11 Temmuz 2016 Pazartesi

Hephaistos bir tanrı mı? – Banu Bülbül 




Bilindiği üzere Freud, insanın bebeklikten yetişkinliğe gelişim süreci boyunca geçirdiği evreler ile insanlık tarihi arasında paralellik kurar. Ve özetle der ki; insanlığın gelişimi boyunca ulaştığı düzeye o toplumsal düzlemde yaşayacak birey de kendi gelişimi süresince ulaşır/ulaşmalıdır. Bu “ulaşma” hali, başka bir nitelik ve biçimde de olsa insanlık tarihi evrelerinin izlerini içinde barındırır.
Tıpkı günümüzde yaşayan her bir insan için söz öncesi dönem, yazı öncesi dönem olması gibi insanlığın da upuzun bin yıllara dayanan söz öncesi dönemi, yine binlerce yıldan oluşan sözün olduğu ama yazının bulunmadığı dönemi vardır. Sözün olmadığı ama sesin olduğu dönem bir nevi ninnili dönem, sözün olduğu yazının bulunmadığı masalın öne çıktığı dönem… Ve masalın da bir adım sonrasında yazının da yeni yeni bulunduğu mitoloji dönemi… İnsanlığın çocukluk çağı yani.
Farklı coğrafyaların farklı mitolojik öyküleri var kuşkusuz. İlginç biçimde birbiriyle çok az ilişkilenen kültürlerde bile ortak figürler bulmak mümkün. Bu ortak figürler üzerine yeniden düşünmek başka bir yazının konusu olsun. Yunan mitolojisi tüm mitolojiler içerisinde bugünkü yazılı alanı en fazla belirleyenlerinden biri kuşkusuz. Pek çok başka kültürü de Avrupa’da gelişen kapitalist dünyayı da önemli ölçüde etkiliyor.
Marx, Grundrisse adlı çalışmasının bir bölümünde Antik Yunan sanatının, mitolojisinin insanlık için uzun yıllar boyunca cazibesini nasıl olup da korumayı sürdürdüğünü sorar ve şöyle yanıtlar; “Yetişkin bir insan bir daha çocuk olamaz –olsa olsa çocuksu olur. Buna karşılık çocuğun naivetesi insana yine de bir sevinç kaynağı değil midir; daha yüksek bir düzeyde onun yapmacıksız gerçeğini yeniden üretmeye çalışması gerekmez mi? Her çağda kendi öz karakteri, en tabii gerçeğiyle, çocuklarının tabiatında yeniden doğmaz mı? İnsanlığın tarihi, çocukluk dönemi, en güzel tomurcuklanma çağı, hiçbir zaman geri dönmeyecek bir dönem olarak neden sonsuz cazibe kaynağı olmasın? Kimi çocuk şımarıktır, kimi çocuk vaktinden önce büyümüştür. Eski ulusların çoğu bu sınıfa girerler. Yunanlılar ise normal çocuklar oldular.” (s. 185-186)
Her masalın her mitolojik öykünün farklı biçimlerde okunması mümkün. O masaldaki karakterlerin her birini dışsal ögeler olarak görüp dönemi ve kültürü anlamaya çalışmak da bir seçenek. Mitteki karakterlerin tamamını insan ruhsallığının bir parçası yani “içeri”deki bir öge olarak ele almak da… Bu yazıda Yunan mitolojisindeki pek çok öyküde geçen önemli karakterlerden biri olan Hepaistos’tan biraz bahsederek masalın, mitin önemini ve değerini bir kez daha anımsatmak dileğindeyim.
Mitolojilerde insanlar, kendi duygularını, davranışlarını kişileşleştirerek onlardan tanrılar, tanrıçalar üretip, yarattıkları tanrı ve tanrıçaların ilişkilerinde de kendi ilişkilerini yeniden üretirler. Bu hem bir sağaltım hem bir anlama hem de aktarma yoludur. Ortaklaştırmanın ve açığa çıkarmanın adımıdır. Böyle bakarsak Olimpos dünyasını nasıl yorumlayabiliriz? İnsan aklını ayrıştırıp kişileştirdiğinde Athena’ya, aşkını Eros’a, kadın güzelliğine duyduğu hayranlığı Afrodite’e, kendinden geçme halini, esrikliği Dionisos’a atfeder. Erki, devleti şimşeklere hükmeden tanrılar dünyasının en güçlüsü, yenilemez olan Zeus’a, doğayı, dişiyi Zeus’la çatışan ama genellikle ona biat etmek zorunda kalan Hera’yla sembolleştirir. Olimpos’daki 12 tanrıdan biri olan Hephaistos ise insanın işini, emeğini kişileştirdiği formdur. Peki insan, Hepaistos’u yani emek gücünü nasıl bir tanrının kılığına sokar? Topal, çirkin, terk edilmiş, aldatılmış, dışlanmış, kendisini yalnızca işiyle var ederek kabul edilebilir kılana… Tam da burayı biraz daha iyi anlatabilmek için Hepaistos’un öyküsüne geçmeliyiz.
İşçilerin, ateşin, volkanların, demirin, zanaatçıların, ustaların tanrısı Hephaistos, volkanların özellikle Etna yanardağının içinde yardımcıları Kyklop’lar (bizdeki tepegöz) ile birlikte çalışır. Neler neler üretmez ki? Tanrıların muhteşem evlerini, yeryüzündeki ilk kadın Pandora’yı, Prometheus’u Kafkas dağlarında tutan zincirleri, Eros’un oklarını, Helios’un arabasını, Akhilleus’un zırhını, kalkan ve kılıçları, Zeus’un yıldırımlarını, tanrılar için çağrılınca kendiliğinden gelen minderleri, karyola ve tahtları…
Köleci toplumun bağrında üretilir Hepaistos karakteri… Sınıflı toplumun ve ataerkilliğin artık mutlak egemenliğini ilan ettiği ama  toplumsal işbölümünün hala ilkel olduğu, sanat, zanaat ve işçilik ayrımlarının henüz netleşmediği bir toplumda, bu alanların tümünü kapsayan tekniğe dayalı üretimin tanrısıdır o. Taş, tunç, demir biçiminde ifade edilen çağlar ve geçişler boyunca kullanılan tüm hammadelerden en üstün ürünleri onun verdiğini ve tüm bu işleri yapanları koruduğuna inanılırdı. İlk Hepaistos anlatılarının üretildiği dönemde demir yoktur örneğin… Taş karyolalar tunca, tunçlar demire dönüşür öykü yüzyıllar boyunca anlatıla anlatıla… Hatta Yunan mitolojisinin devri bitip Roma dönemi başladığında Hephaistos’un adı değişerek Vulcan’a dönüşür ama mitolojideki varlığını sürdürür üretimin tanrısı…
Hepaistos’un neyi işlediği, hangi hammaddeden üretim yaptığı anlatıda zamanla değişiyor demiştim. Doğum öyküsü de öyle değişir. Başlangıç mitlerinde Zeus ve Hera’nın çocuğudur, Olimpos’tan Zeus tarafından kovulur ve bu kovulma sırasında aldığı darbeler nedeniyle topal kalır. Sonrasında gelişen öyküde annesi tarafından Olimpos’tan yuvarlanır. Bunun da sonrasında ise Hera’nın onu babasız dünyaya getirdiği söylenir ve Zeus ve Hepaistos’un baba-oğul olma durumu sonlandırılır. Bir analoji kurarsak devletle emek gücünün birbirinden uzaklaşması, erkle emeğin arasındaki mesafenin artması olarak da yorumlanabilir kuşkusuz bu durum. Tarihsel süreçte farklılaşan tüm bu öykülerin ortak noktası ise Hepaistos’un doğumu ardından Olimpos’tan kovulmasıdır.
En nihayet  tümüyle babasızlaştırılan Hepaistos’un öyküsü, zaman içinde annesizleştirilen (annesi Metis’i hamileyken Zeus yutar, içine alır) Athena’nın öyküsüyle birlikte geliyor aklıma. Athena’nın doğum öyküsü olgunlaştığında babası Zeus’un kafasından Hepaistos’un koca balyozunu vurmasıyla doğduğu öyküye dönüşür. Athena bir elinde kalkanı, bir elinde kargısı, bakışları pırıl pırıl parlayan, gök gözlü, zırhlara bürünmüş güzeller güzeli bir genç kız olarak doğar. Mantığın ve savaşın tanrıçası Athena ve üretimin barışçıl tanrısı çirkin, topal, babasız Hephaistos öyküsü birbirine paralel olarak okunmalıdır. Bu paralellik üzerinden okuduğumuzda aşk hayatında hep aldatılan ve hayal kırıklığına uğrayan (Athena’ya da aşık olur) Hephaistos bir yanda, dünyaya gelir gelmez her zaman bakire kalmayı dileyen aşksız ama pek çoklarının aşık olduğu Athena diğer yanda… Kadından doğan, estetik ve üretimin tanrısı Hephaistos, barışçı, insana yakın daha feminen diye nitelenebilecek özellikleri taşırken, erkekten olan Athena, aklı simgeleyen bir tanrıçadır ve daha eril özellikler taşımaktadır.
Öykümüze dönersek, annesi Hera kendisini yeterince sevip korumadığı için intikam planları yapar Hepaistos. Herkesin kendisini unuttuğu Limnos adasında geçirdiği zamanda yaptığı altından tahtı annesine yollar, Hera tahta oturur ve oturduğu yerden kıpırdayamaz. Diğer tanrıların çabaları da onu kurtaramaz. Dionysos’un sunduğu şarap sayesinde Zeus’la görüşmeye ikna olan Hepaistos, Afrodit’le evlenme karşılığında annesini serbest bırakarak Olimpos’a çok güçlü bir dönüş yapar. Kovulduğu yere şimdi büyük çabalarla ikna edilerek  getirilebilmiştir.
Ama mutluluğu uzun sürmez, Afrodit ile evlendikten bir süre sonra Afrodit’in kendisini savaş tanrısı Ares’le aldattığını öğrenir. Demir bir ağ örer kıskıvrak yakalar ikisini yatakta…
Her ihanetin sonrasında benzer biçimlerde intikam alır kahramanımız. Ürünlerini kullanarak annesini, karısını ve savaş tanrısını yani farklı biçimlerde en güçlü olanları, sihir, güzellik, güçle değil ürettikleriyle hareketsiz bırakır ve üstelik çaresiz…
Hepaistos’un ürettikleri hem kendini var etme hem de ifade etme aracıdır. Tanrıdır, tanrısal özellikleri vardır ama o diğerlerinden her zaman farklı ve ayrıksıdır. Ne tanrıların ne insanların dünyasına ait değildir tam anlamıyla… Topal tanrı, diğer tanrılarla aynı mekanlarda yaşayamaz dahi… Onların hayatını kolaylaştırır ancak aşık olduğu tanrıçalar tarafından değer de görmez. Onun öyküsü aslında insanın kendi ürettiklerinden uzaklaşarak yabancılaşma öyküsünün de bir göstergesidir. İnsan evladının emeğin neler üretebileceğini, pek çok sorunu üretimiyle çözebileceğini gördüğü gibi, emeğin egemenler tarafından ne kadar değersizleştirilebildiğini de gördüğünü masalsı biçimde anlatır bize Hepaistos’un öyküsü…
İlyada’dan bir alıntıyla bitirelim Homeros’a da selam göndermiş olalım. Alıntıda Aşil için kalkan ve dizlik yaparken izliyoruz Hepaistos’u… Savaş gereçleri yaparken bile yaşamı anlatan Hepaistos’u aramızda ya da içimizde arayıp bulmak ve hep yaşatmak umuduyla…
Böyle dedi, bıraktı Thetis’i orda, döndü körüklerine.
Çevirdi onları ateşe doğru, çalışmalarını buyurdu.
Körükler başladı ocağın içinde üfürmeye,
Yirmi taneydiler, solukları türlü ısıdaydı,
Soluklar, demirci tanrının buyruğunda,
İş yavaş gidince ılık oluyorlar,
İş hızlı gidince sıcak oluyorlardı.
Tanrı ateşe bükülmez tuncu attı, kalay attı,
Değerli altın attı, gümüş attı,
Sonra kütüğün üstüne koca bir örs kodu,
Bir eline güçlü bir çekiç aldı, bir eline ateş kıskacını.
Koyuldu büyük bir kalkan yapmaya,
Dört bir yanı işli sağlam bir kalkan,
Çevresine parlak bir çember attı kalkanın,
Işık saçan on üç katlı bir çember,
Gümüşten bir kayışa bağladı kalkanı,
Kalkan üst üste beş tabakadandı,
Üstüne birçok süsler çizdi, gösterdi ustalığını.
Yeri, göğü, denizi yaptı
Yorulmaz güneşi yaptı, dopdolu dolunayı,
Gökyüzünü saran yıldızların hepsini,
Pleiad’ları, Hypad’ları, güçlü Orion’u,
Hem Araba, hem ayı denen yıldızı yaptı,
Ayı Orion’a bakar, boyuna yerinde döner,
Tek yıldızdır Okeanos’un sularından pay almayan.
İki güzel şehrini yaptı ölümlü insanların.
Birinde düğünler, şölenler,
Sokakta, yanan çırağıların ışığında,
Evlerinden alınıp gezdirilen süslü gelinler,
Dört bir yanda kavuşma türküleri,
Oynayan, dönüp duran delikanlılar, flavta, kitara sesleri.
Kapı önlerinde şaşakalmış bakan kadınlar.
Pazar yerinde giriyordu halk birbirine,
Kan diyeti için tartışıyordu iki adam,
Biri diyordu her şeyi ödedim bakın işte,
Hiçbir şey almadım diyordu öbür adam.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder