THE OTHERS: KORKUTANI
SEVMEK
Neden korku filmi izleriz? Neden izlediğimiz bir filmde
gerilmeyi, kaygılanmayı tercih ederiz? Bu sorunun yanıtı sinemanın hayatımıza
girmesinden çok daha eski zamanlara göz gezdirerek verilmeli... Elektiriğin,
radyo ve televizyonun olmadığı binlerce yıl boyunca uzun kış gecelerinde
özellikle ihtiyarların ateş başıda anlattığı masallardan, çocuklara onları
uyuturken söylenen ninnilerden, mitolojik anlatılardan biliyoruz ki insanların
biribirine korkutucu gerilimli öyküler anlatmasının tarihi sözün tarihi kadar
eski... Anlatılanların içeriği ve niteliği topluluğun içinde bulunduğu çağın
koşullarına, yaşadığı coğrafyaya göre değişse de korkutucu öğelerle dolu
öyküler hep vardı. Çünkü insanın içinde ve dışındaki yıkıcı eğilimler onun
doğası gereğiydi/gereğidir. Bu nedenle insan sözü ürettiğinde tüm duyguları
gibi korkusunu da sözelleştirdi. Hem kendi yapabileceklerine hem doğadan ya da
diğer insanlardan gelebilecek olanlara karşı hissettiği korkuyu nesneleştirerek
masal kahraman(lar)ına mitteki karakter(ler)e dönüştürdü.
Masallar, mitler, ninniler, insanın içindekinin suretinden
yarattığı bir dış dünyanın hayal gücündeki yansımasıydı. Ulaşabildiğimiz en
eski anlatılar bugünküler gibi türlere göre pay edilmiş değildi. Komedi, korku,
aşk, savaş masalları diye ayırılması çok kolay olmayan daha diyalektik
metinlerdi onlar. Tıpkı hayat gibiydiler, bu durumların tamamını içeriyorlardı.
O eski anlatılarda hem öykünün kendisi aşkı, korkuyu, kederi, mutluluğu,
hayatı, ölümü, yası, gülüşü, gözyaşını içeriyordu hem de temel karakterleri
davranış ve duygu repertuarı açısından bugünkülerden çok daha renkli idi. Aynı karakter hem iyi hem kötü hem yapıcı hem
yıkıcı hem komik hem kahraman hem korkan hem korkutan olabiliyordu. Yani o
dönemki anlatılar insanın ambivalans duygularını anlamaya ve kapsamaya sonraki
çağlarda gelişenlere göre daha uygundu. Bunun nedenlerini anlatmak çok uzun
sürer. Bu sebeplerin daha çok insanlığın tarihinin aynı zamanda sınıflı
toplumların yani sömürünün ve yabancılaşmanın tarihi oluşunda gizli bulunduğunu
düşündüğümü ifade edip sorudan şimdilik zıplamak istiyorum.
The Others, ürpertici ve gerilimli bir film ama türünün
yüzeysel örneklerinden biri değil, tersine; derin, katmanlı ve sinemasal açıdan
da keyif veren bir niteliğe sahip...
2001 yapımı bu filmin yönetmenliğini genç yaşta ilgi çekici filmlere
imza atan Alejandro Amenábar henüz 29 yaşında iken gerçekleştirmiş. Bu kadarla
da kalmıyor filmdeki Amenábar imzası. Öykü ve müzikler de ona ait...
Korku-gerilim türü filmlerde genellikle görülen sahnelere bu
filmde rastlanmıyor. Kanlı sahneler, vahşet görüntüleri, pornografik sahneler yok.
Bize doğrudan gösterilmeyen vahşet, temel karakterlerimizin geçmişinden dolaylı
fakat etkileyici biçimde film boyunca bize sesleniyor. O sahneleri izlemesek de
hayalgücümüzde canlanan imgesi zihnimizi allak bullak etmeyi sürdürüyor. Ve
film hayalgücümüzün, zihnimizdeki imgelerin bazen gerçeklikten daha acıtıcı
olabileceğini gösteriyor.
Öykümüz 2. Dünya Savaşı’nın bitiminde 1945 yılında İngiltere’de
Jersey adasında geçiyor. Upuzun kadife perdelerle örütülü pencerelerle kaplı
geniş duvarlı, yüksek tavanlı, gösterişli mobilyaları olan, piyanolu, tozlu
ahşap çerçevelerdeki tabloların bolca bulunduğu, mumlarla, gaz lambalarıyla
dolu köşk bize esrarengiz bir öyküde olduğumuzu bildiren bir oyuncu gibi adeta.
Hele o sis... Köşkü bulutların arasındaymışcasına kaplayan ve bir türlü
geçmeyen sis...
Filmde, Anne ve Nicholas adındaki iki çocuğu ile birlikte
yaşayan kadın, işe yeni başlayan üç hizmetçi, kısa süre öyküye dahil olup sonra
köşkten ayrılan savaşa gitmiş baba arasındaki ilişkiler işlenerek köşkte
yaşanan esrarengiz olaylar anlatılıyor. Filmin etkileyici yanlarından biri de
kuşkusuz oyunculuklar. Hem anne rolündeki Nicole Kidman hem de çocukları,
hizmetçi ve baba rolündeki oyuncular çok başarılı performanslarıyla bizi film
boyunca öykünün gerçekliğinde tutmayı o atmosferde kalmamızı sağlamayı
başarıyor.
Komedi filmleri ile ilgili klişe bir cümle vardır
“güldürürken düşündüren filmler”... İşte The Others filmi de korkuturken
düşündürmeyi başaran bir film. Oysa korkmak ve gerilmek insanın düşünmesini
zorlaştıran zihinsel süreçlerin işlemesini güçleştiren duygu halleridir. Film
boyunca ve bitiminde düşünmeyi sürdürmemizi hedefliyor Amenabar... Ve biz de kolay
olmayan bir şeyi yönetmenle birlikte yapıyoruz. Bir vahşete, anneden gelen
şiddete dair olayın yarattığı tüm duygular üzerimizdeyken düşünüyoruz.
Gerilim Yaratan Bir
Durum Olarak: Aileden Korkmak, Anneden Korkmak
The Others, aileyi özellikle anneyi temel alan bir korku
filmi... Bu nedenle aile üzerine, kadına dair ve anneliğe ilişkin de biraz söz
söylemek istiyorum.
Aile artı-değeri yaratacak ve birikeni koruyacak bir kurum
olarak icad edilip insan topluluklarının dönemsel koşullarına uygun biçimde
yapılandırıldıktan sonra malumunuz olduğu üzere kadının ikincilleştirilme
süreci de başladı/hızlandı. Kadının pozisyonu açısından yaşanan bu değişimi en
iyi masallardan, mitlerden takip edebiliyoruz. Yazının icadı zaten sınıflı
toplumların varlığına ve kadının ikincil cins haline getirilmesine denk düştüğü
için yazı daha çok erkeğin olarak kalıyor, sözlü ve aktarıma dayalı edebiyatsa
kadının eski çağlardaki güçlü, özgür pozisyonunu anlatmayı cılız da olsa sürdürüyor.
Tek tanrılı dinlerin sırasıyla yaygınlaşması ile birlikte
gelişen aile tanımlarında katı ahlaki kurallar ve uyulmaması durumunda büyük
cezalar özellikle kadınlar için getirildi. Üst benliklerin de katılaşması bu
yoğun kurallar altında ezilen bireysel arzular, ihtiyaçlar özellikle kadınların
çağlar boyunca azabı oldu. Büyük cezai yaptırımlarla bezeli katı ahlaki
sınırlar içinde yaşamak yoğun psikolojik sıkıntıları, somatizasyonları; onlara
uymamak en hafifinden toplumdan topyekun dışlanmayı en ağırından işkenceyle
ölüm cezalarını beraberinde getiriyordu.
Anne, doğuran sonrasında koruyan, kapsayan, besleyen
yanlarıyla insan yavrusu için ve o küçük bebeği kendi ruhsallığında bir ömür
taşıyan birey için kritik önemde. Böylesi bir varlığa kötülük atfetmek ya da
ondan gelenin bazen zarar verici de olduğunu görmek, kabul etmek kolay iş
değil. Aynı şekilde görevlerini böyle tanımlayan ya da varlığı böyle
anlamlandırılan bir annenin çocuklarına yönelik kendi öfkesiyle, rekabetiyle
barışması ve bu duyguları kabul etmesi de... Bu nedenle anne-çocuk arasındaki
ilişki aslında sunulan, atfedilen, öykülendirilen kutsallığın dışında yoğun
çatışmalı bir ilişki... The Others işte bu çatışmaları ve oldukça şiddet dolu
bir ilişkiyi başarıyla anlatan bir anne-çocuk filmi aynı zamanda.
En eski masallar annelerin bazen bıkan, yorulan, yeterince
koruyamayan, kapsayamayan yanlarını anlarını da anlatan, abartan ama en azından
insanın içindekinin dışarı çıkarak rahatlamasına ve görünür olmasına hizmet
eden anlatılardı. Örneğin; Hansel Gretel masalında çocuklarını ormana bırakan
ebeveynler onları bulup kandırarak yemek isteyen yaşlı kadın, Pamuk Prenses’de
kızıyla güzellik konusunda rekabet edip sonra buna dayanamayarak yine oyunla
dümenle öldürülmesi üzere onu ormana gönderen anne (bu annenin zaman içinde
üveyleştirildiğini ilk anlatılarda öz anne olduğunu biliyoruz örneğin), Çirkin
Ördek Yavrusu’nda evladından nefret etmese de onu sevip korumak istese de bunu
başaracak gücü kendisinde bulamayan bir anne, Kibritçi Kız’daki önünden geçip
giden insanların da koruyup kurtaramadığı annesiz çocuk hepsi annelerin
yetersizliğini, yokluğunu, öfkesini ve rekabetini anlatan öyküler sunarlar. Mitolojide
de durum çok farklı değildir. Yunan mitolojisinde Hera topal ve çirkin oğlu
Hephaistos’u Olimpos’da kovar. Baba yıkıcılığının bir örneği olarak ilk baba Kronos
bir tanrı olarak çocuklarını yutar.
Tek tanrılı dinlerde iyi ve kötü, melek ve şeytan olarak
kutuplu tanımlanmıştır. Artık anneler bir çeşit melektir. Çocukları için asla
kötü düşünmeyen, çocuğuyla rekabet etmeyen, kıskanmayan, tümüyle kapsayan
koruyan... Eğer bir kadın anne olarak bu çerçevenin dışına çıkıyorsa o şeytan
kadındır bu defa. İnsanın anlam dünyası eskisinden daha az diyalektiktir artık.
İnsanlık için ambivalans duyguları kavramak onlarla birlikte yaşamak eskisinden
de zordur. Devleştirilen bir süper ego (sınıflı toplumun ahlakı, devleti) küçülen
insanların üzerinde kılıcını sallamaktadır.
The Others, sonu sürprizli filmlerden. O nedenle filmi
izlemediyseniz yazının devamını okumadan önce bir kez daha düşünmenizi
öneririm.
Filmin adı: Diğerleri... Öykünün başından sonuna dek temel
karakterlere ilişkin tahminlerimiz, düşünce ve duygularımız sıklıkla değişiyor.
Bizim için bir an diğeri olanla daha sonra özdeşimsel bir ilişki kuruyoruz.
Korku duygusunun ve gerilimin saldırma, savunma gibi net hatlar yaratması
alışıldık olanken film bir an korktuğumuzu diğer an anlamamıza, affetmemize yol
açabiliyor. Aslında annelerimize hissettiğimize benzer karmaşıklıkta duygular
yaşıyor, birbiriyle çatışan düşüncelerin içinde buluyoruz kendimizi... Bu
yanıyla film klasik korku filmlerinin ayrıştıran, cepheleştiren bu dünya-düşman
dünya diye ikiye bölen, iyiler ve kötüler biçiminde ayrılan dünyasından da
uzaklaşıyor. Korkutuculuğundan, ürkütücülüğünden bir an bile ödün vermeksizin
hem de...
Genellikle “katil uşak” klişesini çağrıştıracak biçimde
hizmetçilerde, kimi zaman çocuklarda, Victor adındaki hayalet çocukta piyanist
babasında, nadiren de annede toplanıyor şüphelerimiz. Hayatlarımızda “bir
gariplik var ama ne?” sorusunu sorduğumuz durumları çağrıştıran ilişki
problemleri oluşuyor. Sonunda en kötüsünü yapmış olana yani anneye dair
normalde böyle bir vahşeti gerçekleştiren bir insana hissedemeyeceğimiz
yakınlığı duyuyor o artık bir “hayalet”de olsa onu anlamayı sürdürüyoruz.
Çocukların Öyküsü: Korkutucu Bir Anneyi Sevmek Üzerine
Kız çocuk yani Anne, hizmetçilere “kötü şeyler oldu” der
Nicholas yani erkek çocuk onu susturmaya çalıştığında anne “çocuklarım bazen
tuhaf konuşur” der. Bu sahneler ve anne-çocuk ilişkisi aralarında yaşanmış kötü
olaylar üzerine birkaç vurgu, Nazilerin eve geldiğinin söylenmesi bize aile
sırlarını, unutulmak istenen anıları düşündürür ancak bu anltılar filmin
finalinde karşılaştığımız türden bir vahşeti aklımıza getirmemize neden olmaz.
Anne sürekli elinde bir sürü anahtarla dolaşıyor. Filmin ilk
sahnelerinden birinde hizmetçiye kuralı açıklıyor. “Bu evde bir kapıyı
kapatmadan diğer kapıyı açamayız”. Kapının kapatılması da mutlaka kilitlemek
suretiyle gerçekleştiriliyor. Film aynı anda pek çok kapıyı aralık bırakıp
bizim içeride ne olduğunu merak etmemize neden olurken bir yandan da ana
karakterinin açık kapılara tahammülsüzlüğüyle annenin çocuklarının evde
görebileceklerini dahi kontrol etme arzusunu ve eylemini bizlere gösteriyor.
Zaten kadın geçmişe ilişkin kapıları da kapatmak yaşanan kötü olayları unutmak
istiyor. O kapıları kilitliyor.
Anne, hizmetçilere çocuklarının
bulunduğu odaların perdelerinin mutlaka kapalı tutulması gerektiğini çünkü
güneş ışığıyla karşılaştıklarında yüzlerinde yaralar çıkmasına neden olan bir
hastalıkları olduğunu söylüyor. Zaman içinde esrarengiz güçler tarafından
perdelerin açılması ile birlikte çocukların yüzlerinde yaraların çıkmaması, kadının
çocukları için kurguladığı karanlık dünyaya ışığın sızması anlamına geliyor.
Perdelerin topyekun kaldırıldığı sahneye dek zaman zaman açık kaldığı
sahnelerde kadının hızla çocukların bedenlerini kapatması nedeniyle onların
ışıktan zarar görmediğini anlamamız zaman alıyor.
Büyük çocuk Anne, annelerinin
sunduğunun dışına çıkamayan kardeşi Nicholas için yeninin, itirazın ve oyunun
kurucusu gibi... Nicholas sıklıkla annesinin katı kuralları olan dünyası ile
ablasının sundukları arasında kalıyor. Bazen birini kimi zaman diğerini tercih
ediyor.
Kız çocuk Anne, annesiyle yoğun
çatışma içinde... Annesinin unutturmak istediklerini anımsayan, anımsatan, dini
öğretilere karşı çıkan ve evde yaşayan “diğerleri” ile ilk ilişki kuran kişi
olarak oldukça yalnız. Yaşlı hizmetçi kadın biraz dayanak oluştursa da babanın
gelişi onu biraz rahatlatsa da genellikle annesi ile ilişkisi zorlu ve sınırlı.
Annesine karşı Anne genellikle korumasız.
Küçük kızın gelinlik giydiği
sahne oldukça çarpıcı ve çok anlamlı olarak ürkütücü. Annesi kızına gelinlik
giydirmiş onu melek imgesine yakın bir kılığa sokup karşısına geçmiş keyifle
izlerken birden yaşlı ve “cadı” bir kadına dönüşmesi en masum imgelerin
korkutucu olabileceğine işaret ettiği gibi anne ile kızı arasındaki ilişkinin
zorlu dinamiklerini de bize gösteriyor. Bu tersine dönüş çarpıcı bir sinemasal
anlatımla bizlere ulaşıyor. Kızını böyle gören annenin uyguladığı şiddet
çocuklarına “o gece”yi anımsatıyor.
Annenin çocuklarıyla ilişkisinin
önemli belirleyenlerinden biri de din... Filmin ilk sözü şöyle “Çocuklar rahat
mısınız? O zaman başlayalım.” Hemen ardından İncil’deki yaradılış öyküsü
anlatılıyor. Film boyunca annelerinin çocuklara din dersleri verdiği saatleri
görüyoruz. Çocuk tarafından açılan bahis. Yalan söyleyen çocukların sonsuza dek
cehennemin en sıcak yerinde yanacaklarının söylenmesi... Oysa anne çocuklarına
birlikte yaşadıkları olaylarla ilgili hem yalan söylüyor hem de söyletiyor ama
kuşkusuz bu inkara dayalı bir yalan.
Kız çocuğun anneye isyanı
nedeniyle defalarca ceza aldığına tanıklık ediyoruz. Filmdeki dini sorgulamalar
çok kıymetli... Tıpkı annenin çocuklarına perdeleri ve kapıları sıkıca
kapatarak kendi gerçekliğini sunması korunaklı bir alan sunmaya çalışması gibi
kadın için bunu sağlayan olgu da din oluyor.
İki çocuğun da yalnız başına
birer odada ders çalışma cezası aldığı sahnede küçük oğlanın aile ile ilgili
ders çalışması ve oradaki aile anlatısı filmin aile eleştirisini de özetliyor
gibi...
Kadının Trajedisi
Filmin ilk sahnesi kadının çığlık
atarak uyandığı sahne... Böyle bir uyanmayı tanıyoruz. Kötü olaylar yaşamış bir
insanın tedirgin bir uykudan sonra atabileceği türden bir çığlık bu...
Hizmetçilere evi ve
kurallarını anlatırken kendisinin
migreni olduğu için ses çıkaran hiçbir aleti kullanmadıklarını söylüyor. Işığı
çocukları için yasaklayan annenin sesleri de eve sokmadığını böylece
öğreniyoruz. Migren muhtemel bir somatizasyon olarak sunulurken uyaranalara
tahammülsüzlük de kadının bir özelliği olarak gözler önüne seriliyor.
Kadın gidip pederi çağırmaya
karar verdiğinde yani dışarıdan birine ihtiyaç duyarak evin sınırlarının dışına
adım attığında kapının dışında kocasıyla karşılaşıyor. Adamın sislerin ardında
evin dışında asker kıyafetiyle öylece belirmesi, bir baba olarak ailede aldığı
pozisyonu da açıklığıyla temsil ediyor. Baba, bakışlarıyla, duruşuyla savaştan
dönen bir askerin travma sonrası hallerini yansıtıyor. Bir an düşündükten sonra
güçlükle karısına sarılırken “evimi arıyordum” diyor.
Kocasıyla konuştuğu sahne kadını daha
iyi tanımamızı sağlıyor. Aralarındaki diyalog şöyle başlıyor;
-Beni affet Charles?
-Ben değil çocuklar affetsin.
-Onları çok sevdiğimi biliyorlar.
İşte konu tam da bu oluyor. Çok
seven annenin aynı zamanda çocuklarına zarar vermesi. Filmin sonunda kadının
çocuklarını yastıkla boğarak öldürdüğünü öğreniyoruz. Meğer bu dindar, ahlaki
kurallara sonuna dek bağlı anne önce çocuklarını sonra kendini öldürmüş. Evdeki
“hayalet”ler aslında kendileriymiş, perdeleri indiren, onları rahatsız eden
varlıklar ise yaşayan insanlar...
Kendi mezarlarını yapraklarla
örterek ölü olduklarını gizlemeye çalışan hizmetçiler, birilerinin hayatındaki
kayıp olduğumuzda bunu gizlemek için yaptıklarımızı andıran bir metafor olarak
oldukça manidar.
Buradaki anne, savaştan önce
belli ki burjuva bir yaşamı olan iki çocuğu, eşi ve kendisi için kurguladığı
hayatın yönü savaşla birlikte tümüyle değişen bir kadın. Savaş süresince
kocasının yanında olmadığını yaşadıkları adanın Nazilerce işgal edildiğini
hatta Nazi subaylarının eve de geldiğini öğreniyoruz. Ama kadın yalnızken
çocuklarıyla birlikte yaşamış olabileceği güçlükler ve eve gelen Nazilerin
yapmış olabileceği kötülükler anlatılmayıp hayal gücümüze bırakılıyor. Bir
annenin iki çocuğunu öldürmesi inanması güç ve son derece dehşet verici bir
olayken bu vahşetin yaşanmasını hazırlayan koşullar, çocuklarını bunca seven
bir annenin neden ve nasıl böyle bir şeyi yapmış olabileceğini de düşünmemiz
isteniyor. Film, gerçek olmayan bir dünyayı, “eğer olsaydı” diye düşünmeye
başlayarak gerçekçi biçimde anlatıyor ve böyle bir kadın ölümünden sonra bir
hayalete dönüşseydi bunlar yaşanırdı dedirtiyor.
Adam yine cepheye gideceğini
söylediğinde kadın öfkelenerek “Savaş bitti” der. Adam “Hayır bitmedi.” diye
yanıt verir. Burada aslında savaşlar bir takım anlaşmalarla bitse de o savaşı
yaşayanların zihninde, yüreğinde sürdüğünü onların mecazi anlamda sık sık cepheye
gittiğini başarılı biçimde anlatıyor.
Kadın adama hesap soruyor “Bir
kez bıraktın bizi yine gidemezsin. Bizimle hiç ilgisi olmayan o savaşa neden
gittin ki? Diğerleri gibi neden sen de kalmadın? Hepimiz teslim olduk. Bütün
ada işgal edilmişti. Savaşa giderek neyi kanıtlamaya çalışıyordun? Yerin burası
ailenin yanıydı. Seni seviyordum bu karanlıkta bu hapishanede yaşamak buna
değerdi. Ama senin için yeterli olmadı. Senin için asla yeterli değildim. Bunun
için gittin. Sebep sadece savaş değildi. Beni bırakmak istiyorsun öyle değil
mi?” Bu diyaloğun ardından sevişerek uyurlar ve kadın uyandığında da adam yine
yoktur.
İşte evdeki tüm perdelerin
esrarengiz biçimde indirilmesi bu olayın ardından gerçekleşir. Gerçeklik günyüzüne
çıkmak için ısrar etmektedir.
The Others, vahşeti
gerçekleştiren kişinin anne olması nedeniyle benzeri aile temalı korku
filmlerinden farklılaşıyor. Onu ayıran bir diğer özelliği kahramanının, korku
gerilim filmlerinin çoğunda olduğu gibi tümgüçlü bir yıkıcılığa sahip olmayışı...
Şeytansı değil gayet insani ve çift değerli bir yerden korkutuyor The Others...
Hayatın başetmeyi bilmediği koşullardan yüklendiği, adeta çalışmadığı
yerlerden, sorumlu bulunmadığı konulardan sorular soran bir öğretmen gibi
acımasız davrandığı bir kadının canavarlaşmasını anlatıyor. Bu film, bir
kadının katı dini inançlarıyla, sorumluluklarının yükledikleriyle çatışması,
savaş yıllarında geride kalan olmanın zorlukları üzerine bir anlatı aslında.
Işıklarla, kapılarla, perdelerle oynayarak sert gerçekliği değiştirmeye çalışan,
çocuklarına güvenli bir alan yaratmak derdinde olan ama en sonunda kendi
içindekinden koruyamayan bir kadının öyküsü...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder