11 Nisan 2016 Pazartesi


FİLM: BEFORE THE RAİN (YAĞMURDAN ÖNCE) 

Filmi ilk kez 21 yıl önce 1995 yılında izlemiştim. Anastasia grubunun harika müziği, karakterleri, öyküsü ve pek çok sahnesi ile de yıllar boyunca ben de demlendi durdu film. Bu topraklarda yaşanan pekçok olay da hem Balkanlarda yaşanan acıları hem de bu filmi anımsattı sıklıkla. Bunca yıl boyunca bu filmin hissettirdiklerini ve onu izlerken aldığım tadı unutmamam birçok nedene bağlıydı. Belki kimilerinizle filmi izlediğinizde ya da yazıyı okuduğunuzda benzer düşünceleri, duyguları paylaşırız.
İzlemesi çok kolay bir film değil “Before the Rain”... Üç bölümden oluşuyor ve birbiriyle kesişen hikayeleri bir zaman sıralamasına değil sondan başa doğru gösteriyor. İzlediğimiz ilk bölüm aslında filmin sonu örneğin. Kişiler, olaylar, zaman ve mekanlar birbirine karışıyor bazen. Zamanın ve kişileri bulanık hale gelmesi, belirginleşmemesi, belirginleştirmek için çaba harcanmasının gerekmesi ama sahnelerin görsel olarak çok akılda kalıcı olması filmi ilk kez izlemenizin ardından zihninizde bazı görüntülerin, seslerin, yüz ifadelerinin uçuşmasına yol açıyor. Film belleğinizde uçuşan çok sarsıcı anlar toplamı oluyor ve bu imgeleri birbiri ardına zaman ipine dizmekte zorlanıyorsunuz. Tıpkı bizzat deneyimlediğiniz bir travmatik yaşantının yol açabileceği gibi...
Hem Londra’da bir duvarda gördüğümüz hem de Ortodoks Manastır’ındaki rahibin söylediği “Çember yuvarlak değildir” sözü duvarda “zaman ölmez”le tamamlanıyor. Buradaki vurgu hareketedir. Nokta değil çemberden bahsettiğimizde, bir noktadan başlayıp daire çizerek aynı noktaya ulaştığımızda ne kadar farklılaşabileceğimizi, çember çizerken gelişen hareketin tekrar aynı noktaya vardığımızda tam o noktanın üzerinde yeniden durduğumuzda dahi bizi değiştirdiğini çakışan iki noktanın artık aynı şey olmadığını ifade ediyor.
Film bütününde çok şey söylüyor. Ancak temelde belki ikisi de aslında aynı olan iki ana temaya değiniyor. Savaş başlamadan önce birşeyler yap ve taraf tut. Savaş çıktıktan sonra artık çok geç olur. Belki zemine dair söylenecek ilk şey...
İkinci olaraksa; Alex, Bosna’dan Londra’ya döndüğünde sevgilisine “birini öldürdüm” der. Nasıl öldürdüğünü üçüncü bölümde öğreniriz. “Fotoğraf makinem öldürdü” der. Burada savaşı izleyenlerin sorumluluğu üzerinde durulur. Birileri kimin kazanıp kimin kaybettiğini takip ettiği sürece, ölen insanların sayısı birer skora dönüştüğünde aslında hepimiz o fotoğraflara bakan kişiler olarak da bilmeliyiz ki biz izlediğimiz için de öldürüyorlar. Tabii son dönemlerde “sizin sessizliğiniz yüzünden”, “izleyenler katildir” gibi laflar pervasızca ve çiğ biçimde ortaya atılıyor. Burada da baktığınızda, bir cinayet anını çeken fotoğrafçının sorumluluğu aslında oraya silah satan, savaşı kışkırtan, emreden ve bizzat öldüren kişilerin sorumluluğuyla kıyaslandığında çok çok küçüktür. Ancak bu küçük pay bile vicdan sahibi fotoğrafçıyı barıştan yana taraf olmak kaygısıyla ve bir çeşit telafi ihtiyacıyla Makedonya’ya gitmesine neden olur.
Filmde izlediğimiz ilk bölümün aslında filmin zamansal olarak sonu olması da ayrıca anlamlı. İlk bölümü izlerken kendimize olaylar farklı gelişebilir miydi? Diye soruyoruz örneğin ama 2. Ve 3. Bölümleri izlediğimizde birinci bölümde gördüğümüz olaylara müdahale etmek için aslında geç kalınmış olduğunu da görüyoruz. Film sözünü burada da söylüyor. Savaş henüz çıkmamışken yayılmamışken barış için elinden geleni yap. Çünkü savaş bir kez çıktıktan sonra kendi dinamiklerini tüketene dek elinden pek de birşey gelmeyebilir.

Her üç bölümü tek tek incelemeden önce film hakkında bazı bilgiler vermekte fayda var. 1994 Makedonya - İngiltere - Fransa ortak yapımı... Özgün adı Pred Doždot olan film uluslararası festivallerde ve İngilizce konuşulan ülkelerde Before the Rain adı ile gösterime sunulmuş. Yönetmeni Milcho Manchevski...  Filmin sonunda “Abdurrahman Shala anısına” diyor. O da Makedonyalı oyuncu ve filmde büyükbaba rolünde. Filmin çekimleri bittiğinde 1994 yılında ölmüş.
Film, Makedonya kırsalında birbirine komşu Arnavut ve Makedon köylülerinin arasındaki gerilimi ve çatışmaların başlaması sürecinin hikayesini anlatıyor. Yugoslavya’nın dağılmasının ardından yıllarca birlikte yaşayan ulusların birbirine düşmesinin hazin öyküsü bu iki köyün bozulan ilişkileri üzerinden anlatılıyor.

1. Bölüm “Kelimeler“
Makedonya'da bir dağ manastırında Ortodoks keşişlerden biri olan Kiril yaşlı keşişlerin arasındaki tek gençtir. Sessizlik yemini etmiştir ve 2 yıldır konuşmamaktadır.
Manastıra saklanan genç kadın Zamira (16 yaşında) ile birbirlerinin dilini bilmemelerine rağmen (ki zaten Kiril de hiç konuşmuyor) birbirilerine çok yakınlaşır hatta aşık olurlar. Onları birbirine yaklaştıran sözcükler değildir. Hatta bu ilişkide ses vardır ama sözcükler yoktur. Kiril için uzun süredir yaşıtı biriyle karşılaşmamış olmak, Zamira için çok zor durumdayken onu öldürmek için arayan Makedon köylüler manastırın içine dek gelmişken Kiril’in onu gizlemesi, koruması, manastır yaşamı belki de hayatı pahasına risk almasıdır. Bu bölümün son sahnesinde Zamira toprağa düştüğünde tam ölecekken sus işareti yapması da aslında bu ilişkinin kelimelere ihtiyaç duymadığını çarpıcı biçimde anlatıyor.
Kızı arayan silahlı Makedonların saldırganlığı, sahip olduğu güçle rahatsız edici olmaktan çekinmemeleri, çatıdaki kedinin öldürülüşü yani şiddeti bunca kontrolsüz biçimde kendileri için kutsal olan bir mekanda bile kullanmaktan çekinmemeleri, bize adamların savaşmaktan bu hale geldiğini düşündürse de filmin sonunda aslında bu sahnelerin silahlarını yeni kullanmaya başladıkları sahneler olduğunu gösteriyor. Burada yaşadıkları şey aslında ilk sarhoşluk... Silahla sahip oldukları güçle kendilerinden geçmeleri... Film, her savaşın başında yaşanan deneyimsizlik, acemilik, gücün sınırlarını zorlamak halini böylece bize göstermiş oluyor.
Kiril, Zamira’yı gizlice sakladığı için başrahip tarafından Manastır’dan kovulur. Onu kovarlar ama Zamira’yı da onu arayan adamlara teslim etmezler. Başrahip’in Kiril’i Manastır’dan gönderirken önce tokat atması ardından sarılması da aslında duygularıyla kuralların çelişmesinin bir göstergesi, yalan söylediği için tokat, ihtiyacı olan birine destek sunduğu için sarılma... Savaş işte böyle her tür inancı, değer yargısını, katı ahlaki kuralı esneten bir yapıya sahip... Barış durumunda net olarak “yanlış” görülenin savaş durumunda “doğru” hale gelmesi ya da tersi mümkün...
Kiril ve Zamira, Makedon çetelerden kaçmayı ve biraz uzaklaşmayı başardıkları noktada bu defa silahlı Arnavut grupla karşılaşırlar. Bu grup Zamira’nın ailesidir. Dedesi, erkek kardeşi ve diğer köylüler... Kiril bir “talip imtihanı” ile karşılaşır. Zamira’nın dedesi, Zamira’ya “demek seni sevdiğini düşünüyorsun” der ve Kiril’i serbest bırakır, git der. Silahlı adamların ne dediğini anlamasa da öfkeyle kendisini kovduklarını anlayan Kiril, bavulunu alıp oradan uzaklaşmaya başlar. Zamira, dedesinin koyduğu sınırları ve onun belirleyiciliğini reddederek Kiril’in arkasından gider. Ve Zamira kendi kardeşi tarafından sırtından vurulur. Manastır’da, kendi mekanında hayatını riske atan Kiril, burada Zamira’yı bırakıp yola koyulur. Bu davranışını nasıl açıklamalı? İnsanın kurallarını bildiği kendi alanında alabildiği riskle, yabancı olduğu, göçmen olduğu, kurallarına tam olarak hakim olmadığı bir toplulukta aldığı risk farklıdır. Makedonların eline düşme olasılıkları varken Kiril, Arnavutlarla karşılaştıklarında Zamira risk alır. Ölen Zamira olur.
Film bittiğinde birleşen parçalardan anlıyoruz ki Alex, Kiril’in akrabasıdır. Zamira ise Alex’in gençlik aşkı Hanna’nın kızı... Alex ve Hanna’nın gençliğinde bir Arnavut ve bir Makedon gencin karşılaşacağı birlikte vakit geçireceği ortak mekanlar varken ve birbirlerinin dilini anlıyor konuşabiliyorken bir sonraki kuşağın bunu yapamadığını görüyoruz. Yine filmin sonunda savaşın önkoşullarının oluştuğu süreç boyunca kadınların koşullarının giderek güçleştiğini giderek ikincilleştiğini görüyoruz. Hatta koyunların doğurduğu bir sahnede, doğumu yaptıran kişinin hayvanların sahibi için “karısı doğum yaparken bu kadar heyecanlanmamıştı” dediğine tanık oluyoruz.
Zamira’nın toprakta kalan cansız bedenini gördüğümüz sahneyle ilk bölüm bitiyor ve başka bir kadının çıplak bedenini gördüğümüz bir sahneyle ikinci bölüm başlıyor.

2. Bölüm “Yüzler”
Bu defa İngiltere’deyiz. Bu bölüm Anne adlı fotoğraf editörü kadının hayatından anlatılıyor. Kısa süre sonra hamile olduğunu kocası ve sevgilisi arasında kaldığını, savaş fotoğraflarına baktığında dünyanın pek de güvenli bir yer olmadığını düşündüğünü ve tüm bunların yarattığı bir keder içinde olduğunu görüyoruz.
Anne’nin sevgilisi Alex, Bosna’dan geliyor. Takside birbirleriyle konuştukları sahnede, adam Makedonya’ya gidelim hem de bu gece artık orada yaşayalım, çocukta büyütelim diyor. Bu arada işinden de istifa ettiğini söylüyor. Savaşı gören, travmatik olay yaşayan ya da tanıklığı olan insanların ani kararlar almaları sık rastlanan bir durumdur. Anne, Alex’e eşlik etmeyi reddediyor. Sabırlı olmasını istiyor. Alex’inse acelesi var. Yine aralarındaki diyalogda “Makedonya güvenli değil, orada savaş var. Ben bebek yapmak istiyorum” diyor Anne ona cevaben Alex “Barış istisnadır, kural değil” diyerek aslında dünyanın hiçbiryerinin ve tarihin önemli bölümünün savaştan uzak olmadığını anlatmak istiyor.
Anne ve Alex’in aralarında “Alex’in yaşadığı değişime” dair diyaloglar gelişiyor. 2 haftalık bir Bosna ziyareti sırasında savaş fotoğrafları çekerken çok değiştiğini söyleyen Alex, daha sonraki bölümde bu durumu “aynı gözlerle bakıyordum ama sanki başka bir lens takılmıştı, başka türlü görüyordum” diye anlatıyor. Anne de bakışlarının ve yüzünün iki haftada değiştiğini onaylıyor. Savaş gibi büyük vahşetleri yaşayan insanlar büyük değişimler sergiler. Eğer varsa “geride bıraktıkları”, işte o “geride kalan”larla karşılaştırılamayacak denli çok değişirler. “Giden” ve “kalan”ın aralarında değişime dair oluşan bu farkın ilişkide ayrılığı getirmesi sıklıkla rastlanan bir durumdur. Yine travmatik olayları yaşayanların, tanıklık edenlerin Alex’in yaptığı gibi ani ve radikal kararlar alınması da sık görülür.
Alex gider, biz Anne’nin akşam kocası ile bir restoranda yemekte oldukları birbirleriyle konuşmaya çalıştıkları ama konuşamadıkları sahneyle devam ederiz. Tüm masalar doluyken insanlar yemek yiyerek birbirleriyle konuşmaya çalışıyorken bir adam, kadınları taciz etmeye, laf atmaya, garsonlara kötü davranmaya başlar, giderek dozu artırır, kimse onu durdurmaz. Konuklar nezih ortamlarını ve kibar hallerini bozmak istememektedir. Ancak dozu sürekli artıran herkes tarafından görülmek istediği halde kimse tarafından görülmeyen ve durdurulmayan adam silahını çıkararak gelişigüzel ateş etmeye başlar. Çok sayıda insanla birlikte Anne’nin eşi de ölür.
Kadın, Makedonya’yı çocuk yetiştirmek için güvenli bulmadığını söylediği günün akşamında çocuğunun babasının bir kurşunla ölümüne tanıklık etmektedir.
Ve Alex’in yüzünde savaşın yarattığı değişiklikleri konuşarak başlayan bölüm, Anne’nin kocasının yüzünün parçalanması ile son bulur.

3. Bölüm "Fotoğraflar"
Bu bölümün başında Alex’in bindiği eski minübüsün camından bakarak Makedonya topraklarını seyrederiz bir süre...
Sonra köyüne gelir Alex... 16 yıl sonra ilk kez gördüğünde hüzünlü bir mutluluk yaşadığına tanıklık ederiz. Köyün girişinde elinde silahla bekleyen gencin silahına el koyarak girer köye. Köyde ilerlerken bir çatıdaki taşın altından yıllar evvel koyduğu oyuncak tabanacasını alır. Köydeki insanların bir yabancı olarak gördükleri Alex’e nasıl yaklaştıklarını görürüz, “merhaba” diyen de olur ama genel bir hoşnutsuzluk ve tedirginlik gözlenir. Özellikle çocukların kaçıştıkları sallanan boş salıncak gösterilerek anlatılır. Oysa normal bir durumda köy çocukları için bir yabancının gelişi heyacan uyandıran belki çocukları etrafına da toplayan bir durumdur.
Sonra evine ulaşır Alex... Eski evi şimdi harabedir. Evin öyle yıkık dökük oluşu aslında eskiden kalanın, geçmişe ait kültürün şimdiki halini de sembolize etmektedir. Şimdiki yaşam, eskisine kıyasla ruhsal ve kültürel açıdan son derece fakirdir, yıkık döküktür.
Alex’in Arnavut köyüne gittiğinde yaşadıkları, gençlerin hoşnutsuzluğu artık iyice mayalanmış düşmanlığın savaşa dönüşmek için bir kıvılcım beklediğini net biçimde göstermektedir.
Bir kez BM arabası görürüz. Çatışmaların başlayacağı artık netleşince de BM’ye dair şöyle der doktor “Haftaya ölüleri gömmeye gelirler.” Filmde doktorun ağzından söylenenler de değerlidir. Bosna savaşına tanıklık ettiğini öğrendiğimiz sahnede (ki koyunların doğumuna yardım edişi ardından kanlı ellerini yıkamaktadır o anda) “dünya bir sirki izliyor” diyerek anlatır üzüntüsünü. Alex, “ama burada savaş için bir neden yok ki” dediğinde “savaş bir virüstür, bir neden bulurlar” diye yanıtlar onu.
Aslında filmde savaş isteyenin kim olduğu da net değil. Geçmişte onları bağlayan ortak kurallar ortadan kalkmış, yenilenememiş ve bir sorun oluştuğunda nasıl çözecekleri artık tanımlı değil. Böyle olunca belki dinin kuralları, en eski topluluk kuralları belki de ortaçağa özgü olanlar yeniden hortluyor. Yani her topluluk, grup kendi adaletini sağlamaya çalışıyor ve silahlar da çoktan dağıtılmış.
Alex de Zamira da kendi toplulukları tarafından öldürülüyor. Biri kuzeni diğeri kardeşi tarafından... Ve ve her ikisi de “öteki” olana el uzatmışken ve tam da bu eylemi yüzünden öldürülüyor. Zamira Kiril’e doğru giderken, Alex, Zamira’yı kurtarmak isterken... Her savaşın başında önce birlikte yaşamak isteyenler, diğeriyle ilişkisini sürdürenler öldürülüyor biliyoruz ki... Filmde de barış isteyen ve etnik, dini, ulusal ayrışmaları istemeyen kişilerin öldürülüşü bize bunu anlatıyor. Onlar öldürülürken öldürenlerin bile aslında kararlı olmadıklarını kendi topluluklarından diğer kişilerin ise yoğun tedirginlikleri olduğunu görüyoruz. Kusturica, Underground filminde “kardeş kardeşi öldürmeden savaş savaş olmaz” der. Bize savaşın bu yüzünü de böylece hatırlatıyor yönetmen.
Alex’in almadığı silahın köyün “deli”sine verilmesi, kontrolsüz olana sunulması, işlerin çığırından çıktığını artık anlamsızca insan öldürmenin başlayacağını da bize gösteriyor.
Filmde ıslıkla enternasyonal çalan bir postacı var. Umuda dair bir gönderme gibi... Butch Cassidy ve Sundance Kid filmine selam gönderen “Raindrops keep falling on my head” şarkısının Alex tarafından  ıslıkla çalındığı bir sahne var. Filmin benim açımdan tam olarak 12’den vurduğu başka iki detay da bu sahnelerdir.
Filmde Londra ve Makedonya’da ortaklaşan ve farklılaşan noktalar gösterilir. Aynı müzik gibi, kaplumbağalar gibi, Londra’da duvarda yazan “Çember yuvarlak değildir, zaman ölmez” sözünün Makedonya dağındaki bir manastırdaki rahibin dilinden duyulması gibi... Öte yandan büyük farklılıklar da vardır. Anne telefonla Makedonya’yı aradığında iki farklı dünya gibi görünür iki ayrı mekan. Birinde evinden telsiz telefonla konuşan insanlar, diğer yanda posta ofisindeki memurun insafına kalmış bir iletişim olanağı... Yani barışın da ne kadar yayılabilir olduğu istenirse aynı sözleri, aynı çözümleri üretebileceğimiz ya da Makedonya’da yaptığınız birşeyin Londra’da bir karşılığı olduğunu görmek, göstermek filmin hem umudun hem umutsuzluğun yayılabilirliğini gösterdiği bölümleri...
Ve “yağmur geliyor bak orada başladı bile” diye başlayıp aynı sözle de bitiyor film... Aynı anda biz de bir yerlerde başlayan yağmurları görüyor ve derinden bir “ah” çekiyoruz sanki...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder