25 Nisan 2017 Salı

Masal mı film mi?  


İnsanın masalla ilişkisi yüzyıllar içinde değişmiş. Masallar sadece çocuklar, bu konuda araştırma yapan akademisyenler ya da edebiyatçılar için var, sanılıyor artık. Çağımız, iş, eğlence, eğitim işlerinin birbirinden ayrıldığı bir yabancılaşma çağı aynı zamanda. Hal böyle olunca masallar da çocukları eğitmenin bir aracına dönüştü. Binyıllarca dilden dile süzüle süzüle billurlaşmış masallar, acemi yazarların elinde budandı, özgün formu bozuldu. Masalları böyle yapay müdahalelerle değiştirmek ve tarihsel kökünden koparmak kolaydı da insanı tarihselliğinden koparmak olanaksızdı. Dolayısıyla yaşadığı toplumun halini anlamak için çocuklara yardımcı olan, duygusuna tercüman olan, söylenmesi zor olanı, bilinçdışından geleni söze döken masalların yerini çocukların ahlaki yargıları öğrenmesini hedefleyen masallar aldı. Kırmızı Başlıklı Kız’ı yemeyi aklından bile geçirmeyen, havuçla beslenen kurtlar konuldu masala misal… Ama dışarıdaki hayat savaşla, yıkımla, sömürüyle doluydu.
Diyelim ki çocuğumuzu yalan söyleyerek dışarıdaki hayattan koruduk bir biçimde. Kendi “cennet” sitelerimizi inşa ettik, duvarlar ördük… Ama ya televizyon, sinema, bilgisayar oyunları… Orada alabildiğine şiddetle karşılaşırken salt iyiliğin olduğu öykülerle dolu kitapları sevmesini bekledik çocukların pek de sevmediler haliyle… Kitaptan uzaklaştılar. Bir yandan ekrandan karşılaştığı zombiler, katiller, kan ve cinayet öyküleri varken diğer yandan cicilik, nezaket ve zerafetten ibaret kitaplar üretip salt buna indirgenmiş bir okuma faaliyetinin kendisinin kapitalizmin çokyüzlülüğüne, yabancılaşmış hayatına uyum göstermiş bir ebeveyn iki yüzlülüğü olduğunu düşünüyorum. Ve diyorum ki yapmamız gereken tam tersi oysa… Nasıl mı?
Çocuklara masal okumak, mitolojik öyküleri anlatmak ama ekranla ilişkisini (sinema dahil) olabildiğince sınırlamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü biz istemesek de kötü olaylar, kayıplar, ölümler, ayrılıklar, saldırılar, savaşlar yaşanıyor ve kötü her hangi bir olayı dinlemekle görmek arasında büyük fark var. Özellikle çocuklar için… Çünkü dinlediğinde kendi hayal gücünde kendi imgelerini yaratırken izlediğinde başkalarının düş gücü ile başkalarının zihni ile uğraşıyor çocuk.
Çocuklar bize oyunlarında rol verdiklerinde gerçekten role girebilmek mühim iş. Birçok ebeveyn bunu yapamıyor. Çocuk diyor ki “Bak baba kurt şimdi bu kuzuyu yemiş”, baba oyuncu azıcık bir saldırganlığa tahammül edemeyip hemen yanıt veriyor “aaa kurtla kuzu kardeş kardeş oynasınlar yavrum”…  İşte böyle yanıt vermemek lazım. Çocuk nasıl diyorsa öyle oynamalı. Birinin dünyasına girip değiştirmek bu kadar kolay değil çünkü.  Oyunda çocuk isterse dövüşebilirler, bir karakter diğerini yiyebilir, saldırgan temalar da sevgi dayanışma temaları ile birlikte gelebilir. Çocuklar yüce gönüllüdür, bazen berbat oyuncular olmamıza rağmen bizi oyunlarında tutarlar, masalları onlar kadar iyi anlayamasak da bizimle paylaşmak isterler. Onların dünyası açıktır, biz eğer her şeyi bildiğimiz iddiasından vazgeçip girmek istersek büyülü bir alana geçiş yapma şansına kavuşuruz. Hem oyunlarda böylesi müdahalelerde bulunup hem de berbat filmlerin olduğu televizyon ekranları karşısında çocukları kontrolsüzce bırakırsak çocuklarımızın gözündeki güvenirliğimiz de sarsılır. Eski tip düdüklü mahalle bekçilerinden farkımız kalmaz onlar için… Bekçi geçerken uslu durmanız yeterlidir, eğer sizden şüphelenirse ya da sizi durdurmak isterse düdüğünü çalar, ama eğer onlar yoksa sokakta aklınızdan ne geçiyorsa yapabilirsiniz.
Peki ne okumalı çocuklara? Mümkün olduğunca kök masallar bulunmalı okunmalı, mitolojik öyküleri uyarlayarak (sadece küfür, şiddetin dozu ve cinsiyetçilik açısından) çocuklara anlatmalı… İçinde ölüm olsun, kıskançlık, utanç, kötü anneler-babalar, berbat kardeşlikler… İyinin yanında kötü de, en güzeli iyinin içindeki kötü de olsun, gittiğiniz mekanların tarihi öykülerini anlatın, Çanakkale’de binlerce askerin öldüğü öyküsüz vahşet anlatısı mı daha masum yoksa Truva destanı mı? Buna kim karar verecek… Çanakkale Savaşı’nda ölenleri anlatacaksanız orada ölen her ulustan garibanın hikayesinden bahsedin misal, Anzakların, İngilizlerin evini bırakıp gelişinden, Anadolulu Türk’ün, Kürd’ün, Ermeni’nin, Rum’un yalınayak, aç karınla içine bırakıldığı savaştan… Truva’yı anlatırken hem işgalcinin hem işgal edilenin dramını, savaşın saldıran için de savunan için de ağır bedelleri olduğunu aslında kazananın da kaybettiğini söyleyin, Ulysses’in hasret dolu, zorlu öyküsünü anlatın, savaşmamak için, savaşın erken bitmesi için yaptıklarını, evini yuvasını nasıl özlediğini… Bu hikayeler kalır dimağda… Kuru öğütler değil… Kim anımsar ki nasihatleri… Nasihat ancak o şey başımıza geldiğinde, uyarılan “hata”yı işlediğimizde akla gelendir. Öyküler unutulmaz. Çocuklarınızın ruhsal olarak dayanlıklı olmasını istiyorsanız masal tohumları ekin içine. Görselini kendi düş gücüyle üretsin. Onları bütün bir sinema sektörünün kâr için tüm olanaklarını kullanarak korkutucu hale getirdiği figürlerin görselleri ile karşılaştırmakta sakın acele etmeyin.
Son sözü büyük hikaye ustası Ursula’ya bırakmak istiyorum; “Masalda “doğru” ve “yanlış” yoktur, belki de uygunluk diyebileceğimiz farklı bir standart vardır. Hiçbir koşul altında yaşlı bir kadını fırına itmenin doğru ve etik açıdan erdemli olduğunu söyleyemeyiz. Ama masal koşullarında, arketiplerin dilinde bunu yapmanın uygun olduğunu tereddüt etmeden söyleyebiliriz. Çünkü bu durumda ne cadı yaşlı bir kadındır ne de Gretel küçük bir kız. İkisi de ruhsal unsurlar, karmaşık bir ruhun ögeleridir. Gretel, kadim çocuk ruhudur, masum, savunmasız; cadı ise kadim kocakarıdır, sahip olan, yok edendir, size kurabiye veren ve sizi kurabiye gibi yemeden yok edilmesi gereken annedir, yok edilmelidir ki siz de büyüyüp anne olabilesiniz. (…) Çocuklar yetişkinler kadar iyi ve kesin biçimde anlarlar, çünkü zihinleri kollektif bilincin geleneksel ahlakçılığıyla, tek yanlı, gölgesiz yarı gerçekleriyle doldurulmamıştır henüz.” (Ursula K. Le Quin, Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder