda./Başka bir şey umma.”
Yuva, memleket, nereye giderseniz gidin sizinle gelir, doğru. Bir duygu olarak tutkuda çocukluğu, çocukçalığı anımsatacak çok şey vardır. Oyuna dairdir tutku… “Hadi saat kaç oldu eve dön, yemek vakti, ders çalışmalısın” uyarılarına kulak asmayan bir çocuktur tutku sahibi… Tutkularını yetişkin hayatından da yaşatmak ve belki de “gökyüzü gibi bir şey” olsun istemektir çocukluk.
Ve yuva da memleket de annedir. Nereye giderseniz gidin, geri dönebileceğiniz. Tutku gibi değildir o. Tutkuyla bağlı olduğunuz şey tüm zamanınızla tüm kalbinizle ister sizi. Yuva ve anne ise otuz yıl sonra döndüğünüzde bile kapısını açık bulduğunuz her şeyi temsil eder.
Annesi Toto’ya şöyle seslenir; “Açıklamak zorunda değilsin. Senin haklı olduğuna her zaman inandım. Neden üstünde duruyorsun? Geçmişi düşünüyorum da…Her gece, yatmadan önce kapıları kapatınca asla kilitlemezdik. Sinemada çalıştığın zamanlarda, hiçbir zaman sen eve gelmeden uyumadım.Sen eve gelene kadar beklerdim. Odana girdiğinden ve uyuduğundan emin olduktan sonra, yavaşça aşağı iner ve kapıyı kilitlerdim. Gittiğinden beri, kilidi kapıdan çıkardım, gelirsin de dışarıda kalırsın diye. İşte hissettiğim buydu…”

Sonsöz yerine

Cinema Paradiso, filmlerle ilişkimizi anlatan bir filmdir, Cinema Paradiso biyolojik ebevenlerimizle, kendimize ebeveyn olarak seçtiklerimizle aramızdaki tutku alışverişlerini anımsatan, düşündüren, yuvadan ayrılma ve dönüş metaforunu canlandırmanın filmidir. Truva’dan dönerken maceralar yaşayan Odeseus’un Truva hariç yaşamı gibidir. Truva savaşını izlemeyiz de gitmeden önceki halini ve yorgun döndüğü durumu görürüz adeta… Filmlerde genellikle anlatılan ünlü bir yönetmenin yükseliş hikayesi iken burada “asıl” hikayeyi görürüz. Yönetmenin kendi öz öyküsünü… Aşkın gerçekte yaşandığı halini anlatır diğer filmler, bu filmde Elena ve Toto’nun aşkı çok kısa süre anlatılırken kavuşulamayan aşkın izlerini takip etmemiz istenir, Toto’nun annesi ile babasının aşkı bize babanın ölümü ardından annenin bekleyişinde anlatılır. Herşey ilişkilerdeki izleriyle, Toto’nun ve kasabalıların hayatında bıraktığı izlerle görünür olur. O boşluklar çoğu zaman Cinema Paradiso’yu izleyenlerin kendi öyküleriyle dolar. Bu nedenle alışık olunmayanı anlatan, gerçekten bizi bize gösteren bir filmdir.
Ennio Morricone’nin muhteşem müziklerinin filme olan katkısını anmadan yazıyı bitirmek haksızlık olur. “İyi, Kötü, Çirkin” gibi aklımızda yer eden pek çok film müziğinin aynı müzisyene ait olduğu bilgisini de eklemek isterim.
Farklı renkleri paletinden ustaca kağıda aktaran bir ressam gibidir yönetmen Cinema Paradiso’da… Alfredo’nun meydandaki evin duvarına filmi yansıtması o sırada dışarıda ne olduğunu merak eden bir adamın balkon kapısını açıp filmin içine çıkması, meydandaki delinin “burası benim meydanım” diye bağırması, ilk kez öpüşme sahnesi izleyen seyircinin hınzırca alkışlamasını sevgiyle izleriz. Kavuşmalarda ayrılıklarda hüzünleniriz. Sinemanın yıkıldığı sahnede yok olan çocukluk mekanlarımızı anımsarız Toto’yla birlikte…
Film bize taşradaki bir sinemayı anlatır. Taşradan dünyaya bakan bir çocuğun büyülenişini, yaşadığı hayal kırıklıklarının ardından sinemada gördüğü diyarları aramak üzere büyük şehirlere doğru yola çıkışını… Sonu, ilerleyişi farklı da olsa pek çoklarımızın ortak öyküsüdür anlattığı.
Filmin sonunda çocuk Toto’nun “Alfredo” diye seslenişi kalır kulaklarımızda… Bu film pek çok filmi anımsatabilir her birimize ben iki tanesini anmak istiyorum. Cinema Paradiso filmini tekrar izlerken Uçurtmayı Vurmasınlar filmindeki çocuk karakter Barış’ın cezaevinde kendine seçtiği ablaya “İnciii” diye seslenişi kulaklarımdaydı. İftarlık Gazoz filmindeki usta-çırak ilişkisini de sevgi ve hüzünle andım. Çocuk karakterlerin başarıyla aktarıldığı aynı tatta harika üç film olduklarını düşündüm.
Mitolojik öykülerde, masallarda, edebiyatta, sinemada tutku ile hevesi birbirinden ayırt etmek işi başlı başına bir konudur. Çeşitli talip imtihanlarına tabii tutulur “çok seviyorum, çok istiyorum, bu işe talibim” diyenler… Ne anlamsız istekleri karşılamak, ne zorlu sınavları geçmek zorundadır aşıklar, tutkuyla bağlı oldukları ülkelerine dönmek isteyenler, tutkulu yaratıcı işler narsistik hasarlar ve reddedilişler ardından gelir kimi zaman. Hephaistos kimi öykülerde babası Zeus, kiminde annesi Hera tarafından Olimpos’tan aşağı yuvarlanıverdikten sonra sanatındaki tüm hünerlerini sergiler. Aşktaki hayal kırıklarından yapılır kimi iddialara göre sanat. Hakikate tutkuyla bağlı olmak vardır ki ne yalanlarla acı çektikten sonra girilen çileli bir yoldur. Heves ile tutku büyük çileli sınavlarla ayrılır birbirinden. Cinema Paradiso’da anlatılan biraz da heveslerin tutkuya dönüşümünün öyküsü değil midir? Heves etmek herkese mahsustur ama derinlik, süreklilik, takip gücü isteyen tutku herkesçe yaşanabilir mi?
Dipnot:
*Arif Damar’ın “Gitme Kal” adlı şiirinden alınmıştır. Şiirin ilgili dizeleri “GİTME KAL var yok dinlemez bir çocuk isteğidir/Gitme aklına getir”
**Sözleri Murathan Mungan’a ait Yeni Türkü şarkısı… Sözlerinden bir bölüm şöyle “Dönmek mümkün mü artık dönmek/Onca yollardan sonra/Yeniden yollara düşmek/Neresi sıla bize, neresi gurbet”