9 Haziran 2017 Cuma

Bir kepçe cesaret de siz almaz mıydınız?

 Tülinay Kambur  

Son yıllarda, hem kendi yaşantıma hem tanık olduklarıma hem de biraz uzaktan izleyip dinlediklerime dair aklımı çokça kurcalayan bir konu var. Şimdiye kadar olanlardan dolayı olabileceklerden çok korkuyorum. Korkuma rağmen görünüp kaybolan cesaretimi hissediyorum, sanki cesaret kaybolup korku tekrar yerini aldığında onu elimde sürekli tutmamın bir yolunu bulmalıymışım, sanki çok cesur insanlar onu sürekli ellerinde tutmanın bir yolunu bulmuş gibi geliyordu. Aklımdaki bu konuyu da sesli dile getirmekten oldukça çekinirdim doğrusu. İşte bu güzel kitabı okuduktan sonra öyle bir cesaret geldi ki bana, Sanki Banu Bülbül bana elleriyle vermiş gibi oldu o cesareti, sesli söylemekten korkmama rağmen bu soruyla yazıma başlamaya karar verdim. Cesur hissetmek için korkudan kurtulmaya gerek var mı?
Jaguarın Gözleri oldukça akıcı, gözlerinizi ayırmadan okuyacağınız, merak uyandıran, anlaşılır, hatta o kadar anlaşılır ki kitaptaki bütün karakterleri tanıyormuşsunuz gibi hissedeceğiniz bir roman. Kitabı okurken sanki bütün karakterler odamda dolaşıyor ya da zaten arka sokağımda oturuyorlar gibi hissettim. Romandaki kişiler Sarıyer’de ormanda yürürken onlarla yürüyormuşum gibi geldi ya da çok zorlu bir yaşantıdan sonra birbirlerine sarılırken sanki beni de sevdiler de ferahladım. Onların yaşadığı duyguları içimin ayrı ayrı yerlerinde hissettim. Hem onları hem kendimi anladım kitabı okudukça. Kitapta hayata dair birçok olgu ve duygu işleniyor. Ölüm, acı, korku, dayanıklılık, cesaret, öfke, suçluluk, aşk, ilişkiler, örgütlülük, arkadaşlık, neşe, kadınlık, erkeklik, mücadele, dayanışma, kaygı, sabır, üzüntü, saldırganlık, yaşama sevinci, canlılık, doğa, hırs, yani insana dair her şey. Bunların hepsi bir kitapta nasıl geçer demeyin, hepsi zaten öyle içi içe ve öyle hayatlarımızın her parçasındaki, yazar bunları dengeli, görülebilir, anlaşılabilir bir biçimde çok güzel bir bütün olarak sunuyor.
Yazarın yukarda saydığım olgu ve duyguları işleyiş biçiminden çok etkilendim özellikle en çok etkilendiklerim üzerine de birkaç kelam etmek isterim. Örneğin acı! Bu kitabın acıyı değerlendiriş biçiminin bana aldırdığı nefes sayesinde ‘acı’ ile başlamak istiyorum. Çok kuvvetli bir duygudur acı, hissederken dayanması çok güçtür. Hele ki ölümden doğru gelen acı dayanması en zor olanlardan birisidir. Ölümün biçimlerinin de acının yoğunluğuna etkisi vardır tabii ki, muğlak bir ölüm, cenazesiz bir ölüm acıyı iyice arttırır. Haksızlık ve adaletsizlikten gelen acılar da en fenalardandır. Öyle ki hem kendi acılarımıza hem de acıları olan kişilerin yanında olmaya, onların acılarını izlemeye dayanmak zordur. Kendi acılarımız için dilediğimiz gibi başkalarının acılarının da hemen geçmesini dileriz. Acı içindeyken ne çok “geçecek” deriz. Bu sözler iyi gelir ancak etkisi çabuk geçer, sanki ısınmak için kibrit yakmaya çalışmak gibidir. Acıyı sahiplenmek ve başkalarıyla paylaşmak gerekir. Paylaştıkça, çevresindekilerin dayanma gücü acısı olana geçer ve ancak öyle daha iyi hissedebilir. İşte Jaguarın Gözleri, acıya dayanma gücü olan insanlarla dolu, acılarına dayandıkça güçlenen, dayanıştıkça acılarıyla başa çıkmayı öğrenen ve birlikte iyileşmenin yollarının arayan insanlarla… Onlar, bazen birbirlerine bazen de doğaya yaslıyorlar sırtlarını, bazen gülerek iyileşiyorlar bazen ağlayarak, bazen ateş böceklerinin ışıklarıyla canlanıyorlar bazen de jaguarın gözleriyle. Peki bu karakterler acıdan korkmuyorlar mı? “Deli gibi” korkuyorlar ama korkularına rağmen vazgeçmiyorlar ve daha çok cesaretleniyorlar mücadele etmek için. Korktukları bir anda roman karakterlerinden Zeynep’in dediği gibi ‘Çoğaldıkça ölüm riskimiz azalır.’ cümlesi bile aslında anlatmaya çalıştığım şeyi özetler nitelikte.

Bu sürrealist duruma karşı…

İşte bu noktada kitapta acı, öfke ve korku duygularının nasıl bir denklem oluşturduğunu da anlayabiliyoruz. Özellikle bu duyguların birbirleriyle ilişkisini yazarın anlattığı şekilde hayatın ta içinden görmek beni çok aydınlattı. Kafamdaki kadim ve deli sorulara ışık tuttu. Örneğin, gerçekten çok ilginç bir sistemde yaşıyoruz. Her zaman tutarlı olmak gerçekten çok can sıkıcı olabilir fakat sürrealist denebilecek bir boyutta yaşamak da bunu pek iyi bir hale getirmiyor. Toplumun bize öğrettiği davranış biçimlerinden sonra tam tersini yapmamızı istemesi oldukça kafa karıştırıcı ve bol acılı durumlar yaratabiliyor. İşte bu sürrealist duruma karşı yazar acı, öfke ve korku denklemini ortaya koyuyor. Bizlere olaylar sonucunda çektiğimiz acıların bizim yüzümüzden olduğu öğretildiyse ve acı çektiğimiz zaman o acıyı bütünüyle hak ettiğimizi düşünürsek ne olacak? Bunun hak edilen bir şey olduğuna inanırsak biz de başkasına acı çektirmeyi kendimize hak görmez miyiz? Durum böyle gelişirse sonunda herkesin bize acı çektirebileceğine inanır ve korkuyla dolarız. Her acı çektiğimizde hem kendimize hem diğerlerine öfkelenebiliriz, öfke ve korku balonunun içine sıkışmak oldukça büyük bir acı oluşturabilir ama artık konu bağlamından bir hayli uzaklaşmış olabilir. Tabii durum böyle gelişirse acı, öfke ve korku denklemin içinde sevgi y’si, duyarlılık z’si ve merhamet x’i yerlerini kaybedebilir ve acımıza, öfkemize ve korkumuza da sahip çıkmak zorlaşabilir. Böyle bir durumda daha çok yalnızlaşabilir daha çok öfke ve korku dolabiliriz ve sonuç olarak başta hak ettiğimize inandığımız acılar için şimdi tamamen başkalarını suçlayabiliriz. Ne sürrealist bir durum değil mi? Peki birçok kişi aynı durumu öğrendiyse ve aynı sürrealist denklemin içine düşecekse neden bazıları bu denklemin içinde debelenir ve nasıl bazıları bu denklemden yeni denklemler yaratabilir. İşte bütün bu soruların cevaplarını merak ediyorsanız kitabı okumanız gerekecek.
Şu an yaşadığımız sistemin sanırım en kötü yanlarından biri de; sadece kendi ihtiyaçlarımızı karşılamanın hayattaki en önemli şey olduğunu bize öğretmesi. Evet herkes öncelikle kendi ihtiyaçlarına bakmalı ve bunları karşılamanın sorumluluğunu almalıdır. Peki diğer insanların ve tüm canlılığın ihtiyaçlarına bakmadan sadece kendi ihtiyaçlarımızı karşılamak mümkün müdür? Şu an var olan sistem, bunun mümkün olduğunu, sadece fiziksel ve zihinsel ihtiyaçlarımızı karşılarsak çok mutlu olacağımızı söylüyor. Peki neden bu kadar çok mutsuz ve yaşama sevincini kaybetmiş insan var? Çünkü başka insanların, hayvanların, doğanın ihtiyaçlarını karşılamazsak onlar da bizim ihtiyaçlarımızı karşılamazlar ve bizim tek ihtiyacımız fiziksel ve zihinsel olanlar değildir. Mesela bütün dünyadaki insanların farklılıklarının çeşit çeşit olması içimizdeki ihtiyaçların da çeşit çeşit olduğu anlamına gelmez mi? Kendi içimizdeki ihtiyaçları tek düze tutmaya çalışırsak mı diğerlerinin farklılıklarından korkarız yoksa diğerlerinin farklılıklarına tahammül edemezsek mi kendi kusurlarımızı tamamen yok etmeye çalışırız? Geldik mi yumurta tavuk mevzusuna. Ya da farklılıkları görmeyi ve anlamayı denersek acaba kendimizi diğerleriyle karşılaştırmak ve yapamadıklarımızla yüzleşmek midir bizi bu kadar korkutan? Peki her şeyi yapamasak ne olacağından korkarız? Her şeyi kendi başımıza yapabileceğimizi ama bir yandan hiçbir önemimizin olmadığını bize söyleyen bir sistem içinde yaşarken farklılıklardan da nefret edersek kendimizle nasıl yaşayabiliriz ki? Kendimizle yaşamaya tahammül edemediğimiz bir noktaya gelirsek özgürlük ve neşe duygusu bize ancak fantezilerimizde yaşatacağımız ama gerçekte habis ve kötücül gibi gelen bir şeylere dönüşmez mi? Neyse ki bu kitap bize bütün bu soruları sorgulatarak, aslında bu işin içinden çıkabileceğimizi ve bütün canlılığa vermemiz gereken kıymeti hatırlatıyor. Doğayla kuracağımız ilişkinin belki de hiç bilmediğimiz veya unuttuğumuz ihtiyaçlarımıza karşılık geleceğini gösteriyor. Birey birey kendi hayatlarımıza kısılıp kalmadığımızda özlemini içten içe çektiğimiz ne de güzel şeyler olabileceğini gösteriyor bize. Kendimizi ve yaşamamızı değiştirmekle başlayan sürecin büyük toplulukları nasıl da değiştireceğini içim cıvıl cıvıl okudum romanda. Herkesin her yerde mutluluğu çılgınlarcasına aradığı ve bir türlü bulamadığı bir dünyada, mutluluğu arama biçimimizi nasıl değiştirmemiz gerektiğine dair önemli yollar gösteriyor roman bize.

Bir korku alana bir cesaret de biz veriyoruz

Romanı bitirdiğimde çok ağladım, hem üzüldüğüm için hem de sıcacık bir mutluluk hissettiğim için. Daha sonra bu yazıyı yazmadan önce ilk okuduğumda çok ağlamamdan mütevellit o kadar nesnel olamayabilirim diye düşünüp bir kez daha o kadar ağlamadan okumaya karar verdim. Peki ne oldu? Bir o kadar daha ağladım. Ama bu o kadar iyi geldi ki bana, yazarında dediği gibi kendimi ‘ruhu yıkanmış, arınmış, gevşeyen, bozulan yerleri gerilmiş, yenilenmiş’ hissettim. Bütün yukarıda bahsettiğim duyguların yanı sıra kitap bize sevgiyi o kadar samimi ve sıcacık hissettiriyor ki. Sevgi duygusunun farklı hissediliş biçimleri, doğallık ve içtenliğin hayatlarımızı ne kadar değiştirebileceği, neşe ve kahkaha dolu yaşamların acıdan o kadar da uzak olması gerekmediği, iştahın, yaşama sevincinin ve umudun nasıl da korkuya, acıya, öfkeye ve kaygıya rağmen dayanışarak hissedilebileceğini gösteriyor bize bu kitap. Belki de olumsuz duygularımıza sahip çıkınca paket program gibi olumlular da yanında geliyordur kim bilir. Duyduk duymadık demeyin, fırsat bu fırsat! Bir acı alana bir neşe bedava! Bir korku alana bir cesaret de biz veriyoruz! Dükkanı kapatıyoruz bu fiyata bulamayacağınız öfkeyi alana mücadele ve dayanışma da bizim hediyemiz, gibi olabilir belki.
Sonuç olarak, böyle bir dönemde, böyle bir kitabın var olması, böyle bir kitabı yazabilecek bir kadının var olması, böyle bir kitabı okumak ve kitap için böyle bir yazı yazmak benim için çok kıymetli.  Çünkü öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, bizden, ruhlarımızın çevresine kocaman kaleler inşa etmemiz isteniyor. Kalelerin duvarlarını öyle yüksek öyle kalın inşa ediyoruz ki dışarıda neler olup bittiğini öğrenemiyoruz, duvarların yüksekliği görmek için çok uzun, genişliği ise işitmek için çok kalın oluyor, haliyle dışarıdakilerde içerisi hakkında pek bir şey bilemiyor. Ruhumuzu kaleden dışarı çıkarmamız gerektiğinde ise, fevkalade rahatsız edici ama en güzel kıyafetlerimizi giyiyor, camları perdeli at arabamıza biniyor ve yanımıza onlarca koruma askeri alıyoruz. Varacağımız yerde hep bir saldırı olacağını düşünüyoruz, bu yüzden arabadan inmeden önce çevreyi koruma askerlerine iyice bir kolaçan ettiriyoruz. Kalemize döndüğümüzde ise korkudan yorulmuş bir biçimde günlerce dinlenmek zorunda kalıyoruz. Elbette ki ruhlarımızın duvarları ve kapıları olmalı ama kapılarımız çaldığında duyabileceğimiz mesafede olmak, pencerelerimizden dışarıyı görebiliyor olmamız gerek aksi halde duvarımızın kapısının, içinde timsahların olduğu bir nehrin üzerine açılması oldukça zorlu bir yaşam sunabilir bizlere.

Onların silahı gizlilikse…

Acının ve korkunun geçeceği günü iple çekerken geçen hayatlarımıza acı dolu gözlerle bakmak en çok korktuğumuz son değil mi? Peki bütün bu acılar ve korkular çok gerçek değil mi? Hele ki kadınlar için. Gerçekten de çok gerçek travmalar yaşamıyor muyuz? Ne yememiz, nasıl giyinmemiz, nasıl ilişkilenmemiz, nasıl davranmamız, nasıl sevmemiz, nasıl öfkelenmemiz nasıl sahiplenmemiz gerektiği bize öğretilmiyor mu? Farklı davranırsak toplum bizi ciddi bedeller ödeterek cezalandırmıyor mu? Bunlara rağmen kale duvarlarını inşa etmeden durmak kolay mı? Kesinlikle hayır. Ama yazarın da dediği gibi ‘Aleniyet. Onların silahı gizlilikse bizimki aleniyet olacak’. Zaten kimin acısı yok ki bu hayatta, hepimiz bir şekliyle nasibimizi alıyoruz. Olumsuz olaylar yaşadığımızda dayanma gücümüzü karanlık değil aydınlık yollardan alacağımızı anlatıyor yazar bize. Sezgilerimize sahip çıkarak, görünenin ardını görebilmek için gözümüzün önünü ışıtacak aydınlık bir yoldan bahsediyor yazar bize. Bu yolda giderken içimizin sıcacık, coşku dolu, capcanlı, sevgi ve ferahlıkla atan kalplerimizin acılarımızı ve korkularımızı öğüterek nasıl da cesarete dönüşeceğini anlatıyor bize. İşte bu kitabın her bir sayfasını okurken dünyanın ritmi yüreğimde, bu aralar pek de sık olmayan şöyle derin ve güzel bir nefes aldığımı hissettim.
Banu Bülbül, sanki bir kazanın içine kendi dayanma gücünü, cesaretini, sevgisini, şefkatini, bildiklerini, gördüklerini, duyduklarını, kokladıklarını, samimiyetini, dinginliğini, neşesini ve mücadelesini koymuş, bilgece bunları karıştırarak bir yemek yapmış gibi. Sanki yazar, yaşadıkça ve yazdıkça yemeğin altındaki alev harlanmış ve bütün bunlar lezzetli bir şekilde kaynayarak birbiriyle bütünleşmiş. Her kepçesi bir kitap olmuş ve okuyanların her biri o kepçede olanı içeceklermiş. Ben o bir kepçe çorbayı içtikten sonra dayanma gücümün ve cesaretimin arttığını hissettim, içim umutla sıcacık oldu. bir kepçe cesaret de siz almaz mıydınız?
Hepimize; hep beraber hayatlarımıza sahip çıktığımız, dayanıştığımız, acılarımızın korkularımızın özlemlerimizi, hayallerimizi ve arzularımızı arayışımızı engellemediği, özgürce, sıcacık, neşeli, canlı, yaşama sevinci dolu, mükemmellikten uzak ve umutlu yaşamlar diliyorum.
08062017 sendika.org

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder