FİLM: BEFORE THE RAİN (YAĞMURDAN ÖNCE)
Filmi ilk kez 21 yıl önce 1995 yılında izlemiştim. Anastasia
grubunun harika müziği, karakterleri, öyküsü ve pek çok sahnesi ile de yıllar
boyunca ben de demlendi durdu film. Bu topraklarda yaşanan pekçok olay da hem
Balkanlarda yaşanan acıları hem de bu filmi anımsattı sıklıkla. Bunca yıl
boyunca bu filmin hissettirdiklerini ve onu izlerken aldığım tadı unutmamam birçok
nedene bağlıydı. Belki kimilerinizle filmi izlediğinizde ya da yazıyı
okuduğunuzda benzer düşünceleri, duyguları paylaşırız.
İzlemesi çok kolay bir film değil “Before the Rain”... Üç
bölümden oluşuyor ve birbiriyle kesişen hikayeleri bir zaman sıralamasına değil
sondan başa doğru gösteriyor. İzlediğimiz ilk bölüm aslında filmin sonu
örneğin. Kişiler, olaylar, zaman ve mekanlar birbirine karışıyor bazen. Zamanın
ve kişileri bulanık hale gelmesi, belirginleşmemesi, belirginleştirmek için
çaba harcanmasının gerekmesi ama sahnelerin görsel olarak çok akılda kalıcı
olması filmi ilk kez izlemenizin ardından zihninizde bazı görüntülerin,
seslerin, yüz ifadelerinin uçuşmasına yol açıyor. Film belleğinizde uçuşan çok
sarsıcı anlar toplamı oluyor ve bu imgeleri birbiri ardına zaman ipine dizmekte
zorlanıyorsunuz. Tıpkı bizzat deneyimlediğiniz bir travmatik yaşantının yol
açabileceği gibi...
Hem Londra’da bir duvarda gördüğümüz hem de Ortodoks
Manastır’ındaki rahibin söylediği “Çember yuvarlak değildir” sözü duvarda
“zaman ölmez”le tamamlanıyor. Buradaki vurgu hareketedir. Nokta değil çemberden
bahsettiğimizde, bir noktadan başlayıp daire çizerek aynı noktaya ulaştığımızda
ne kadar farklılaşabileceğimizi, çember çizerken gelişen hareketin tekrar aynı
noktaya vardığımızda tam o noktanın üzerinde yeniden durduğumuzda dahi bizi
değiştirdiğini çakışan iki noktanın artık aynı şey olmadığını ifade ediyor.
Film bütününde çok şey söylüyor. Ancak temelde belki ikisi
de aslında aynı olan iki ana temaya değiniyor. Savaş başlamadan önce birşeyler
yap ve taraf tut. Savaş çıktıktan sonra artık çok geç olur. Belki zemine dair
söylenecek ilk şey...
İkinci olaraksa; Alex, Bosna’dan Londra’ya döndüğünde
sevgilisine “birini öldürdüm” der. Nasıl öldürdüğünü üçüncü bölümde öğreniriz.
“Fotoğraf makinem öldürdü” der. Burada savaşı izleyenlerin sorumluluğu üzerinde
durulur. Birileri kimin kazanıp kimin kaybettiğini takip ettiği sürece, ölen
insanların sayısı birer skora dönüştüğünde aslında hepimiz o fotoğraflara bakan
kişiler olarak da bilmeliyiz ki biz izlediğimiz için de öldürüyorlar. Tabii son
dönemlerde “sizin sessizliğiniz yüzünden”, “izleyenler katildir” gibi laflar
pervasızca ve çiğ biçimde ortaya atılıyor. Burada da baktığınızda, bir cinayet
anını çeken fotoğrafçının sorumluluğu aslında oraya silah satan, savaşı
kışkırtan, emreden ve bizzat öldüren kişilerin sorumluluğuyla kıyaslandığında
çok çok küçüktür. Ancak bu küçük pay bile vicdan sahibi fotoğrafçıyı barıştan
yana taraf olmak kaygısıyla ve bir çeşit telafi ihtiyacıyla Makedonya’ya
gitmesine neden olur.
Filmde izlediğimiz ilk bölümün aslında filmin zamansal
olarak sonu olması da ayrıca anlamlı. İlk bölümü izlerken kendimize olaylar
farklı gelişebilir miydi? Diye soruyoruz örneğin ama 2. Ve 3. Bölümleri
izlediğimizde birinci bölümde gördüğümüz olaylara müdahale etmek için aslında
geç kalınmış olduğunu da görüyoruz. Film sözünü burada da söylüyor. Savaş henüz
çıkmamışken yayılmamışken barış için elinden geleni yap. Çünkü savaş bir kez
çıktıktan sonra kendi dinamiklerini tüketene dek elinden pek de birşey
gelmeyebilir.
Her üç bölümü tek tek incelemeden önce film hakkında bazı
bilgiler vermekte fayda var. 1994 Makedonya - İngiltere - Fransa ortak yapımı...
Özgün adı Pred Doždot olan film uluslararası festivallerde ve İngilizce konuşulan
ülkelerde Before the Rain adı ile gösterime sunulmuş. Yönetmeni Milcho
Manchevski... Filmin sonunda “Abdurrahman
Shala anısına” diyor. O da Makedonyalı oyuncu ve filmde büyükbaba rolünde.
Filmin çekimleri bittiğinde 1994 yılında ölmüş.
Film, Makedonya kırsalında birbirine komşu Arnavut ve
Makedon köylülerinin arasındaki gerilimi ve çatışmaların başlaması sürecinin
hikayesini anlatıyor. Yugoslavya’nın dağılmasının ardından yıllarca birlikte
yaşayan ulusların birbirine düşmesinin hazin öyküsü bu iki köyün bozulan
ilişkileri üzerinden anlatılıyor.
1. Bölüm “Kelimeler“
Makedonya'da bir dağ manastırında Ortodoks keşişlerden biri
olan Kiril yaşlı keşişlerin arasındaki tek gençtir. Sessizlik yemini etmiştir
ve 2 yıldır konuşmamaktadır.
Manastıra saklanan genç kadın Zamira (16 yaşında) ile
birbirlerinin dilini bilmemelerine rağmen (ki zaten Kiril de hiç konuşmuyor)
birbirilerine çok yakınlaşır hatta aşık olurlar. Onları birbirine yaklaştıran
sözcükler değildir. Hatta bu ilişkide ses vardır ama sözcükler yoktur. Kiril
için uzun süredir yaşıtı biriyle karşılaşmamış olmak, Zamira için çok zor
durumdayken onu öldürmek için arayan Makedon köylüler manastırın içine dek
gelmişken Kiril’in onu gizlemesi, koruması, manastır yaşamı belki de hayatı
pahasına risk almasıdır. Bu bölümün son sahnesinde Zamira toprağa düştüğünde
tam ölecekken sus işareti yapması da aslında bu ilişkinin kelimelere ihtiyaç
duymadığını çarpıcı biçimde anlatıyor.
Kızı arayan silahlı Makedonların saldırganlığı, sahip olduğu
güçle rahatsız edici olmaktan çekinmemeleri, çatıdaki kedinin öldürülüşü yani
şiddeti bunca kontrolsüz biçimde kendileri için kutsal olan bir mekanda bile
kullanmaktan çekinmemeleri, bize adamların savaşmaktan bu hale geldiğini
düşündürse de filmin sonunda aslında bu sahnelerin silahlarını yeni kullanmaya
başladıkları sahneler olduğunu gösteriyor. Burada yaşadıkları şey aslında ilk
sarhoşluk... Silahla sahip oldukları güçle kendilerinden geçmeleri... Film, her
savaşın başında yaşanan deneyimsizlik, acemilik, gücün sınırlarını zorlamak
halini böylece bize göstermiş oluyor.
Kiril, Zamira’yı gizlice sakladığı için başrahip tarafından
Manastır’dan kovulur. Onu kovarlar ama Zamira’yı da onu arayan adamlara teslim
etmezler. Başrahip’in Kiril’i Manastır’dan gönderirken önce tokat atması
ardından sarılması da aslında duygularıyla kuralların çelişmesinin bir
göstergesi, yalan söylediği için tokat, ihtiyacı olan birine destek sunduğu
için sarılma... Savaş işte böyle her tür inancı, değer yargısını, katı ahlaki
kuralı esneten bir yapıya sahip... Barış durumunda net olarak “yanlış”
görülenin savaş durumunda “doğru” hale gelmesi ya da tersi mümkün...
Kiril ve Zamira, Makedon çetelerden kaçmayı ve biraz
uzaklaşmayı başardıkları noktada bu defa silahlı Arnavut grupla karşılaşırlar. Bu
grup Zamira’nın ailesidir. Dedesi, erkek kardeşi ve diğer köylüler... Kiril bir
“talip imtihanı” ile karşılaşır. Zamira’nın dedesi, Zamira’ya “demek seni
sevdiğini düşünüyorsun” der ve Kiril’i serbest bırakır, git der. Silahlı
adamların ne dediğini anlamasa da öfkeyle kendisini kovduklarını anlayan Kiril,
bavulunu alıp oradan uzaklaşmaya başlar. Zamira, dedesinin koyduğu sınırları ve
onun belirleyiciliğini reddederek Kiril’in arkasından gider. Ve Zamira kendi
kardeşi tarafından sırtından vurulur. Manastır’da, kendi mekanında hayatını
riske atan Kiril, burada Zamira’yı bırakıp yola koyulur. Bu davranışını nasıl
açıklamalı? İnsanın kurallarını bildiği kendi alanında alabildiği riskle,
yabancı olduğu, göçmen olduğu, kurallarına tam olarak hakim olmadığı bir
toplulukta aldığı risk farklıdır. Makedonların eline düşme olasılıkları varken
Kiril, Arnavutlarla karşılaştıklarında Zamira risk alır. Ölen Zamira olur.
Film bittiğinde birleşen parçalardan anlıyoruz ki Alex,
Kiril’in akrabasıdır. Zamira ise Alex’in gençlik aşkı Hanna’nın kızı... Alex ve
Hanna’nın gençliğinde bir Arnavut ve bir Makedon gencin karşılaşacağı birlikte
vakit geçireceği ortak mekanlar varken ve birbirlerinin dilini anlıyor
konuşabiliyorken bir sonraki kuşağın bunu yapamadığını görüyoruz. Yine filmin
sonunda savaşın önkoşullarının oluştuğu süreç boyunca kadınların koşullarının
giderek güçleştiğini giderek ikincilleştiğini görüyoruz. Hatta koyunların
doğurduğu bir sahnede, doğumu yaptıran kişinin hayvanların sahibi için “karısı
doğum yaparken bu kadar heyecanlanmamıştı” dediğine tanık oluyoruz.
Zamira’nın toprakta kalan cansız bedenini gördüğümüz
sahneyle ilk bölüm bitiyor ve başka bir kadının çıplak bedenini gördüğümüz bir
sahneyle ikinci bölüm başlıyor.
2. Bölüm “Yüzler”
Bu defa İngiltere’deyiz. Bu bölüm Anne adlı fotoğraf editörü
kadının hayatından anlatılıyor. Kısa süre sonra hamile olduğunu kocası ve
sevgilisi arasında kaldığını, savaş fotoğraflarına baktığında dünyanın pek de
güvenli bir yer olmadığını düşündüğünü ve tüm bunların yarattığı bir keder içinde
olduğunu görüyoruz.
Anne’nin sevgilisi Alex, Bosna’dan geliyor. Takside
birbirleriyle konuştukları sahnede, adam Makedonya’ya gidelim hem de bu gece
artık orada yaşayalım, çocukta büyütelim diyor. Bu arada işinden de istifa
ettiğini söylüyor. Savaşı gören, travmatik olay yaşayan ya da tanıklığı olan
insanların ani kararlar almaları sık rastlanan bir durumdur. Anne, Alex’e eşlik
etmeyi reddediyor. Sabırlı olmasını istiyor. Alex’inse acelesi var. Yine
aralarındaki diyalogda “Makedonya güvenli değil, orada savaş var. Ben bebek
yapmak istiyorum” diyor Anne ona cevaben Alex “Barış istisnadır, kural değil”
diyerek aslında dünyanın hiçbiryerinin ve tarihin önemli bölümünün savaştan
uzak olmadığını anlatmak istiyor.
Anne ve Alex’in aralarında “Alex’in yaşadığı değişime” dair
diyaloglar gelişiyor. 2 haftalık bir Bosna ziyareti sırasında savaş
fotoğrafları çekerken çok değiştiğini söyleyen Alex, daha sonraki bölümde bu
durumu “aynı gözlerle bakıyordum ama sanki başka bir lens takılmıştı, başka
türlü görüyordum” diye anlatıyor. Anne de bakışlarının ve yüzünün iki haftada
değiştiğini onaylıyor. Savaş gibi büyük vahşetleri yaşayan insanlar büyük
değişimler sergiler. Eğer varsa “geride bıraktıkları”, işte o “geride kalan”larla
karşılaştırılamayacak denli çok değişirler. “Giden” ve “kalan”ın aralarında değişime
dair oluşan bu farkın ilişkide ayrılığı getirmesi sıklıkla rastlanan bir
durumdur. Yine travmatik olayları yaşayanların, tanıklık edenlerin Alex’in
yaptığı gibi ani ve radikal kararlar alınması da sık görülür.
Alex gider, biz Anne’nin akşam kocası ile bir restoranda
yemekte oldukları birbirleriyle konuşmaya çalıştıkları ama konuşamadıkları
sahneyle devam ederiz. Tüm masalar doluyken insanlar yemek yiyerek
birbirleriyle konuşmaya çalışıyorken bir adam, kadınları taciz etmeye, laf
atmaya, garsonlara kötü davranmaya başlar, giderek dozu artırır, kimse onu
durdurmaz. Konuklar nezih ortamlarını ve kibar hallerini bozmak istememektedir.
Ancak dozu sürekli artıran herkes tarafından görülmek istediği halde kimse
tarafından görülmeyen ve durdurulmayan adam silahını çıkararak gelişigüzel ateş
etmeye başlar. Çok sayıda insanla birlikte Anne’nin eşi de ölür.
Kadın, Makedonya’yı çocuk yetiştirmek için güvenli
bulmadığını söylediği günün akşamında çocuğunun babasının bir kurşunla ölümüne
tanıklık etmektedir.
Ve Alex’in yüzünde savaşın yarattığı değişiklikleri
konuşarak başlayan bölüm, Anne’nin kocasının yüzünün parçalanması ile son
bulur.
3. Bölüm
"Fotoğraflar"
Bu bölümün başında Alex’in bindiği eski minübüsün camından
bakarak Makedonya topraklarını seyrederiz bir süre...
Sonra köyüne gelir Alex... 16 yıl sonra ilk kez gördüğünde
hüzünlü bir mutluluk yaşadığına tanıklık ederiz. Köyün girişinde elinde silahla
bekleyen gencin silahına el koyarak girer köye. Köyde ilerlerken bir çatıdaki
taşın altından yıllar evvel koyduğu oyuncak tabanacasını alır. Köydeki
insanların bir yabancı olarak gördükleri Alex’e nasıl yaklaştıklarını görürüz, “merhaba”
diyen de olur ama genel bir hoşnutsuzluk ve tedirginlik gözlenir. Özellikle
çocukların kaçıştıkları sallanan boş salıncak gösterilerek anlatılır. Oysa
normal bir durumda köy çocukları için bir yabancının gelişi heyacan uyandıran
belki çocukları etrafına da toplayan bir durumdur.
Sonra evine ulaşır Alex... Eski evi şimdi harabedir. Evin
öyle yıkık dökük oluşu aslında eskiden kalanın, geçmişe ait kültürün şimdiki
halini de sembolize etmektedir. Şimdiki yaşam, eskisine kıyasla ruhsal ve
kültürel açıdan son derece fakirdir, yıkık döküktür.
Alex’in Arnavut köyüne gittiğinde yaşadıkları, gençlerin
hoşnutsuzluğu artık iyice mayalanmış düşmanlığın savaşa dönüşmek için bir
kıvılcım beklediğini net biçimde göstermektedir.
Bir kez BM arabası görürüz. Çatışmaların başlayacağı artık
netleşince de BM’ye dair şöyle der doktor “Haftaya ölüleri gömmeye gelirler.”
Filmde doktorun ağzından söylenenler de değerlidir. Bosna savaşına tanıklık
ettiğini öğrendiğimiz sahnede (ki koyunların doğumuna yardım edişi ardından
kanlı ellerini yıkamaktadır o anda) “dünya bir sirki izliyor” diyerek anlatır
üzüntüsünü. Alex, “ama burada savaş için bir neden yok ki” dediğinde “savaş bir
virüstür, bir neden bulurlar” diye yanıtlar onu.
Aslında filmde savaş isteyenin kim olduğu da net değil.
Geçmişte onları bağlayan ortak kurallar ortadan kalkmış, yenilenememiş ve bir
sorun oluştuğunda nasıl çözecekleri artık tanımlı değil. Böyle olunca belki
dinin kuralları, en eski topluluk kuralları belki de ortaçağa özgü olanlar
yeniden hortluyor. Yani her topluluk, grup kendi adaletini sağlamaya çalışıyor
ve silahlar da çoktan dağıtılmış.
Alex de Zamira da kendi toplulukları tarafından öldürülüyor.
Biri kuzeni diğeri kardeşi tarafından... Ve ve her ikisi de “öteki” olana el
uzatmışken ve tam da bu eylemi yüzünden öldürülüyor. Zamira Kiril’e doğru
giderken, Alex, Zamira’yı kurtarmak isterken... Her savaşın başında önce
birlikte yaşamak isteyenler, diğeriyle ilişkisini sürdürenler öldürülüyor
biliyoruz ki... Filmde de barış isteyen ve etnik, dini, ulusal ayrışmaları istemeyen
kişilerin öldürülüşü bize bunu anlatıyor. Onlar öldürülürken öldürenlerin bile
aslında kararlı olmadıklarını kendi topluluklarından diğer kişilerin ise yoğun
tedirginlikleri olduğunu görüyoruz. Kusturica, Underground filminde “kardeş
kardeşi öldürmeden savaş savaş olmaz” der. Bize savaşın bu yüzünü de böylece
hatırlatıyor yönetmen.
Alex’in almadığı silahın köyün “deli”sine verilmesi,
kontrolsüz olana sunulması, işlerin çığırından çıktığını artık anlamsızca insan
öldürmenin başlayacağını da bize gösteriyor.
Filmde ıslıkla enternasyonal çalan bir postacı var. Umuda
dair bir gönderme gibi... Butch Cassidy ve Sundance Kid filmine selam gönderen “Raindrops
keep falling on my head” şarkısının Alex tarafından ıslıkla çalındığı bir sahne var. Filmin benim
açımdan tam olarak 12’den vurduğu başka iki detay da bu sahnelerdir.
Filmde Londra ve Makedonya’da ortaklaşan ve farklılaşan
noktalar gösterilir. Aynı müzik gibi, kaplumbağalar gibi, Londra’da duvarda
yazan “Çember yuvarlak değildir, zaman ölmez” sözünün Makedonya dağındaki bir
manastırdaki rahibin dilinden duyulması gibi... Öte yandan büyük farklılıklar
da vardır. Anne telefonla Makedonya’yı aradığında iki farklı dünya gibi görünür
iki ayrı mekan. Birinde evinden telsiz telefonla konuşan insanlar, diğer yanda posta ofisindeki memurun insafına kalmış bir iletişim olanağı... Yani barışın da
ne kadar yayılabilir olduğu istenirse aynı sözleri, aynı çözümleri
üretebileceğimiz ya da Makedonya’da yaptığınız birşeyin Londra’da bir karşılığı
olduğunu görmek, göstermek filmin hem umudun hem umutsuzluğun yayılabilirliğini
gösterdiği bölümleri...
Ve “yağmur geliyor bak orada başladı bile” diye başlayıp
aynı sözle de bitiyor film... Aynı anda biz de bir yerlerde başlayan yağmurları
görüyor ve derinden bir “ah” çekiyoruz sanki...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder