14 Haziran 2017 Çarşamba

“Hiçbir Yeniden Kolay Değildir”*  

Yeniden başlasam, başlasak? “Yeniden” mümkün müdür? Sil baştan mesela? Peki ya “temiz bir sayfa açmak”? Adını Alexander Pope’un “Eloise to Abelard” adlı şiirinin bir dizesinden alan 2004 yapımı Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmi, bu soruların yanıtını arıyor. Bize acı veren anılarımızı hafızamızdan silmenin bir yolu olsa… Sonrasında ne olurdu acaba? Kaufman’ın senaryosunu yazdığı Michel Gondry’nin yönettiği filmde Clementine karakteri ile Kate Winslet ve Joel karakteri ile Jim Carrey harika oyunculuklar sergiliyor. İzleyicilerin yoğun beğenisi ile karşılaşan ve 2005 yılında en iyi senaryo Oscarını kazanan filmle Kate Winslet da en iyi kadın oyuncu Oscarına aday gösterilmişti.  
Bilim-kurguda geçmişten veya bugünden bağımsız bir gelecek tahayyülü oluşturulabilir mi?
Bilim kurgu dünyası geleceğe ilişkin kurgular yapar. Bilim kurgu okumak ya da izlemek bugünün gerçeğinden kaçmaktır bir anlamda… Ama insan içindekinden, kendinden kaçtığında çok uzağa gidemediği için eninde sonunda bugünün sorunsallarına takılır. Eternal Sunshine of the Spotless Mind, zaman kavrayışımızı sorgulatmayı hedefleyen, geçmişin geleceğe düşen gölgesi üzerine düşünmemizi sağlayan bir film.
Bilim-kurgu filmlerinin geleceğe bakmak dışındaki diğer ortak özellikleri, yüksek bütçeleri, genellikle mekan olarak uzayı, özne olarak uzaylıyı seçmeleridir. Oysa bu film çekildiği dönemde geçiyor, çok fazla efekt ve teknolojik gösteri içermiyor.
2000li yılların başında Lacuna adlı bir şirket, silinmek istenen anılara ilişkin bir harita çıkarıp sonra onları bellekten silebilen bir makine yapıyor. Filmin ana karakterleri olan Joel ve Clementine aşk acısı çekmekten kurtulmak için bu ilişkiye dair anılarını Lacuna’da sildiriyorlar. Acı verici bir ayrılığın ardından böyle bir işleme girmeyi kabul edecek ne çok insan bulunur öyle değil mi?
Yiyelim Unutalım-İçelim Unutalım-Makineye Girelim Unutalım!
Unutma düşü, fantezileri çok eskilere dayanıyor. Çünkü insan çağlar boyunca aynı soruları soruyor; acıdan ve ölümden kaçarak aşka ve gönence ulaşmak mümkün mü?
Odysseus’un yolculuğunu bilirsiniz. Truva’da onun aklı sayesinde kazanılan zaferin ardından karısı Penelope’ye ve ülkesi İthaka’ya duyduğu özlemle çıktığı deniz yolculuğunda, Truvalıların ah’ı ve Poseidon’un laneti yüzünden başına gelmeyen kalmaz. Bu maceralardan birinde gemisi Lotus yiyenlerin ülkesine düşer. Homeros adada yaşananları şöyle anlatır;
“Bizim dostlara hiçbir kötülük düşünmedi ora halkı,
Lotos bile verdiler onlara yesinler diye,
Bizimkilerden kim yediyse lotosun bal gibi yemişini,
Kendinden geçti ve dönmek istemedi bir daha gemiye
Orada kalıp lotos yemekten başka bir şey düşünmediler,
Akıllarını çelmişti bu yemiş, unutturmuştu sılayı” (İş Bankası Yayınları, Homeros, Odeysseia, s. 148)
Yunan mitolojisinde yeraltı dünyası olan Hades’te iki mühim nehir vardır. Biri hatırlamak için diğeri unutmak… Anımsamak için olanın adı Mnemosyne iken suyundan içenin tüm geçmişini unuttuğu nehrin adı Lethe’dir. Yine Dante de İlahi Komedya’sında Araf’taki bir ırmağa Lethe adını vermiştir.
İşte filmimizde ele alınan konu insanlığın zihninde binyıllardır dönen aynı kurgunun bu defa sinemaya uyarlanmış bir versiyonudur. İnsanın doğadan topladığı bitkilerle, sularla bilinç haliyle oynamasının anlatıldığı öykülerin yerini  bu defa beyni bilgisayara bağlayarak tespit edilen aşk anılarını profesyonelce silen filmler almıştır.
Silmek-Unutmak-Yok Etmek
Joel ve Clementine’ın büyük bir heyecanla başlayan aşk ilişkisi, kavgaların, can sıkıntısının yükünü taşımakta zorlanır. Biraz zaman geçtikten sonra barışabilecekleri bir kavganın ardından Clementine anın öfkesiyle hafızasından Joel’Ie olan anılarını sildirir. Lacuna şirketi birini belleğinden tümüyle çıkarmak isteyen kişiden öncelikle unutmak istediği ilişkiye dair herşeyi toplayıp şirkete getirmesini ister. Bu nesneleri unutmak isteyen kişiye tek tek gösterirler. Unutucak olanın beyni bir bilgisayara bağlıdır. Hatırlatıcıların yarattığı duygu ile birlikte beyinde yanan ışıklardan bir anı haritası çıkarılır. Bunu yaparken gelişen diyalog ilginçtir. Daha ilk eşya gösterildiğinde Joel konuşmaya başlar. Bunun üzerine Doktor Mierzwiak, “Konuşmazsanız duygulara ulaşmamız daha kolay oluyor. Söz duygunun yoğunluğunu azaltıyor”. Frekanslar ne kadar yoğunsa işlemin başarılı olma şansı o kadar yüksektir.
Genel anestezi ardından anı haritaları kullanılarak kişinin beyninden hatıraları birer birer silinir. Bilgisayardan delete tuşuna basarak yani… Peki anıları böyle yok etmek mümkün müdür?
Esasen silmek çoğu zaman yok etmek anlamına gelmiyor. İnsanlar izi, bilgiyi kaydetmek için de silmek için de türlü yollar bulduğu gibi, silinene yeniden ulaşabilmenin de yollarını buldular. Örneğin, bir bilgisayar hard diskinden kalıcı biçimde veri silmek sandığımız kadar kolay değildir. Eğer hard disk yoğun hasar görmemişse uygun programı kullanınca sildiğimizi sandığımız o kayda ulaşabiliyoruz. Geçenlerde Mona Lisa tablosu ile ilgili bir haber gördüm. Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’yı çizdiği tuvalde bu eserden önce yapıp sildiği çalışmaları mor ötesi ışınlarla görülmüş, bizlere de gösteriliyordu örneğin.
Silme işlemi genellikle yeniden ulaşılabilir kılan bir işlemdir. Bir tek istisna hariç. Beyin ciddi biçimde hasar görmüşse o kayıt ulaşılamaz hale gelebilir. Joel kayıtlar silinmeden önce doktora “Beynin hasar görme riski var mı?” diye sorar, doktorsa ona “Teknik olarak zaten bu işlem beynin zarar görmesi demek. Ama çok içtiğiniz bir akşamkinden daha büyük bir zarar değil. Fark edebileceğiniz bir kaybınız yok.” diye yanıt verir. Yani böylesi bir unutma aslında bir organik bozukluk yaratma, bunu bile kabul etme anlamına gelmektedir.
Unutmanın İktidarı-Anımsamanın İktidarı
Anımsıyor olmanın, unutmuş olmanın veya kendini hatırlatmanın birer güç gösterisine dönüştüğü, diğeri üzerinde somut olarak iktidar kurmak anlamına geldiği durumlar vardır. Arşive sahip olmak, belirli anıları özel olarak muhafaza etmek belirgin bir iktidar alanı yaratabilir mesela. Dünyadaki her tür bürokrasi aslında tam olarak bu gücü, kayıtların gücünü elinde tutmaktadır. Anılardan oluşan bilgilerin, sırlara sahip olmanın yarattığı güç…
Filmde de Lacuna şirketinin böylesi bir iktidar gücünü ürettiği ve şirket bu niyetle kurulmamış olsa bile gücün zamanla kötüye kullandığı görülüyor. Şirkette çalışan genç çocuğun (Yüzüklerin Efendisindeki meşhur Hobbit Frodo’yu oynayan Elijah Wood), Clementine’ın anılarını ele geçirip onları kullanması ya da doktorun sekreteri ile ilişki yaşayıp ardından onun belleğini silmesi ve böylelikle ilişkiye dair hiçbir sorumluluk almak zorunda kalmaması bu duruma ilişkin birer örnek oluşturabilir.
Unutmanın acı verici bir güce dönüşebildiğinin görünür kılındığı an, Clementine’ın anılarını silmesi ardından Joel’in onun işyerine geldiği sahnedir. Buradaki unutma, son derece yoğun bir intikam gibidir.
Anıları silerek ya da anımsamaktan kaçarak kurtulamayız.
Joel ve Clementine’ın aşk ilişkisi, aslında oldukça sık rastlanılabilir bir seyir izliyor. Sorunsuz, toz pembe görünen, sevgililerin birbirini hiç eleştirmediği çok yücelttiği ve sonsuz bir hayranlık duyduğu başlangıcın ardından oluşan rutinlere, sorunlara tahammülsüzlük, ilişkinin eski zamanlarını özleyerek hırçınlaşma, birlikte sorun çözmeyi öğrenirken zorlanma, bu tartışmaların krizlere dönüşmesi ve ayrılık… Clementine, Joel’i yoğun bir öfkeyle terk etmesinin hemen ardından hafızasından onunla ilgili tüm anılarını sildiriyor, biraz bekleyebilse, onun aldığı hediyeyi görse özrünü tekrar duysa belki barışacaklar, yeniden başlayacaklar ama aceleyle hareket ediyor ve herşeyi sonsuza dek bitirmeyi tercih ediyor.
Aniden verdiğimiz kararlarla gerçekten “kurtulmuş” oluyor muyuz? Film de deneyimlerimizle aynı yanıtı veriyor. Hayır! Böyle bir bitiş olmuyor. Hafızalarından birbirlerini sildirmelerine rağmen Clementine ve Joel’in tekrar sevgili olması bunun en net ilanı ise de filmde başka deliller de var bu bilgiye ilişkin. Clementine, Joel’den ayrıldıktan sonra şirkette çalışan genç çocukla kısa süreliğine sevgili oluyor. Ve o çocukla sevgili olurken aslında onun Joel’i taklit edişinden etkileniyor. Aynı şekilde Lacuna şirketindeki sekreter genç kadının hafızasını sildirmesinden sonra ikinci kez doktora aşık olduğunu görüyoruz.
Filmden bildiklerimiz bunlar. Deneyimlerimizden ne biliyoruz peki? “Neden hep aynı tip adamlara aşık oluyorum”, “Bütün sevgililerimin xyz sorunu vardı”, “Çocuk ruhlu kadınlardan hoşlanıyorum”… Bu cümlelerin her biri söyledikleri ortak özelliklerin dışında bir şeyleri itiraf ediyor. Biraz kabalaştırarak ifade edecek olursam; ilişkilerimiz tesadüf gibi görünen biçimlerde başlasa da bizdeki bir ihtiyaca karşılık gelirler ve o ihtiyaç giderilmedikçe, onun farkına varılmadıkça benzer insanlarla karşılaşmak ya da aynı insanla defalarca kez ayrılıp barışmak kaçınılmazdır. Yani tümüyle “o”nunla ilgili gibi görünen mesele aslında büyük ölçüde kendimize dairdir.
Joel’in İsyanı
Anılarımız nesnel kanıtlar biçiminde öylece belleklerimizde duran ve dilediğimiz zaman gereksinim duyduğumuz bilgiyi bize verecek şekilde depolanmış olan kayıtlar değildir. Belli ki hafızamız hayli karmaşık bir yapıya sahip ve anımsamalarımız da bir çok zaman duygular tarafından belirleniyor. Anılar sürekli yeniden oluşturuluyor. Aynı evde büyüyen iki kardeşin aynı olayı bambaşka biçimlerde anlatabileceğini biliyoruz, eminim hepinizin tanıklıkları vardır.
Joel ve Clementine, öfkeli oldukları zamanda ilişkilerine dair kavga anıları anımsıyorlar, ilişkinin ilk zamanlarındaki mutluluk ve heyecansa pek hatırlanmıyor. Ancak anıların silinme işlemi sırasında Joel mutlu anıları da gördüğünde yoğun bir hüzün yaşıyor ve silmeye karşı direnmeye başlıyor. Kendi belleğinde dolaşırken Clementine’la olan anılarını koruyabilmek için türlü yollar geliştiriyor. Kuralları bozucu eylemleri yapması için onu ikna eden iç ses Clementine’ın bedeniyle konuşuyor. Clementine’ın buzun kırılma ihtimaline rağmen göle uzanma teklifinden ürken, hiç tanımadığı insanların evine girdiklerinde kaçan, geceleri evde olmayı seven Joel, risk almayı ve belki isyan etmeyi de bu ilişkiden öğrenmiş. İlişkilerindeki temas öylesine sahiciymiş ki Clementine’ın varlığı bir iç sese dönüşebilmiş.
Joel, Clementine’ı elinden tutup o anıdan bu anıya sürüklerken sonuna kadar direnmenin yollarını aramak konusunda kendisinden beklenmeyecek bir kararlılık gösteriyor. İlişkilerimiz bizi değiştirir çünkü…
Çocukluğuna Saklanmak
Anıları arasında dolaşan Joel silemesinler diye çocukluğuna götürür Clementine’ı. İnsanların ilk anılarının genellikle 3,5-4 yaşlarına tekabül ettiği düşünülürse muhtemelen ilk anısına götürmüştür onu. Bu  anılar ağırlıkla korku ve kaygı duygularını taşır. Joel de annesinin kendisini komşuya bıraktığı ve endişeyle masanın altına saklandığı bir günü anımsıyor.
İnsanlar için bu yaşlardan önceki anılar kayıp. Ya da bilindik biçimlerde kaydı tutulamıyor diyelim. Hem söz öncesi bir dönem olduğu için, hem beynin yapısındaki değişme ve gelişmeler nedeniyle hem ben bilinci gelişmediği için öncesi kayıtlara ulaşılamıyor.
İlk anının hemen ardından suçluluk ve utanç anılarına saklamaya çalışıyor Clementine’ı ama artık işlemin yapıldığı yere gelmiş olan doktor, bu anıları da silmeyi, yıkmayı başarıyor.
Çocuk olmayı bir daha tam manasıyla anımsayamamak insan olmaya dair en büyük hüzünlerden biri kuşkusuz. Aşık olmak kısmen de olsa çocukluğumuzu bize anımsatan bir deneyim. Sevgililer arasındaki oyunun varlığı örneğin. Joel, Clementine’a duyduğu ilgi olmadan buzdan nehre adımını bile atmazdı ya da bütün o taklitleri yapmazdı örneğin. Clementine ise zaten oyun kurucu bir çocuk gibi…
Hem anneyle kurulan o bağı, bir olma halinin verdiği huzuru anımsatan bir yanı var aşkın hem de bir olma halinin karşısında bas bas bağıran bir özerklik ihtiyacının çocuksu hırçınlığını yaşatan bir tarafı… Clementine ve Joel’in ilişkisinde tamamını görüyoruz bu duygu hallerinin. Oysa filmler genellikle ya birine kavuşmanın mutluluğunu ya birinden ayrılmanın gerekliliğini, hüznünü anlatır. İlişkinin mükemmel olmadığı halde sürdürülebilir bir şey olduğu gerçeği genellikle gündelik hayatın bilgisi olarak kalır.
Acılardan Üretmek
Aşk acısından kaçmayıp da ne yapalım? Aslında kaçabilirsiniz tabii. Film de bunu söylüyor; var gücünüzle kaçabilirsiniz ama eğer duygularınız bitmemişse mutlaka tekrar yakalanırsınız.
Yunan mitolojisinde unutmanın tanrıçalarından, nehirlerinden, lotuslardan söz ettik. Belleğin de mitolojide güçlü bir yeri var kuşkusuz. Bellek tanrıçası Mnemosyne Zeus’a aşık oluyor ve onunla 9 gece geçiriyor. O gecelerin her birinden bir Musa doğuyor. Biz onları genellikle ilham perileri olarak biliyoruz. Şiiri, tarihi, müziği, tragedyayı, dansı, mizahı ve astronomiyi temsil eden periler… Bu hikayenin sanatsal ya da bilimsel üretimin belleğe, anılara, bilgi kaydına ihtiyaç duyduğunu anlattığını düşünüyorum.
Yazı da arafta üretilir. Bilinçle bilinçdışının arasındaki o bölgede… Anıların “gerçeğine” de çoğunlukla orada ulaşılır. Velhasıl ikisi arasında sıkı bir bağ vardır. Herkesin unuttuğunu anımsamadan sanatsal üretim olmaz. Buradaki unutma ve hatırlama arasında diyalektik bir ilişki olduğunu da akılda tutarak düşünmeli kuşkusuz. Bastırma yoluyla unutma, inkar yoluyla unutma, işine gelmeyeni unutma… Üzerine uzunca konuşulabilecek pek çok başlık bu alandan açılabilir. Ama şunu söylemekle yetinelim şimdilik; bu filmin yapılmasını da insanların yeniden aşık olmasını da sağlayan arafa bakan gözdür bir anlamda.
Anıların Yokluğunun Yarattığı Boşlukta…
Joel makineye girdiği sırada, Clementine’ın belleğini sildirdikten sonraki halini görüyoruz. Kötü ve güvensiz hissediyor, dağılmış, kaybolmuş gibi… Bir boşluk… Filmde o boşlukların nasıl oluştuğu metaforlar yaratacak biçimde tasvir edilmiş. Yüzlerin silinişi, ışıkların sönmesi, binaların çatılarından başlayarak yıkılması… Alzheimer, Korsakoff ya da başka tip beyin hasarlarına bağlı unutmalarda kişilerin hissettiklerinin benzer bir kaybolma duygusu olduğunu tahmin edebiliyoruz.
Clementine’ın bir çuvalı ancak dolduran anılarının zihnindeki yeri belli ki o çuvalın bakanda yarattığı hüzünden daha büyük bir acı yaratıyor.
Anılar ve Zaman
Kaufman, John Malkovich Olmakİçgüdü filmlerinin senaryolarında da insan doğasının ve bilinçdışının sırlarının peşine düşmüştü. Eternal Sunshine of The Spotless Mind da benzer sorulara yanıt aradığı filmlerden biri…
Anılar, bugünümüzden uzaklaştıkça zaman dizgesinden de bağımsızlaşmaya başlarlar. Anı ne kadar güçlü olursa olsun “Yaklaşık ne zamandı acaba?”, “Yüzü nasıl görünüyordu?” sorularının yanıtını vermek kolay değildir. Joel de anılarında dolaşırken karmaşık geçişler yapıyor tıpkı anılarımızın çağrışımlarla bize dağınık biçimlerde geldiği gibi…
Yönetmen ve senarist, zaman karmaşasını, öykünün sonu sayılabilecek sahneden filmi başlatarak ve film boyunca geçmiş, bugün arasında sıçramalar yaparak bize de yaşatıyor. Gerçeklik algımızı tutan, zamanı ipe dizmemizi sağlayan Clementine’ın saç rengindeki değişimler oluyor.
Sadece Bekle…
En son sahnede kasetten ayrılık gerekçelerini dinledikten sonra Clementine bu ilişkinin yürümeyeceğini anlayarak uzaklaşırken Joel “Bekle” diyor, Clementine “Ne var?” diye yanıtlıyor “Bilmiyorum, Sadece bekle. Sadece biraz beklemeni istiyorum. Sende hoşlanmadığım hiçbir şey göremiyorum.” Clementine “Ama göreceksin (…) Ben de senden sıkılıp kendimi kapana kısılmış hissedeceğim. Çünkü bana hep böyle olur.” Birbirlerine bakarak “tamam-tamam” dediklerinde herşeye rağmen devam edeceklerini anlıyoruz. Her zaman olan, biraz da bu değil midir aslında…
Joel sahilde kumlara bakarken “Kumu fazla abartıyorlar. Altı üstü küçücük taşlar işte” diyordu. Filmin sonunda küçücük taşların, güzel anların ne kadar önemli olabileceğini görüyor bir bakıma.
Kapitalizmin ulaştığı hız, insan ilişkilerini de kendine dahil eden biçimde ilerliyor ve küçük birer taş olan bireyleri, bizleri öğütmeyi de sürdürüyor. Bu anlamda aşkta da herşeyin güzel ve büyülü olduğu ilk zamanları yaşamak, sıkılmaya başladığımız yerden de kaçmak doğru olanmış gibi sunuluyor. Hazzı yaşa, acıdan kaç… Joel’in belleğinin içindeki kavgası bize unutuşun hızı tarafından öğütülmeye karşı hafızamızı güçlendirerek direnmenin, anılarımıza bakım yapmanın, araftan üretilenin güzelliğini hatırlatıyor. Mükemmel ve tam bir ilişkinin olmadığını, doğumla yitirdiğimiz mutlak birliğin geri kazanılamaz olduğunu, bu bilginin getirdiği sancıyla yaşamanın, ayrılıkların da birleşmelerin de sorumluluğunu almanın önemini güçlü biçimde anlatıyor. Belki unutmama ve yeniden deneme de bize insanlığın bin yıllardır yaşayan başka bir düşünü anımsatıyor. Ölümsüzlük arayışı… Eski bir Afrika inanışı, bir insanın adını anan son kişide öldüğünde gerçekten ölmüş olacağını söylüyor. Böyle bakınca anımsanmak yaşamayı sürdürmek, anımsamaksa yaşatmak oluyor aynı zamanda…
*Murathan Mungan “Cenk Hikayeleri”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder