14 Mart 2017 Salı

Gelecek kaygısıyla çöken bir gençlik, geleceğin umudu olamaz   

Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk
Gece trenlerine binme kaybolursun,
Sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun.
Attila İlhan
12 Mart’ta üniversite seçme sınavlarının ilki oldu. Ben de bir gerginlik, bir can sıkıntısı… Sınavın çağrışımlarıyla baş etmek kolay olmadı. 11 Mart’ta Berkin’in ölüm yıldönümünün bir gün sonrası… Geçen yıl 13 Mart’ta yaşanan Güvenpark’taki patlamanın bir gün öncesi… Geçen yıl 13 Mart, yine üniversite sınavı sonrasıydı. Orada o durakta yitirdiğimiz gençler… Berkin’i ve yaşıtı nicelerini yaşatamadığımız bir ülkede olduğumuza mı yanayım, TEOG, YGS, LYS, KPSS sınavlarına hazırlana hazırlana ruh sağlığı bozulmuş gençlerin gözlerindeki ışığı koruyamayışımıza mı üzüleyim bilemedim.
Her şey etiketli ya çağımızda gençlerin aslında binbir çeşit sorunları, çözümleri iki ayrı etikete sıkıştırılmış durumda. “Sınav kaygısı”, “dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu”… Diğer sorunları pek de kimsenin umrunda değil. Anlam arayışları, okullarda çok uzun saatler kalışları, okul kantinlerinin pahalı ve sağlıksız yiyecekleri, depresif halleri, kendilerine zarar vermeleri, hayatlarının hiçbir döneminde olamayacak denli yoğun duygusal ilişkileri, kimlik inşa süreçleri… Yazık ki eğitim sisteminin umrunda değil.
Kapitalizmin insan anlayışında yetişkin için olduğu gibi genç de işlevselliğiyle tanımlı çünkü. Okulda derslerini yeterince dinleyemiyor mu? Dikkati dağınık olabilir? Ver bir hap… Sınav kaygısı mı var. Hızlıca tedavi et… Birkaç gevşeme egzersizi “Başarırsın, aslansın, kaplansın” telkinleri… Olmazsa ez, geç genci. “Basiretsiz! Kıymet bilmez! Amacı yok bunun amacı…” Eğer derslerinde başarılıysa, kurallara da uyuyorsa intiharın eşiğinde olsa fark etmeyiz büyük çoğunluğunu emin olun. O kadar vakti yok kimsenin gençlere, o kadar sabrı yok hiçbir sistemin. Elbette dikkatli ve özenli ebeveynler var, elbette harika öğretmenler var. Ama azlar, nasıl çok olsunlar. Kendi duygusunu, sorununu bilmeyen çocuğunu nasıl bilsin. Günde 12 saat çalışan, ancak çocuğunun bakımını sağlayabilir.
Neyse dert çok. Ben biraz sınava dair söz söyleyecektim. Sınavlarda bile onca hile yapılmış, sınavsız olsun demiyorum tabii de… Şöyle diyorum. Hiçbir yeri doğru olmayan sistemin en yamuk yerine gelmiş bulunuyoruz sınav deyince. Sınavdan önce “kaygı” yaşıyor ya çocuklar, öyle böyle bir iş değil o. Mideler iflas, suratlar sivilce patlaması, kalp zaten artık normal atmamaya alışmış… Yerli yersiz ağlamalar, öfke patlamaları, gençlere patlayanlar… Onların hayatı zor hem de çok.
Şimdi bu durumda ben hangi gence başarılar dilesem, olmuyor. Dileyemiyorum içten bir şekilde. Bu öyle rezil bir hal ki, illa birinin sevinci diğerinin üzüntüsü oluyor. Ve o motivasyon konuşmalarında hep “yenmek, yenmek” üzerine konuşuluyor. Yendiğin de kim? Senin gibi olan, senden olan diğeri… Sonra benim tanıdığım gençler kazanınca da yarım sevincim. İnanın kendim kazandığımda bile öyleydi. Ki zor koşullarda kazandım ben. Bir işte çalışıyordum tam zamanlı, dershaneye gitmiyordum. İşten kalan zamanlarda çalışarak girmiştim üniversiteye ama yine aynı duygu. Çirkin geliyordu sevinmek içimde bir yerlerde. Hani bazı sınavlardan sonra çıkıyor ya haberler “çoban çocuğun büyük başarısı” falan diye. Çok büyük puan almış. Ya peki o puanları alamayan çoban çocuklar? Onlar gündemimizde değil. Bu da “bu sistemde de başarabilirsiniz”ci, onarmacı, düzeltmeci, isyan eden yerlerimizden düzene bizi tekrar yamayan haberler işte. “Çoban çocuk senin sınava hazırlanması için servet harcadığın çocuğunu geçti n’aber?” Sanki burjuvaya kendi çocuğu üzerinden verilen bir ceza. O senin içini soğutuyor sadece yoksul kardeşim. O burjuvanın umrunda değil çocuğunun puanını geçen diğerleri. O her durumda verir parasını okutur iyi okullarda… Neyse, neyse…
Biz birilerini tanıdığımız için onların kazanması iyi, diğerlerini tanımadığımız için onların kazanamaması daha az kötü değil. Biraz zor bir cümle oldu ama demem o ki bizi hep bizimle yarıştırıyorlar her daim. Ve aslında kazansan da kaybetsen de ömründen kaç yılı alıyorlar, özgüveninden kaç parçayı, sağlığından kaç birim götürüyorlar? Sonuçta kim kazansa kim kaybetse de adına “sınav kaygısı” dediğiniz berbat hali yaşadıkları için bile, ruh sağlıkları böylesine bozulduğu için dahi hepimiz kaybediyoruz. Bunun üzerine şunu da söyleyeyim genellikle puanına ve parasına göre bölüm seçtikleri için pek de kimseler yeteneğine uygun işi yapmıyor. Üreyen her türlü mutsuzluk…
Biliyor musunuz neler yapıyorlar çocuklara? Uykularının gelmesini engelleyecek şeyler içiriyorlar, “5 saat uyuyacaksın, sonra 4 saate düşüreceksin” diyorlar. Bunları anne-babalarına da söyletiyorlar üstelik, öğretmenlerine de. Kim kimi seviyor bu ülkede? En çok çocuklarımızı seviyoruz, onlara da bunu yapıyoruz. Sevgi mi? Nasıl bir şey olduğunu yeniden mi konuşsak acaba?
Ah be çocuklar! Keşke bunca kaygı dolu bir dünya olmasaydı buralar… Keşke Ankara sokaklarından sınavdan bir gün önce dolaşırken bomba kaygısı yaşamasaydınız, daha 17 yaşında taşı sıksanız suyu çıkacakken gelecek endişesiyle A, B, C şıkları arasında eliniz titremeseydi. Gençlerin özellikle ruh sağlığından daha kıymetli bir şey yok oysa, bir bilebilseydik.
Sonra düşünüyorum bu mutsuzluklar ülkesinde yaşamak üzerine. İnsanlara soru sorduğum bir işim var benim. Doğum öykülerini dinliyorum. “Aslında erkek istemişler”, “Bana hamile kalmasa boşanacakmış annem”, “Adımı mı? Annem hiç istememiş ama babaanemin adını koymuşlar. Hala ismimi söylerken rahatsız oluyormuş gibi geliyor”, “Bizimkiler mi? Birbirlerini sevdiklerini sanmıyorum”… Daha baştan çok da istenmemiş, kürtaj günah sayılmasa, boşanmak kadının cinsiyetçi her türlü baskıya maruz kalması anlamına gelmese epeycesi doğurulmayacak çocuklarla dolu bir ülke burası. O çocukların çocukları olunca gördüğü sevginin belki az fazlasını verebiliyor hepsi bu işte.
Çocuk yapıp yapmamanın gerçek bir karar bile olamadığı bir ülkede, aslında gerçek sorularla büyütülmeyen çocuklara, manipülatif, işgalci, şiddetli ilişkilerle dolu bir toplumsal dokuda durup dururken “A mı? B mi? C mi? D mi? E mi?” diye soruyorlar. Bu sınavlarda sadece bilgisizlikten, yeterince çalışamamaktan başarısız olmuyor çocuklar. Seçim yapma meselesinin yarattığı kaygı yüzünden perişan oluyorlar.
Kaygı düzeyi en yüksek çocuklara soruyorum. “Bir yerde menüden yemek seçerken de zorlanıyor musun ya da bir mağazada giysi ya da ayakkabı alırken?” Yanıt hiç değişmiyor: “Evet zorlanırım.” Çünkü kapitalizm mağazalarda da aynı manipülasyonu yapıyor. A, B, C, D, E şıklarıyla sanki hayati önemde farklar varmış gibi sunulan mesele, mağazalarda lokantalarda da aynı. Hepimiz birbirimizin benzeri şeyleri giyindiğimiz halde ortalık mağazadan, markadan, modelden geçilmiyor çünkü. Bir seçenekmiş gibi yapan, bir manası varmış gibi sunulan markalar… Onlar arasında seçim yapmak boş zamanlarımızın temel belirleyeni üstelik. Zaten kana kana içemediğimiz yudum yudum sunulan o boş zaman. Seçenekmiş gibi sunulanlar dışında seçenekler olduğunu düşünmek giderek zorlaşıyor. Gerçekten öğrenmekten zevk alınabileceğini düşünmek misal. Bir seçenek olmaktan çıkıyor. Anlamın dünyasından giderek uzaklaşıyoruz. Neden yarı fiyatına aynı yemeği yiyebilecekken burada yiyorum? Neden bu 3 montum varken bu dördüncüyü aldım şimdi, üstelik bu parayı kaç günde kazanıyorum ben? Neden doktor olmak istiyorum? Neden ders çalışıyorum? Neden bu seçenekler arasından birini seçiyorum?
İşte böyle anlamından kopuk yaşadığımız hayatlarımıza anlam yükleyemediğimiz ölümler düşüyor. Daha geçen yıl bir 13 Mart günü durakta otobüs beklerken ODTÜ’yü yeni kazanmış bir genç ölüyor ya da daha o gün sınava girmiş bir çocuk. Ölüm rastgele dağılıyor bir eğride. 10 Ekim günü rastgele yaklaşık 100 kişiyi öldürmeyi hedefliyorlar Gar’ın önünde. Tesadüfen ben değil de bir diğeri ölüyor orada, benim değil de öbürünün sağlığı bozuluyor geri dönülmezcesine. Bir dahaki sefere belki siz belki ben… Mezuna kalınca belki? Tuhaf değil mi yaşananlar? Her türlü aykırı değil mi milyonların çıkarına. Canımız, terimiz pahasına bu olanlar? Anlam nerede? Bizim için olan anlam?
Seçenekler de azaltılıyor giderek. A, B, C, D, E değil “Evet mi? Hayır mı?”ya sıkıştı her şey. Benim yanıtım hiç değişmiyor. Anlamına kavuşana dek hayat, NEDEN diye sormalı, HAYIR demeli bolca…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder