25 Ekim 2016 Salı

                     CEZASIZLIĞIN CEZASI 
Yapanın yanına kâr kala kala biriken suçlarla yollar tıkandığından varılamayan adil dünyalar... Herkesin ektiğini biçtiği günlerden, ekenin, biçenin, yiyenin tümüyle ayrıştığı günlere geçtik artık. Acaba sen hangisisin?
Her gün trafikte ülkenin halini görüyorum. Biliyorum siz de görüyorsunuz. “Yaptığını beğendin mi?”… Eskinin anneleri ne çok söylerdi. Şimdi çocuklarımızı hiç suçlamıyoruz sözle… Ama işte “yaptığımızı beğendik mi?” diye bağırmak istiyorum bazen ağlamaklı bir sesle. Ama minnacık ama çok büyük tüm yetişkinlerin sorumluluğu var olup bitende…
Cezasızlık bir kültür ülkemizde. İliklerine işlemiş… Yine trafikten devam edeyim ama derdim o yolları aşacak. Aşılamayan o yollar, tıkalı olanlar, yol çalışması yapılanlar, kazalı olanlar… Hepsi mecaz bir yandan da… O trafikli yollar gibiyiz çok anlamda. Misal yollardaki ticari araçlar en sık onlar suç işliyor kuşkusuz. En bencil onlar… Sözkonusu olan kârsa gerisi teferruattır. Her bir insanı 2,5 lira olarak gördüğünden emin olduğum ne çok dolmuş şoförü misal her gün yollarda... Hastane önünde mesela yani sürekli ambulansların geçtiği yolda bir ömür kadar uzun gelen beklemelerinin bir bedeli var mı? Potansiyel bir yolcu gördüğünde zınk diye durup insan hayatını riske atmalarının herhangi bir cezası var mı? Binde bir, mala, cana doğrudan zarar verince... Bazı şöförlere o da yok. Gücüne bağlı. Yoksulları öldüren zengin arabalarının cezasız şoförleri geliyor gözümün önüne… Yılmaz Güney’in Umut filminde anlattığıdır.
Muhafazakarlık rengini semtlere veren islamcı ya da faşist hareketin de ana karakterini oluşturan küçük burjuvazi, puanlarını toplaya toplaya, kâr ede ede ilerliyor. Mahallesindeki solcunun adını terörist diye çıkarıyor, rakibine başka kulp takıyor, kadınları zaten etek boyuyla ölçüyor. Çoğunun inançlı, ağzından ahlâk lafı düşmeyen adamlar olduğundan eminiz elbette. Her gün işte malum rızkının peşinde...
Çevreyi kirletenler... Çevreyi kirletmek ve ceza mı işte buna gülerler. Şöyle bir skala var. Ekonomik olarak gücün ne kadar büyükse o kadar çok kirletebilirsin. Misal büyükşehir belediye araçları kıçından en iğrenç dumanları havaya salarlar. Ama onlar zaten denetleyen ya onların suç işlemeye hakları vardır.
Tacizciler, tecavüzcüler mi? Çoğu cezasız. Taciz, tecavüz ettiğinin yaşı küçüldükçe ceza artıyor mu? Kağıt üstünde evet ama çocukların şikayet edebilmesi çok zor. Yani çocuk istismarcılarının ceza alma olasılığı çok düşük. Hele taciz, hele kadına şiddet... Ne cezası?
Ceza talebi söz konusu olduğunda işkenceye, cinayete, insan kaybetmeye sıra gelmiyor. "Ay valla iyi insanmış meğer öldürdüklerimiz" bile diyorlar dalga geçer gibi yüzümüze bakarak...
İnsanların hakettiği hayatı yaşadığı, dünyanın adil olduğu yönünde düşünceleri olanları da batıl inançlarıyla başbaşa bırakıyorum. Zira gerçeklik o ki adil dünya bizden çok uzakta... Buralarda var etmek için de çok çabalamak gerekiyor.
Dışsal ceza ve yaptırımların olmadığı ya da en aza indirildiği bir dünya düşlüyorum elbette ama şimdilik kafesimizin ödül konulan yerlerine bolca ceza yüklenmeli bence... Olumsuz davranışları pekiştiren, yanlış pedalın karşısına muz koyulmuş bir kafesin içinde gibiyiz. Aslında iyi olan birileri de artık pedallara basmayı, uğraşmayı çoktan bırakmış. Bu kafes dar geliyor, sadece muzla yaşanmıyor velhasıl deneycilerle meselemiz var ve kafeslerle... Özgürlüğe ihtiyacımız var bilhassa zihnimizde cesarete ihtiyacımız var bol bol... Bir de tabii "amaaan yapsam ne olacak", "uyarsam ne değişecek", "şikayet etsem ne olacak" hallerimize (ki bende de var) yani öğrenilmiş çaresizliğe teslim olmamak...
Hepimiz aynı gemideyiz diyor ağzını açan herkes. Ama ben güverteye tükürüp duran, yüksek sesle küfreden, beni denize atıp kendisine yer açmayı düşünen, gücü yettiği anda bunu yapacak insanlarla aynı gemide olmak istemiyorum. Olacaksam da korunmak istiyorum. Kimseye zarar vermeyecek içsel mekanizmalara sahip olan insanların kaygılar içinde yaşamasına neden olan bu bencil, üretken olmayan yıkıcılıktaki ölüm güçlerine dur demek gerekmiyor mu? Ama ne yapacağız? Onları denize atsak onlardan bir farkımız kalmaz. Bu olmaz. Başka gemiye geçsek? Yok bu da bize göre değil. İlk elden yapılabilecek olan birlikte yaşamanın kurallarını inşa etmek… Gemiyi yaşanabilir kılmak. Can güvenliğini mal güvenliğinin önüne geçirmek… İyileştirilemeyecek ruhsal patolojilerin üremesi için çok elverişli koşullar var ve yeniden pekiştiriliyor. Yanı başımızdaki savaşı inkar ede ede yaşadığımız onyıllar her türlü hastalığın sinsice zeminde yayılmasına neden oldu, oluyor. Dur demezsek devamı geliyor, dahası geliyor. Hastalığın belirtilerini görüyor olmalısınız? Kadın öğrencilere “Siz açık olduğunuz için sınıfa melek girmiyor” diyor öğretim görevlisi dedikleri bir adam… Kadıköy Anadolu Lisesi ve benzerleri “proje okul”a çevriliyor ağlayarak okulundan ayrılıyor öğrenciler, öğretmenler… Şırnak’ta evinden edildiği için çadırda yaşayan insanların çadırlarına göz dikiliyor bu defa. Ve sonra trafikte bir yol kapatılıyor keyfiyetle… Bekle bakalım nereye kadar… Yaşam alanı daraltılıyor milyonlarca insanın her gün her an… Ben bunu sadece mevcut hükümete ve birkaç siyasiye yükleyerek rahatlayamıyorum çoğunun yaptığı gibi.. "Oh buldum bir kötü imge herşeyden o sorumlu" diyemiyorum. İktidardaki kopuşları gördüğüm gibi sürekliliği de görüyorum. Bu yüzden sadece 10 yılı, 20 yılı ya  da 80’den bu yana olanı değerlendirerek geçebileceğimiz bir dar boğaz değil bu. Ama sıkıştık mı evet fena sıkıştık. Yollar tıkalı…
Peki ne yapalım, ne edelim? derken Nazım’ın Benerci’nin ağzından söyledikleri geldi aklıma…
“Nâzım, 
biliyorum, 
ölümün önünde rol kesip 
      Hamlet gibi budala, 
                     Verter gibi komik olmamak lâzım.

Nâzım, 
bilmiyorum, ne haltedeyim? 
                Nasıl altedeyim? 
Şöyle bir poz alıp durmak 
              kendi kendini vurmak, 
                                kıyak iş doğrusu!..

Bak, 
kapı komşum uyandı, 
       muslukta akıyor su, 
          yüzünü yıkıyor... 
İndi ıslık çalarak merdivenlerden 
                                                   sokağa çıkıyor...

Ben... 
Ne Hamlet, ne de Verter...!!! 
Neyse, geç... 
İşi anlatayım, 
     tıraş yeter...”

Sonra Yılmaz Güney düşüyor aklıma… Umut filminde arabasını yitirince önce piyango bileti alan sonra definecilik yapan Cabbar gibi mi yapalım?
Hiçbiri değil diyorlar onlar da… Hiçbiri değil…
Durma uğraşalım. Gücümüz nereden yetiyorsa... Yol tıkalı nasıl ilerleyelim dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bakınız şöyle bir önerim var. Haksız yere önümüze geçmeye çalışan ve kaba da davranan araca yol vermeyerek, sırada önümüze geçene "bu yaptığın yanlış" diyerek, sokağa tüküreni uyararak biraz mesafe alıp daha oksijenli bir alana geçebiliriz. Evet biliyorum sokakların bu hale gelmesinde solun da payı var. Demokratlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, hak savunuculuğu nedir bilmeyen birilerini dibimize kadar getiren liberalliğin, halk dalkavukluğunun sorumluluğunu da görmeden bir adım bile atamayacağız biliyorum.
Gündelik hayata müdahale etmek için örgütlerken örgütlenmekten, öğretirken öğretmekten söz ediyorum. Yeniden… Ya da belki sil baştan… Belki de ilk kez… Nasıl görüyorsanız. Ve mümkün olduğunca sakince, günlük bir iş gibi, sinirimiz tepemize sıçramadan yani onlar gibi olmadan gündelik hayata müdahale edelim. Gün’de, an’da teslim olunca öbür tarafta direnmenin de çok anlamı olmuyor çünkü… Bunu yapamazsak kabalık, bencillik norm haline gelecek ve iyice yerleşecek çünkü... Unutmayalım ki yüksek siyasetin ölümcül güçleri, enerjilerini gündelik hayatın bencilliklerinden alıyor. Umudu, özveriyi, güveni öne çıkarmaktan başka şansımız yok. Kaygı, korkudan zordur. Mütemadiyen yüksek kaygıyla yaşayamayız. Evet biliyorum sokaklar tekinsiz ama işte yine aynı denklem. Güvensizlik, sevgisizlik bulaşıcıdır. Sokaktakiyle uğraşmazsan evinde, yanıbaşında buluverirsin tehlikeyi… Kadınlar, çocuklar, ezilenler bunu çok iyi bilir. Yüreğiyle bilir.
Keşke “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” şiirini o harika öyküyü de okusak yeniden ve anımsasak bizimkileri Heraklit’i mesela…
“(…)
düşünüyor büyük hakîm Heraklit'i genç adam... 
Kim bilir belki böyle bir akşam, 
böyle bir akşam, 
      Heraklit alnını 
              yeşil gözlü zeytinliklerde akan 
                                                      suya eğdi 
                                                      ve dedi: 
             «— Her şey değişip akmada, 
                    bu hâl beni hayran bırakmada..»

Heraklit, Heraklit; ne akıştır bu!. 
ne akıştır ki bu, dalgalarında 
                     dağlıdır alnı en mukaddes putun 
                     kızgın demir damgasıyla sukutun. 
Gebedir her sukut bir yükselişe. 
Ne mümkün karşı koymak 
                               bu köpürmüş gelişe.. 
Heraklit, Heraklit!. 
       akar suya kabil mi vurmak kilit?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder