22 Nisan 2019 Pazartesi

Yüzüklerin Efendisi: “Yapıcıların reddettiği taş, işte köşenin baş taşı (oldu)”*


Gandalf: “Saruman’a göre kötülüğü ancak büyük güç dizginleyebilir. Ama bence öyle değil. Ben sıradan insanların her gün yaptıkları küçük şeylerin kötülüğü dizginlediğini düşünüyorum. Basit nezaket ve sevgi gösterileri.” Hobbits, 1’inci filmden…
J.R.R. Tolkien, yarattığı mitolojik dünyayı, Yüzüklerin Efendisi adlı üç ciltlik eseriyle tamamladığında altmışlı yaşlarında Oxford’lu bir Anglosaksonca profesörüydü. Kitap onun ya da yayıncıların düşündüğünün ötesinde bir beğeni topladı. Yeni Zellanda’da 1960 yılında dünyaya gelen Peter Jackson da çocukluğu ve gençliği boyunca bu eserin hayranlarından biri olmuş, sinemacı olduğunda üçlemenin filmini yapma hayalini gerçekleştirmişti. Onun yönetmenliğinde 2001 yılında serinin ilk filmi Yüzük Kardeşliği, 2002’de İki Kule, 2003’te son film Kralın Dönüşüvizyona girdi. Jackson, aradan yaklaşık on yıl geçtikten sonra yine üç film olarak Hobbit’i de çekecekti. Elbette Yüzüklerin Efendisi gibi oldukça yoğun ve uzun bir metnin tüm detaylarıyla sinemada yansıtılması kolay değildi. Ancak Yeni Zelanda’nın muhteşem doğasında çekilen filmler aslına sadık birer yansıma yaratabilmek konusunda hayli başarılı oldu.

Orta Dünya’nın kurtarıcıları

Kötülüğün Orta Dünya’daki kralı Mordor’da yaşayan Sauron’dur. Emrindeki asker-işçiler yani Ork’lar, dünyayı ele geçirmek için savaşacak olan orduları yaratmak için karanlık bir madende durmaksızın çalışırlar. Sauron’un yardımcıları büyücü Saruman, Nazgûl ve gücü arttıkça ona katılan insan gruplarıdır. Sauron filmde kırmızı ateşten bir gözle temsil edilir. Yüzüğü ele geçirdiğinde bir bedene kavuşacaktır. Mordor, karanlık bir madende yanan ateşlerle resmedilir. Orada ağaçların yeşili, suyun berraklığı, gökyüzünün mavisi, toprağın kahverengisi görülmez.
Ateşten büyük bir göz tarafından izlenmek kolay değildir, ona bakmak da… Büyülü bir etkisi vardır ve kendine çeker. Niceleri onun gücüne dayanamamıştır. Nazgüllerin, Saruman’ın ve Mordor’daki nicelerinin kötüye dönüşmesinin Sauron’la girdikleri ilişkiyle bağlantılı hikayeleri vardır. Ancak Sauron mutlak kötülüktür. Kötülüğün gözünün üzerinizde olması düşüncesi paranoid pozisyona ilişkin korkuyu kışkırtırken, o gözün bedenlenmek arzusu da aslıda kötülüğün vücut bulması, ateşin bedenlenmesi, dürtünün somutlanması gibi geniş bir çağrışım alanından bize seslenir. Yüzükle temsil olunan güç baş döndürücüdür ve kötüyle yani Sauron ve Mordor’la bağ kurmanızı, hatta onun tarafından ele geçirilme riskini ifade eder.
Sauron’a karşı mücadele ederek Orta Dünya’yı kurtaran kim olacaktır? Orta Dünya’da geleneksel kahraman rollerine uygun pek çok karakter vardır. Aragorn, Gandalf, Legolas, Boromir ve niceleri… Ama kahraman olmakla kurtarıcı olmak tam olarak aynı şey değildir. Kahramanlar, savaş meydanlarında, iktidarın kalelerinde; güçle, sertlikle görünür olurken kurtarıcılık kimi zaman bambaşka alanlarda ifade bulur. Pek çok mitsel öyküyü ana, kadim dilinden okumak ayrıcalığını kendi çabalarıyla edinen Tolkien aynı zamanda sadık bir Katolik’ti. Dolayısıyla hem mitsel öykülerdeki kahramanların hikayeleriyle hem de tarihsel bir kurtarıcı figürü olarak İsa’nın öyküsüyle büyümüştü. Yarattığı Orta Dünya’da bu iki öğeyi bir araya getirdi. İncil’de İsa kendisi için “Yapıcıların reddettiği taş, işte köşenin baş taşı (oldu)” der. Orta dünyanın “köşe taşı”da tıpkı İsa’nın öyküsündeki gibi yapıcıların reddettiği taş olacak, Hobbitler kurtarıcı rolünü alacaktır. Kurtuluş, yalnızca kahramanca savaşların sonunda değil asıl olarak Frodo’nun çileci yolculuğunun ardından gelir. Tıpkı tüm insanların günahlarını temsilen çarmıhta kalan İsa gibi boynunda asılı yüzükle gün gün işkenceye maruz kalarak Mordor’a doğru ilerler Frodo.
Kurtarıcı, kahramanlar gibi ömrü boyunca tarihsel rolünü oynaması için uygun zamanın gelmesini beklemez. Böylesi bir misyonunun olduğunu bile bilmez çoğu öyküde. Vakti gelip de “dünya”sını kurtarması gerektiğinde şaşırıp kalır. Gandalf, Frodo’ya yüzüğü taşıma sorumluluğunun bilgisini verdiğinde “ (Tüm bunların) Benim zamanımda olmamış olmasını dilerdim”der Frodo. Gandalf onu şöyle yanıtlar: “Böyle zamanlarda yaşaması nasip olan herkes de aynı şeyi dilerdi. Ama bu onların belirleyebileceği şey değil. Bizim belirleyebileceğimiz tek şey, bize verilen bu zamanda ne yapacağımız.” (Yüzüklerin Efendisi, s. 80)
Sıradan bir hayat süren çelimsiz Hobbit Frodo’nun kurtarıcı olarak öne çıkmasının öyküsü dünyanın bambaşka ülkelerinden pek çok insanın hayranlığını kazanır. Bu durum, milyonlarca insanın görünür olma, tanınır olma, değer görme isteklerinin ve aynı zamanda maceraya çekilme arzularının bir ifadesi gibidir.
“Beklenmedik bir  yolculuğun” sıradan bir hayatı ansızın değiştirmesinin öyküsü  ilkin Hobbit kitabında Bilbo Baggins karakteriyle anlatılır. Tolkien, hayatının Bilbo Baggins’le benzerliğini şöyle anlatır; “Ben aslında bir Hobbitim, boy pos hariç. Bahçeleri, ağaçları, makinelerin girmediği çiftlikleri seviyorum; pipo içiyorum, basit (buzdolabında saklanmamış) yiyeceklerden hoşlanıyorum, Fransız mutfağından nefret ediyorum; bu sıradan günlerde bile süslü yelekler giymeyi seviyorum ve giymeye cesaret ediyorum. Mantarlara (doğadan toplanmış) bayılıyorum; sıradan, basit bir mizah anlayışım var (…) Pek seyahat etmem.” (Tolkien, s. 200)
Maceracı olmayan Bilbo Baggins’le başlayan hikayemiz, sihirli bir çağrılma öyküsüdür, okur ya da izleyici de adeta bir büyüyle bu maceraya davet edilir. Bilbo, geri dönmeyeceği bir yolculuğa çıkmadan hemen önce yüzüğü Frodo’ya bırakırken, düşsel olarak yaşayan fiilen ölü bir ebeveyni temsil eder adeta. Bilbo, Frodo’ya yüzükle beraber ağır sorumlulukları, gücü ve acıyı miras bırakır. Ama aynı zamanda onu daha sonra ölümden kurtaracak olan incecik bir zırhı ve kendi hikayesini yazdığı kitabı da (sonunda Frodo’nun kendi macerasını yazması için alan da bırakmıştır) hediye eder. Yüzüğün (zorlayıcı görevin) yanı sıra bir koruma kalkanı ve bir tarih (manevi arka plan-gelenek)…
Bilbo’dan Frodo’ya geçen yüzük Bilbo’ya da (Smeagol’dan Gollum’a) başkalaşıma uğramış bir başka Hobbit’ten geçmiştir. Isildur’dan beri yüz yıllardır güç yüzüğü, yani Orta Dünya’nın kaderini belirleyecek olan yüzük Hobbitlerin elindedir.
Frodo’nun yanında kötüler dünyasına karşı birleşir diğer halkların temsilcileri… Yıllardır birbiriyle anlaşamayan Elflerle Cüceler, yüzüğün gücüne karşı koymakta çok zorlanan zaaflı insanlar, büyücü Gandalf güç bakımından kendileriyle karşılaştırılamayacak olan bir Hobbitin etrafında ona güvenerek birleşirler ve efsaneleşmiş bir şövalye ruhuyla Yüzük Kardeşliğini oluştururlar. Kötülükle mücadele eden kardeşlik üyelerinin yolculukları farklılaşır. Frodo’nun yanında her zaman Sam olacaktır ve genellikle de Gollum. Sam, Frodo’ya olan bağlılığıyla, adeta onun bir parçası gibidir. Zaman zaman onu kendinden bile koruyan bir parçası…
Gollum varlığıyla, önce Bilbo’ya ve sonra da Frodo’ya yüzüğün bir Hobbit’i ne hale getirebileceğini gösterir. İnsanlar içinse Isildur’un yüzük hikayesi yol gösterici olmuştur. Yani Yüzük Kardeşliği’ndeki ittifaklar ve Frodo’nun kendisini yüzük taşıyıcısı olarak koruyabilmesi binlerce yıllık bir hikayenin (ya da yan yana akan hikayelerin) aktarımı ile mümkün olabilmiştir.
Ursula L. Guin Frodo ve Gollum arasındaki ilişkiyi şöyle yorumlar; “Frodo ve Gollum’un ortak yanları yalnızca ikisinin de Hobbit olması değildir; aynı zamanda aynı kişidirler ve Frodo bunu bilir. Frodo ve Sam aydınlık yüzdürler, Smeagol-Gollum ise gölge yüzü. Sonuçta ikincil figürler olan Sam ve Smeagol ortadan kaybolurlar ve uzun bir arayış sonunda kalanlar yalnızca Frodo ve Gollum olur.” (Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, s. 44)
“Diplere, derinlere” meraklı sürekli gözü yerde dolaşan bir Hobbit olan Smeagol’ın hikayesi, nehirde bulunan yüzüğü elinden almak için arkadaşı Deagol’ı öldürmesi (bu öykü Habil-Kabil hikayesini akla getirir) ile başlar. Bu öldürme fiili ile başlayan ruhsal zorlanma yüzük yüzünden Mordor’da gördüğü işkenceler sonucunda çoğul kişilik geliştirmesi ile sonuçlanır. Bir Hobbitten bir ucubeye yani Gollum’a dönüştükten sonra Frodo ile kardeşlik bağı kurarak bir anlamda Deagol ile ilişkisini de onarır. Frodo ile arasındaki ilişki arkadaşlık, kaderdaşlık dokuları içerse de eşitler arasındaki bir ilişki değildir, Frodo efendidir. Sam, Smeagol’la ilişki kuramayarak her defasında Gollum’u açığa çıkarsa da yaratığın ruhsal içerinin diplerinden yeniden bulduğu Smeagol, her defasında yeniden gelerek Frodo’ya yol göstermeye devam eder.
“Öldürmeyeceksin”… Bu emir Orta Dünya’nın iyileri tarafından sıklıkla (savaş dışında elbette) uygulanır. Gollum tüm yapıp ettiklerine rağmen öldürülmez, Rohan kralını zehirleyen yardımcısı da öldürülmez sadece saraydan gönderilir, Boromir yüzükle ilgili hata yaptığında ona ikinci bir şans verilir.
Frodo’nun öyküsü, kardeşliğin yoldaşlığın, kötüye karşı ittifakın öyküsü olduğu gibi aynı zamanda yüzüğün ve yolculuğun öyküsüdür. Yüzüğü takınca görünmez olmak… Bu kadar büyük bir güce sahip olan kişiden geriye ona dair bir şey kalmamasını ve kişinin o gücün temsil ettiklerine dönüşmesini de anlatıyor. Buna rağmen gücü isteyen Sauron, yüzük onda değilken hasetli bir gözden başka bir şey değildir. Yüzüğün başkalaşması, ağırlaşması hafifleşmesi, parmağı sıkması ya da gevşemesi sürekli olarak yükünün ve hissettirdiklerinin değişmesi de güce, iktidara sahip olmakla ilgili metaforu güçlendirir niteliktedir.
Mitolojide ve dinsel öykülerde yolculuklar önemlidir. Anlatıdaki yolculukta varılmak istenen hedef kadar, yolun değiştirdikleri de anlama dairdir. Yol, öğreti metaforu olduğu gibi zamanın yarattığı değişimin de göstergesidir. Shire’dan yola çıkan Frodo ile yolculuğun bitiminde dönen Frodo aynı kişi değildir. Gündelik yaşamını sürdürmekten öte bir sorumluluğu olmayan genç bir adam, dünyasını kurtarıp pek çok kez ölümden dönerek yurduna ulaştığında kuşkusuz başkalaşmış o yurda da yabancılaşmıştır bir anlamda. Yol ait olduğunuz yeri de değiştirir. Bilbo’ya da yaptığı gibi… Kurtarıcıyı yalnızlaştırırken kurtarılanı çoğaltan, yükselten bir maceradır yaşadıkları…

Kahraman öyküleri ve diğer çağrışımlar…

Frodo’nun öyküsünü besleyen diğer öykülere de şöyle bir değinmeden geçemeyeceğim. Yüzüklerin Efendisi’ndeki kadınlardan Arwen ve Galadriel göz alıcı güzellik ve güçte Elf kadınları olarak görünürler. Ben bu bahiste Rohan kralının yeğeni Eowyn’in hikayesine değinmek istiyorum. Eowyn, krallık vadedilen Aragorn’a aşık olur ilkin. Eğer çok önceden Arwen’e gönül vermiş olmasa kendisiyle de birlikte olabilirmiş gibi görünen Aragorn’dan vazgeçerek Gondor’un kralı olan Faramir ile birlikte olur hikayenin sonunda. Eowyn, kuşkusuz güçlü bir kadın kahramandır. Kral amcasının ve Aragorn’un onu cephe gerisinde hasta ve çocuk bakımına çekme çabasına karşın cephede olmayı başaran ve pek çok Ork’un yanı sıra Nazgûl’ü de öldüren yiğit bir savaşçıdır. Bu haliyle Tolkien’e yöneltilen “kadınları görmüyor” eleştirilerini boşa çıkarır varlığı. Eowyn, tarih boyunca özgürlüğü için savaşmak istediği halde erkekler tarafından cephe gerisine çekilmeye çalışılan kadınların öykülerini anımsatır bizlere. Kurgu kadın karakterlerde (bilhassa erkeklerin yarattıklarında) genellikle kadın karakterlerin aşık olduğu bir adama (hele de Aragorn gibi bir kralsa) ömür boyunca sadık kalmaları, onun ölümü ya da bir biçimde kaybı ardından da manastıra falan kapanmaları beklenir. Oysa Eowyn karakteri bu türden kutsallaştırılmış kadın duruşlarını reddeder. Aragorn’un başka bir kadına aşık olduğu gerçeğini idrak ettiğinde ondan vazgeçip kendi öyküsünün peşine düşer.
Gondor kralının iki oğlu Boromir ve Faramir kardeşlerin öyküsü de çağrışımları açısından oldukça yoğundur. Abisi Boromir’i yüceltirken kendisini utanç ve tiksintiyle izlediğini bildiği babasına karşı kendi öyküsünü arayan Faramir, anne-babasının ilgisini bir türlü üzerine çekemeyen çocukların hikayelerini anımsatır. Annesini, babasını kurtaramayan karakterin “dünya”sını kurtarmaya çıkması, ebeveynlerinin beğenisini kazanamayan çocuğun ilişki arayışının evin “dışı”na taşması, kabul görmediği içeriden dışarıya zorunlu ve kimi zaman erken çıkış nedeniyle güçlenmesinin öyküsüdür Faramir’in öyküsü. Bu erken ve derinden olgunlaşma sayesinde bir ömür peşinden koştuğu baba onayını reddederek Frodo’dan yüzüğü alma fırsatını geri çevirir. Frodo ile yolculuk beraberindekileri  zaaflarıyla yüzleştirmektedir ve Faramir yüzüğü ele geçirmeye çalışan abisi Boromir’den daha iyi bir sınav verir. Kritik bir anda babasının ilgisi yerine Orta Dünya’nın iyiliğini seçen Faramir, babasının takdirini kazanmak için ordusuyla birlikte intihara eş bir savaşa gider. Oysa Faramir ne yaparsa yapsın, kral babanın aklı fikri diğer oğlunda, yani Boromir’dedir. Boromir hayatta değilken bile.
Nehir metaforu, özellikle Kuzey Avrupa masallarından (ama tabii tüm dünyadan da) tanıdıktır. Nehirle beraber akıp giden sırlar, nehirde akıntının yavaşladığı yerde yosuna, taşa dönüşen ölüler masallarda sıklıkla görülür. Fantastik edebiyatın ve masalların dili aynıdır. Buradaki nehir suyun sakladıklarını ifade ettiği gibi, hayatın akışını, o akışın içinde ölenlerin, geçmişte kalanların da barındığını anımsatır. Aragorn, nehirde bir ölü gibi yüzerken kurtarılır, atası Isildur, nehirde yüzük parmağından çıktığında Orklar tarafından öldürülür, yüzük nehrin tabanından Smeagol’un arkadaşı Deagol tarafından bulunur ve nehirdeki ölülere dair nice söylence Orta Dünya’da da yeniden hayat bulur. Tıpkı bir nehir gibi akıp giden hayatımızda geçmiş kuşaklardan bu yana taşınan, hayaletler, sırlar, güç yüzükleri… Başka nehirlerle buluştuğumuzda ya da öykümüzü bir diğerine açtığımızda ortaya çıkıverenler…

Orta Dünya öykülerinin Tolkien’in yaşam öyküsü ile ilişkisi ve meşhur “Alegoriden nefret ederim” alıntısı üzerine

Orta Dünya öyküleri ile birlikte tarihi, coğrafyası ve dilleri olan bir mitoloji yaratan Tolkien’in filoloji merakı çocukluk yıllarına dayanır. O da pek çok çocuk ya da ergen gibi akranlarıyla konuşabileceği ve yalnızca birbirlerinin anlayabileceği özel diller yaratmak peşindedir. Bu ilgisi, yetişkinliğinde de artarak devam eder. Aslında çocukluk, ergenlik dönemi ilgilerinin pek azı sönümlenmiştir Tolkien’in…
Doğumundan birkaç yıl sonra babası, 12 yaşındayken de annesi ölür Tolkien’in. Babasının ölümü ardından annesi Anglikan Kilisesi’nden Katolik Kilisesi’ne geçer. Tolkien Katolik kimliğine, annesinin mirası gibi sahip çıkar. Onunla birlikte başladığı dil çalışmalarına olan sadakati de benzer biçimde devam eder. Daha 16 yaşındayken aşık olduğu Edith’le her türlü zorluğa göğüs gererek evlenir ömrünün sonuna dek onunla birlikte olur. Dostlarına da son derece bağlıdır Tolkien.
Tolkien, Birinci Dünya Savaşı’nda Batı Cephesi’nde askerdi. Kendi ifadesiyle “dostlarından biri hariç tamamını” bu savaşta yitirdi. Hayatta kalmasını “siper humması” dedikleri nedeni bilinmeyen ateş yüzünden revire kaldırılmasına borçluydu. Ölmedi ama paramparça cesetlerle dolu savaş meydanlarında günlerce kaldı ve savaşın gerçeğine çok yakından tanıklık etti.
Ölen arkadaşlarından biri olan Smith ölümünden kısa süre önce yazdığı mektubunu şu cümleyle sonladırıyordu “…söylemeye çalıştığım şeyleri, onları söylemek için artık burada olamazsam, sen söyle…” Tolkien, bütün bir mitoloji yaratmaya belki bu söz üzerine karar vermişti. Arkadaşını kaybettikten kısa süre sonra Silmarillion’u yazmaya başladı.
“Benim ‘Sam Gamgee’m gerçekten de 1914 savaşında erler ve emir erleri arasından tanımış olduğum ve şimdiye kadar kendimden üstün gördüğüm İngiliz askerlerinin bir yansımasıdır” (Tolkien, s. 88) diyordu Toliken o günlerden bahsederken…“Hobbitler, sıradan İngiliz köylüleridir” dedikten sonra “Küçük insanların imkansız koşullar altında takındıkları yılmaz cesaret sayesinde hala burada ve hayatta olmamız beni hep etkilemiştir” (Tolkien s. 200) diye ekliyordu.
Yüzüklerin Efendisi’ni büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı sürerken ve oğlu askerdeyken yazdı. Kimi bölümleri onun fikrini almak için cepheye gönderiyordu. Kitaplarımda “gerçekte neyi anlattığımı soruyorlar” diyordu Tolkien. “Alegorinin her türünden nefret ederim” diye de ekliyordu. Bu cümleyi “Neden kötülük Doğu’dan geliyor?, Tolkien Doğu karşıtı mı? İslam karşıtı mı? Katolik öğretisini mi anlatmak istedi? Mordor aslında nereyi anlatıyor” gibi sorulardan bunaldığı bir dönemde 1966 yılındaki önsözde yazıyordu. Ve şöyle de diyordu: “Sanırım pek çok kimse bu ‘uyarlanabilirliği’ alegoriyle karıştırıyor. Fakat bunlardan biri okuyucunun özgür iradesine diğeriyse yazarın maksadına dayanmaktadır. Bir yazar elbette yaşadığı tecrübelerden tamamen etkilenmeden kalamaz. Fakat bir hikaye tomurcuğunun hangi tecrübeleri gübre olarak kullanacağı çok karmaşıktır ve bu süreci çözmeye çalışmak yetersiz ve belirsiz tahminlerden öteye gidemez.”
Alegori söylencelerine karşı çıkarken hikayesine kaba saba müdahalelerde bulunulmasına karşı kitabının dönemsel değil evrensel olduğunu düşündüğü anlatısını savunuyordu. Eğer yalnızca dönemini anlatan bir alegori yazmak istese nasıl olacağını da aynı önsözde şöyle anlatmıştır:
“Gerçek savaş ne süreç, ne de sonuç bölümünde efsanevi savaşa benzer. Eğer gerçek savaştan ilham almış olsaydım ya da savaş hikayeyi yönlendirseydi kesinlikle Yüzük’e el konulur ve Sauron’a karşı kullanılırdı. Sauron yok edilmez, aksine esir alınırdı ve Barad-dûr yıkılmaz, fakat işgal edilirdi. Saruman, Yüzük’ü ele geçirmekte başarısız olduğunda araştırmalarındaki eksik noktaları tamamlar, bu bilgileri yüzükler hakkındaki irfanı ile birleştirerek kendisi için bir Büyük Yüzük yapar ve hükümdar olmak için kendi tarzıyla Orta Dünya’ya meydan okurdu. Böyle bir çatışmanın sonucunda iki taraf da Hobbitlere kin ve nefret kusardı ve Hobbitler köle olarak bile uzun süre sağ kalamazdı.”
Görüldüğü gibi Tolkien eğer İkinci Dünya Savaşı’nın alegorik tasvirini sunmak istese oldukça gerçeğe yakın bir anlatı ortaya koyabilecekti. Savaşta yaşananlar alıntıdaki benzetmeleri doğruluyor. Atom bombasını Güç Yüzüğü gibi düşünsek örneğin, onu ele geçiren Amerika, faşist ittifakı (Sauron’u) yenmek için çekinmeden kitle imha silahları kullanıyor. İki dünya savaşında da “Hobbitler” kitleler halinde yaşamını yitiriyor. Örnekler ve benzetmeler çoğaltılabilir. Ve aslında hepimizin zihninde çoğaltılıyor da… 68’de Vietnam Savaşı’na karşı çıkmak için sokağa dökülenler karşılarındaki gücü sıklıkla Sauron’a benzetirdi. Yaşadığımız coğrafyada da özellikle bu filmleri izleyen bu kitapları okuyan kuşaklar sokaklara çıktıklarında akıllarından Yüzüklerin Efendisi’ndeki sahneler, kişiler ve olaylar muhakkak geçiyordu. Fantastik edebiyatın ya da sinemanın gerçeklikten kaçmak için var olduğunu söylüyor siyasetteki kaba materyalist bakışlar. Oysa kaçmıyor, fanteziyle gerçeklikten uzaklaşıyoruz, başka açılardan bakıyor, renkleri ve olasılıkları çoğaltıyoruz. Hem gerçeklikten kaçmak ne mümkün. Belki bir düzeyde psikotik pozisyonlarda… Kendi içinde tutarlı bir “başka” dünyaya -örneğin Orta Dünya’ya- bir süreliğine gitmek, mevcut dış gerçeklikle bağımızı da zenginleştiriyor üstelik.
Peki Tolkien’in temel derdi neydi? Sanayileşmenin beşiği olan İngiltere’de geçen hayatı boyunca fabrikaların, motorlu taşıtların gelişimine, insanın doğaya müdahalesinin artışına ve bu müdahalenin zirvesi olarak yorumlanabilecek iki dünya savaşına tanıklık etti. Bu gidişattan büyük rahatsızlık duydu. Okuduğu mitolojilerdeki hayatlara hep özlem duydu. Yarattığı öyküler bir bakıma Ortaçağ’ın olumluluklarını öne çıkarıyordu. Mevcut gelişmelerden kaygılıydı ve gelişmelerin içsel dinamiklerinden olumlu bir gelişim beklemiyordu. Evinin önünden geçen araba sayısının artışından yakınırken “Mordor artık yanıbaşımızda” diyecekti. Velhasıl Tolkien, faşizmin Avrupa’da yarattığı sis bulutu yüzünden gelecek görünmez olduğunda geçmişe bakarak oradan günümüze kahramanlık ve kurtarılma öyküleri taşımış umudun yeniden üretilmesine katkı sunmuştur.

Fantezi dili üzerine

“Yüzüklerin Efendisi’nin fantezi dilinde yazılmış olması tesadüf değildir; bunun nedeni Toliken’in bir gerçeklik kaçağı olması değildir, çocuklar için yazması da değildir. Neden, fantazinin ruhsal yolculuğun, ruhta iyiyle kötünün mücadelesinin doğal, en uygun dili olmasıdır” (Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, s. 44) diyor Ursula L. Guin. Tolkien’in dillere, sözcüklerdeki tınıya olan merakı, kadim dillerin bugünkü insana söyleyeceği sözün taşıyıcısı olabilecek bir mitoloji yaratmanın peşine düşmesine neden olur. Bu nedenle de alegori atıflarından bunca nefret eder. “Şu gerçekliği nasıl ilgi çekici biçimde anlatsam” sorunsalıyla yola çıkmaz o. Masallar, mitler, efsaneler de böyle yaratılmaz çünkü. Bu kaygıyla yaratılanları da yarına kalmaz. “Yine de ‘icat ediyorum’ değil, her zaman için ‘orada’ var olan bir şeyi kaydediyormuşum hissine sahip oldum” (Tolkien, s. 100) açıklamasını da bu şekilde anlamalıyız belki. Ruhsallığında zaten var olanla ilişki kurup ona bir form kazandırmak çabasının samimi bir ifadesidir Tolkien’in eserleri…
Yüzüklerin Efendisi’ni on iki yıllık bir çalışmanın ardından 1949 yılında bitirdiğinde (yayınlanması için 1954 yılına dek beklemesi gerekecekti, ilk iki cildi bu tarihte üçüncüsü 1955’te basıldı) yayıncıya gönderirken hala düzeltmeler yapma isteği duyuyordu. En sonunda şöyle yazarak gönderdi “Öyle veya böyle bu kitap benim kanımla yazıldı; elimden bu kadarı gelir.” (Tolkien, s. 212) “Kanımla” dediğinde ne kadar içeriden yazıldığını anlatmak istiyor kanaatindeyim.
Onun edebiyatını ya da fantastik edebiyatı küçümseyenler, rasyonel olan dışsal gerçeklik dışında bulunan her türlü ruhsal öğeyi de küçümserler. “Onlar için fantezi, gerçeklikten kaçıştır. (…) Onlar yeteri kadar elektrik ışığı yakılırsa gölgelerden kolaylıkla kurtulacağımıza inanırlar sanki.” (Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar, s. 44) Oysa içimizdeki Mordor, Elf diyarı, Hobbit, kral, Arwen, Eowyn bu eserle bağ kurulduğunda, dirilerek, ruhsallığımızın renk renk coğrafyasının haritalarını belirgin  leştirecek, bugüne dek bilmediğimiz diller üzerine düşünüp hiç bağlantı kurmadığımız taraflarımızla ilişki kurmamızı sağlayacaktır. Yüzüklerin Efendisi böylesi bir yolculuğun anlatıcısı hatta birçok zaman yol göstericisidir.
Yazıyı Tolkien’in sözleriyle bitirmek istiyorum. 1958 yılında bir davet için Hollanda’ya gittiğinde bir Hobbit ziyafetine katıldı ve kadeh kaldırırken Bilbo’nun doğum günü konuşmasının parodisi olan bir konuşma yaptı. O konuşmada şöyle diyordu Tolkien: “Büyük bir gayretle saygıdeğer Hobbit atalarımızın Üçüncü Çağ’daki tarihini tamamlamaya çalışmamın üzerinden tam yirmi yıl geçti. Doğu’ya, Batı’ya, Kuzey’e, Güney’e baktım ve Sauron’u göremedim; ama görüyorum ki Saruman’ın bir sürü torunu var. Biz Hobbitlerin onlara karşı büyülü bir silahımız yok. Ama yine de iyi huylu Hobbitlerim, kadehimi sizlere kaldırıyorum: Hobbitlere! Saruman’lardan daha çok yaşasınlar ve ağaçlardaki baharları görsünler.” (Tolkien, s. 256)
*İncil
Carpenter H. (1977) Tolkien (çev. Erkal Ç.) İş Bankası Yayınları, 2013, İstanbul.
Tolkien J.R.R (1954) Yüzüklerin Efendisi (çev. Erkal Ç.) Metis Yayınları, 2018, İstanbul.
Le Guin U.K (1998) Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar (çev. Erksan D. Somay B. Sökmen M.G.) Metis Yayınları, 2017, İstanbul.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder