7 Mayıs 2018 Pazartesi

Daha: Savaş ve insan ticareti üzerine  

Hakan Günday’ın 2013’de yayımlanmış aynı adlı romanından esinlenerek oluşturulan senaryosuyla Daha, insan kaçakçılığı zincirinin bir halkası olan baba (Ahad)- oğulun (Gaza) ilişkisindeki güç-aktarım, itaat-isyan dengelerine yoğunlaşırken, insan kaçakçılığı gibi güncel, insan doğası gibi evrensel meseleleri başarılı bir görsel anlatıyla sorgulamayı başarıyor.
Ahad (sağdan sola okununca Daha) ve Gaza, Ege’deki bir kasabanın (Kandalı) sınırında denize bakan bir yamaçta tek başına duran virane görünümlü gecekonduda yaşarlar. Ahad, yasadışı biçimde Ege Denizi’nden Yunanistan’a tekneyle geçecek olan göçmenleri karadaki bir noktadan alıp evinin yanında yerin altında bulunan depoda saklamak ve uygun hava, güvenlik koşulları oluştuğunda tekneye kadar taşımak karşılığında yüklü paralar kazanmaktadır. Bu işleri yaparken en büyük yardımcısı 14-15 yaşlarındaki oğlu Gaza’dır. Ahad, oğlunun okumasına karşı çıkar, insan kaçakçılığı işini sürdürmesini ister. Ahad, Gaza’nın sahip olduğu tek ebeveyndir, korkutucu, sert ve zalimdir. Gaza büyürken, Ahad’la aralarında yaşanmaya başlayan gerilime, bu gerilimin dönüştüğü çatışmaya tanıklık ederiz film boyunca.
Daha, belleğimizde güçlü bir iz bırakmaya aday
Daha, izleyenlerin belleğinde iz bırakacak kadar güçlü bir film. Hem görsel olarak etkileyici hem de oyunculukları açısından. Onur Saylak, ilk yönetmenlik denemesinde usta işi bir filme imza atıyor. Gaza rolünde Hayat Van Eck, karakterin yaşadığı dönüşümü büyük bir ustalıkla canlandırıyor. Abartıya kaçmayan bir sadelikle, yürüyüşünden, bakışına, sigara içmesine dek gerçek bir karaktere dönüştürüyor Gaza’yı. Ahmet Mümtaz Taylan, başkalarına karşı acımasız, sevgisiz, karşısındakinin gücüne göre davranan, hesapçı Ahad’ı ustalıkla canlandırıyor. Özellikle oğlu Gaza’nın kendisine tüm acısıyla meydan okuduğu sahnede ve Cuma’nın ölümü sonrasında gazinoda içerken yaşadığı duygusal muğlaklığın sözsüz biçimde ifade bulması hatırda kalacak türden… Ahad’ın ruhunun çok derinlerden gelen üzüntü, merhamet, acı duygularının belli belirsiz yüzünden, gözlerinden geçişi ve hemen sonra iyicil çağrışımları olan bu duyguların yerini öfkeye bırakması Ahmet Mümtaz Taylan’ın usta oyunculuğunda başarıyla görünür oluyor. Diğer oyunculardan özellikle Turgut Tunçalp, Tankut Yıldız, Uğur Aslan etkileyici oyunculuklar sergiliyor. Tuba Büyüküstün, Suriyeli göçmen kadın rolünü başarıyla canlandırıyor.
Ahad kaçakçılıktan kazandığı paraları evindeki gizli bölmeye koyarken gözlüklerinde, karanlık boşlukta bulunan para destesinin yansıması görünür: Tam gözbebeklerinin olması gerektiği yerde… Ahad’ın içindeki narsisistik boşluğu biriktirdiği paralarla doldurma çabasını anlatır bu sahne. Filmin sonlarında o bölmenin banyo aynasının arkasında olduğunu öğreniriz. Aynanın arkasındaki karanlık boşlukta bulunan para demeti, onun yansıması, aynanın Gaza’nın kendi suratına bakarken attığı yumrukla kırılması, kara delikleri anlatan belgeselde “bir karadeliğe kamera yerleştirebilseydik belki gördüklerimizi anlamlandıramazdık ama merakımız biraz giderilir, sorularımızın bir bölümü yanıtlanırdı”demesi, paralel evrenler bahsi, depo ve ev, aşağısı ve yukarısı… Tüm bu detaylar başarılı bir anlatımla bir araya getiriliyor. Ancak görsel olarak etkileyici bu anlatıda kurgusal bir boşluk oluşuyor. Gaza tarafından paranın saklama alanın deşifre edilmesi ile baba-oğulun savaşının başlaması arasındaki zamanda bu paraya ne olduğu iyi açıklanamıyor. Öte yandan filmin sonunda paranın pislikleri emerek yok eden bir malzeme olan talaşın içinden çıkması yine anlatımı güçlendiren bir öğe olarak karşımıza çıkıyor.
Gaza, ikinci kafileden Ahra isimli kadına aşık olduğu için bir süre göçmenlerle beraber yaşar. O esnada sıklıkla elektriklerin kesildiği bir depoda kalan onca insanın nasıl vakit geçirdiğini de görürüz. Gölge oyunları oynadıklarına, duvarları kazıyarak resimler yaptıklarına, ritm tutup dans ettiklerine, masallar anlattıklarına şahit oluruz. Mağarada kalan ana ve atalarının, kış mevsiminin ya da dışarıdaki tehlikenin geçmesini beklerken binlerce yıl önce yaptıklarının benzerlerini yaparak neşelerini ve umutlarını korumaya çalıştıklarını, özellikle çocuklarının güçlü olduklarına, dayanabileceklerine ve kurtulabileceklerine olan inançlarını pekiştirmeye gayret ettiklerini izleriz. Bu sahnelerin, müzikleriyle, çağırışım gücüyle, umuda dair hissettikleriyle çok başarılı olduğunu düşünüyorum.
Filmin açılış sahnesinde göçmen çocuk Cuma ile insan kaçakçılığı yapan Gaza, sazlıkların arasından fener ışığında birbirlerine bakarlar bir süre. Öykü ilerledikçe, ikisi arasındaki ilişkiye tanıklık eder ve Robinson Crusoe romanını anımsarız. Köle tüccarı Robinson, gemi kazası sonucu düştüğü adada Cuma adındaki yerli ile karşılaşır ve ikilinin ilişkisi Robinson’un gözünden anlatılır roman boyunca. Biz de Gaza ve Cuma’nın ilişkisini Gaza’nın gözünden izleriz. Bu atıfta Daniel Defoe’ya da bir göndermede bulunmuş olur film. Jack London kitapları da görünür sıklıkla Daha’da. Hakan Günday Jack London’ın etkilendiği yazarlardan olduğunu böylece göstermiş olur.
Filmde Ege Denizi neredeyse bir oyuncu gibi. Kimi zaman üzerindeki yıldızların ve ayın yansımasının  bir yorgan deseni gibi göründüğü durgunlukta kimi zaman deli dalgalı… Kaçakların denize açılacağı gün hırçınlığıyla onları nasıl korkuttuğunu görürüz, Gaza’nın dışarıda atamadığı çığlıkları dalıp denizin içinde attığını, Gaza, Dordor ve Harmin’in neşeyle su oyunları oynadıklarını da… Yok eden, var eden, geçiş izni veren, boğan, oynayan, oynatan, besleyen biri gibi… Denizle kurduğu ilişkinin kıvamı filmin başarılı olduğu alanlardan biri.
Filmin romanla ilişkisine dair de bir şeyler söylemek istiyorum. Filmin sonunda da belirtildiği gibi bir uyarlama değil, esinlenme söz konusu. Bence iyi ki öyle… Eğer romanı bir filme sığdırmaya çalışsalardı (olay örgüsü yoğun bir roman olduğundan) bu kadar bütün ve etkileyici bir görsellikle karşılaşmayabilirdik. Daha filminin romanın özünü yakalamak ve ruhunu aktarmak konusunda başarılı olduğunu düşünüyorum. Filmi izlemenizi önerdiğim gibi romanı okumanızı da öneriyorum. Ayrı ayrı değerli eserlerle karşı karşıya olduğumuzun böylelikle daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum.
Filmin görece güçsüz kaldığı yanlarına da değinecek olursam, Dordor ve Harmin, çok iyi oyunculuklarla canlandırılmış olsa da ikilinin Gaza ile ilişkisinin geçmişi birkaç detayla aktarılsa senaryo daha güçlü olabilirdi. Yine Yadigar’ın Suriyeli göçmen kadın Ahra ile birlikte olduğu an, Hayat Van Eck’in oyunculuğuna rağmen filmin inandırıcılık açısından zayıf sahnesiydi. Ege kasabasında akıp giden hayatla, kasabanın kıyısında yaşayan Ahad ve Gaza’nın nasıl ilişkilendiği iyi işlenmiş olsa da baba-oğulun yaşamının illegal boyutu biraz daha vurgulanabilirdi. Örneğin çok sayıda ekmeği aynı anda alan bir kasaba sakini dikkat çekeceği için alternatif yöntemlerin kullanıldığı bir iki detayla gösterilebilirdi.
Gaza’nın öyküsü: Babayı öldürüp yerine geçen bir oğula!
Gaza’yı ilk tanıdığımızda ustabaşının emirlerine itaatkar bir çırak, babasının emirlerine uyan bir oğuldur. Ebeveyni de ustası da babasıdır. Gaza’nın arkadaşları, onun hayatında olup bitenlerin tamamını bilmez. Gaza, ailesinin sırlarını taşıyan çocukların büyük bölümü gibi yalnızdır. Depodaki insanları izleyerek yalnızlığını gideren, biraz yabani biçimde de olsa onlarla ilişki kuran bir ergendir. Babasının suçlarına ortaklık ederek büyür. Bir tecavüze tanıklık, göçmen çocuk Cuma’nın ölümüyle ilgili olarak suçlanma… Babası/Ustası, oğulunu/çırağını işte böyle yetiştirir: Suça ortak ederek. Mesleğin inceliklerini öğrenmek merhamet, dayanışma, ötekini düşünme gibi duygu ve özelliklerden sıyrılmayı gerektirir. Gaza, dünyanın kötülüklerine erken tanıklık eden bazı gençler gibidir; olgunlaşamadan çürür. Umudun cılız fidanı, kötülüğün ve geleceksizliğin zehirli ağacının gölgesinde bir türlü büyüyemez. Gaza, içine doğduğu ve seçemediği bir varoluşun cezasını çekecektir. Tıpkı  depodaki göçmenler gibi… Ortadoğu’nun ve yamacındaki ülkelerin emperyalizm çağının doğum lekeleri olarak bir türlü birey hukukuna geçemeyişi ve kavim yasalarıyla yönetilmekten kurtulamayan insanların dramı. Ne zaman bir “biz” kurmak isteseler düşleri kanla parçalanan, kursaklara tıkılı heveslerle yaşayan, paranın ve gücün savaşa endeksli olduğu bir denklemin labirente dönüşmüş yollarında bunalan… İnsan kaçakçılığı güzergahı, savaşın vahşetini ona sessiz kalanların evlerine taşır. Daha, bize, “o savaş var ya hani televizyon ekranında sandığın o aslında mahallende, o aslında tatil yaptığın kasabada, aslında yüzdüğün denizlerde”…
Babası Gaza’nın umutlarını öldürür bir bir… Önce Cuma’nın ölümünden sorumlu tutarak, onun ölü küçük bedeniyle birlikte bir kamyon kasasında seyahat etmesine neden olarak. Sonra aşık olduğu kadını jandarmaya vererek, sonra kazandığı okula gitmesine engel olarak… Ve Gaza’nın itaat devri sona erer. Yerine geçmeye hazır olduğu babasının karşısına çıkar. Gaza’nın yüzünde babasının açtığı taze yaralarla evin önünde yaktığı ateşe arkasını dönüp kamyonun şoför koltuğundan ona bakan babasına doğru göğsüne ve kafasına vurarak “hadi baba bin vur bir say” diye bağırdığı sahne en eski kabilelerden bu yana yeni kuşakların bir önceki kuşağa, alttakilerin yönetici sınıflara, zümrelere, oğulun babaya isyanını başarıyla sembolize eden akılda kalıcı bir sahneye dönüşür. Ahad, Cuma’yı öldürürken Gaza’daki iyiyi, umudu, gelecek hayallerini de öldürür aslında. Ama bir şeyi unutur, bunca umutsuz, bunca geleceksiz bir insan yaratıcısı için de tehdit oluşturur. Gaza, babasını öldürtür, onun yerine geçer.
Gaza’nın öyküsü: Bir faşist doğuyor
Eğer o depoyu dünya gibi düşünecek olursak o dünyada güç ve iktidar sahibi kişi Ahad’dır. Sonra yerine oğlu Gaza geçer. Ahad’ın döneminde depo, geçici bir konukluk yeridir. Göçmenlerin kendi aralarındaki ilişkilere kavga etmedikleri sürece karışmaz Ahad. Gaza yönetime geçtiğinde depo denen dünyayı sınırlara böler, her ailenin alanını tanımlar ve birbirleri arasındaki yaşantıyı da düzenlemeye girişir. Orada bir tarih oluşturmalarına izin vermez. Duvarlardan daha önceki kafilelerin bıraktığı izleri siler.
Filmin son sahnelerinde Gaza’nın depodaki kameradan, içi talaş dolu üç tane can simidi için kavga eden adamları, ölmekte olan hasta adamı, ona yardım etmek isteyen bir diğerinin çaresizliğini kayıtsızlıkla seyrettiğini görürüz. Gaza o deponun Hitler’ine dönüşmüştür; vicdanı olmayan, vahşi sosyal deneyler yapan ve bunlardan haz alan bir adam.
“Buraların tanrısı olmaya karar verdim. Çaresiz insanların tanrısı olmak kolaydı” dediğinde Gaza değil de tarih boyunca küçük burjuvazinin tanrılığına soyunmuş tüm faşist diktatörler konuşur adeta. İyilerin iradesizliği ile olası savaşlar, yıkımlar, krizler arasına sıkışıp kalmış kitleleri, ölümü gösterip sıtmaya razı eden, “ya sen ya o illa biri ölecek” tercihlerini dayatan tüm faşistler Gaza’nın ağzından konuşup onun soğukkanlı gözlerinden bakarlar adeta dünyaya/depoya.
Bir faşistin, yalnızlıktan, çaresizlikten, sistemli ve şiddetli bir biçimde ezilmekten, umutsuzluktan ve hayatına anlam katamamaktan doğuşunu izleriz acı içinde çakılı kaldığımız koltuklarımızdan. Faşist adamın hazzı; üretimden, aşktan, sevgiden sekerek uzaklaşan bir kurşun gibi sadistik olana saplanır ve orada kalakalır. “Kendi gardiyanı olduğun cezaevinden kaçamazsın” diyordu Gaza. Faşizm işte böylesi bir imkansızlığa kilitlenir. “Madem ben bu cehennemden kaçamıyorum. Sizin hayatınızı da cehenneme çevireceğim” hasedinden ürer.
İnsan kaçakçılığı zincirinin “iyi” halkaları Dordor ve Harmin, Gaza’yı bu kötülükten koruyamaz. Ahad’ı Cuma’nın ölümü yüzünden cezalandırdıklarında yerine geçen Gaza’nın babasından beter olacağını belki de tahmin edemezlerdi. Tıpkı kötü bir yöneticiyi sonrasını düşünmeden cezalandıran ve iktidarının alternatifi haline gelemeyen kitlelerin faşizmi iktidara taşıdığı onlarca örnekte olduğu gibidir depoda yaşananlar da. Kötü bir hükümet alternatifi konusunda sorumluluk almayan birileri tarafından iyi niyetlerle devrilir ve yerine faşizm gelir. Ahad’ın dürtüsel kötülüğünün yerini Gaza’nın soğukkanlı, planlı sadistik kötülüğü alır.
Ahad’dan Gaza’ya aktarılan öğreti
Ahad Gaza’ya “hayatta kal ve güce sahip ol” der özetle ve ekler “Ne pahasına olursa olsun hayatta kal. Zayıflar yok olur. Zayıf olma.” Sosyal Darvinizmi öğretir Ahad Gaza’ya… Filmin sonunda Gaza’nın ağzından duyduklarımızla ürpeririz. “Biz hepimiz” diye başlayan anlatıda hayatta kalmak için hile yapan, zulmeden, ihanet eden ataların çocukları olduğumuzu söyler. “Başka türlü nasıl hayatta kalabilirdik ki!” İnsan doğasına iyilik ya da kötülük atfeden tartışmalar insan bilincinin tarihi kadar eski kuşkusuz. İnsanın hayatta kalmak için zalim olması gerektiğini savunanlar, “ya o ya ben-o halde ben” yanıtını verenler, Gaza gibi, Ahad gibi yaşıyor dünyanın her yerinde. Ve kendi yapıp ettiklerini böyle gerekçelendirip meşrulaştırırken insanın toplumsal bir varlık olduğunu ve özverili, elsever olmaksızın neslin devamlılığını sağlayamayacağı gerçeğini görmezden geliyorlar. Gaza “Biz hepimiz, hiçbir işe yaramayan insanların ortadan kalkabileceğine dair sözsüz bir anlaşma yapmıştık” ya da “İnsanın kullandığı ilk alet başka bir insandır” derken insanlık tarihindeki bazı anları görüyor ama diğer uçta yer alan bazılarını görmüyor. Eğer insan kafileleri yaşlı olanlarının, hasta olanlarının, çocuklarının ortak sorumluluğunu almasaydı neslinin devamını sağlayamazdı. Edebi olarak insanlığın “iyi” yanının cılızlaşmasına ilişkin çarpıcı sözler edebiliriz elbette. “Hepimiz Kabil’in çocuklarıyız” diyerek başlayabiliriz söze. Habil öldüğüne göre… Geçmişe ilişkin bu sözler gerçek bile olsa atalarımızdan “daha” iyi olabiliriz.
Yerin altındaki göçmenlerin uğrunda türlü güçlüklere katlandıkları amaçları var. Tüm kıt kaynaklara rağmen iyi olmaya çalışıyorlar çoğunluğu. Oysa Gaza’yı depodaki anneler, babalar gibi seven bir ebeveyni yok. Gaza annesiz. Gaza amaçsız ve hayalsiz. Onları da kötüleştirerek, yalnızlaştırarak, amaçsızlaştırarak gidermeye çalışıyor yalnızlığını. Ve değersizleştiriyor onların amaçlarını; “Gideceğin yerde hiçbir değerin yok, anlamıyor musun? Hem de hiç! Göreceksin! Kimse seninle otobüste yan yana oturmak istemeyecek! Kimse seninle asansörde yalnız kalmak istemeyecek! (…) İnsanlar senden o kadar nefret edecekler ki yerleştiğin her yerde emlak fiyatları düşecek!” *
Savaş travmasının taşıyıcısı olarak göç
Günümüzde sıklıkla Suriyelilerin taşıdığı, bulaştırabileceği hastalıklardan yakınıyor yerleşik olanlar. Burada bulaşmasından korkulan ve virüslerle somutlanan bir bakıma travmalar, çaresizlikler, ölüm, savaş ve işkence öyküleridir. Bizim bakmaya dayanamadıklarımız, birilerinin yaşamaya dayandıkları. Daha “zor” olana bakmamızı sağlıyor. O kafilelerle taşınan acıları perdeden yüreğimize taşıyor. “İzlemeye dayanmak”, biz izlerken de yaşanmaya devam ettiklerini bilmek bile bir bulaşma olarak yaşanıyor aslında. Virüs bizi de ele geçiriyor. “Ya bizim de başımıza gelirse, neler yapmalı? O vahşet anında nasıl bir güce sarılmalı?” Oysa bir göçmenin gözlerine bakabilseydik, ortak hayatlarımız olabilseydi suçluluklarımız azalır izlerken dayanma gücümüz de artardı belki.
“Şimdi kendime bir hikaye anlatacağım ve artık sadece buna inanacağım. Çünkü ne zaman dönüp baksam geçmişe, görüyorum ki yine değişmiş. Ya bir coğrafya eksilmiş ya da bir tarih eklenmiş” ** derken Gaza, travmatik bir belleğin değişen anımsamalarından söz ederken insanlığın ortak bir tarihi olmadığını da anımsatıyor. Bir kişinin olmadığı gibi bir ulusun da sabit bir “tarih”i yoktur. Pekçok travmatik yaşantıyla örülü tarih, hangi dönemeçte dönüp baksak yeniden anlamlandırılır, başka türlü anlatılır.
Sonuç olarak
Film umutsuz, çaresiz hissettiren bir film. İki kez gittim sinemaya filmi izlemek için. İkincisi gündüz vakti boş bir salondaydım. İlkinde akşam vakti ve kalabalıktı. İki yanımda iki yabancı adam piknik malzemeleriyle gelmişti neredeyse. Paketlerde cipsler litrelik meşrubatlar… Gergin baktım iki yanıma. “Yandık” diye düşündüm. Filmin ilk beş dakikasından sonra ne cips yiyebildiler ne meşrubat içebildiler oysa. Ellerindeki yiyecekleri herhangi bir yere dahi bırakmadıklar. Öyle hareketsiz kalakaldılar film bitene dek. Leblebi yiyerek insan acılarını seyreden Gaza’nın ardından izlediği dehşet karşısında elindeki yiyeceği bir yere bırakamayacak denli etkilenen insanların varlığını görmek iyi geldi. Taşlaştıran bir etkiydi salonda gördüğüm. Çıkarken kötüydük, allak bullaktık izleyiciler olarak. Yazayım dedim, anlamlandırayım böylece konuşayım izleyenlerle belki iyi gelir, belki düşünürüz hep beraber Ahad kendinden nasıl kurtulur? Gaza Ahad’dan nasıl kurtulur (gördük ki ölüm kurtuluş değil)? Biz Gazalaşmaktan nasıl kurtuluruz? İnsan savaştan nasıl kurtulur? “Ya o ya ben” anları yani vahşetler nasıl çekilip gider dünyadan, olanağı var mıdır?
*Daha, Hakan Günday, Doğan Kitap, Ocak 2018, 34. Baskı, s. 73
** Daha, Hakan Günday, Doğan Kitap, Ocak 2018, 34. Baskı, s. 20

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder