9 Mayıs 2017 Salı


SATICI   

Film, loş neon ışıklarının aydınlattığı yatak odasına benzer bir mekanda başlıyor. İran’da çekilen bir filmin erotik çağrışımlarla başlaması bir yabancılık duygusu yaratıyorsa da gördüklerimizin bir tiyatronun sahne dekoru olduğunu öğrendikten sonra sansürü ve yasakları anımsayıp hüzünleniyoruz.Benzer iç çekişler filmin devamında da peşimizi bırakmıyor.
Kanımca Farhadi’nin en iyi filmi Bir Ayrılık. Ancak Satıcı da son derece usta işi bir film. Farhadi filmlerinde belirgin bir imza var. Hiç kimse söylemese de onun sinemasını tanıyabilirsiniz. Onun yarattığı iz’in özelliklerini sıralamayı denersem; gerilim öğesinin filmin başından sonuna dek diri tutulabilmesi, seyircinin heyecanını muhafaza etmek, tek bir öyküyü çok boyutlu olarak aktarmak, çağımızın yoğunlaşmakta zorlanan insanını odaklamak, suç-ceza-adalet kavramlarını sorgulamak, “insan iyidir-kötüdür” ikiliğinin yerine “insan ne iyidir ne kötüdür yahut insan hem iyidir hem kötüdür” anlayışının aktarıldığı karakterler, çok iyi ve doğal oyunculuklar, kadın-erkek ilişkilerinin ahlaki meselelerle sınanması…
Tahran’da yaşayan Rana ve Emad çiftinin oturduğu binanın yanındaki inşaat çalışması, bulundukları apartmanın zemininde hasara yol açtığı için evlerini hızla boşaltmak zorunda kalışlarını görürüz ilk sahnede. Bitişiğinize yapılan binanın sizi evsiz bırakması… Bir eylemin öngörülenin, niyet edilenin dışındaki sonuçları… Tüm filmin üzerinden ilerlediği metafor. Sonra boşaltılan evin çatlamış camı… Camdaki çatlağı onarmak pek mümkün değil biliyoruz ve sonra Emad ve Rana’nın ilişkisindeki çatlakların oluşumunu izlemeye başlıyoruz.
Emad bir lisede öğretmenlik yapıyor aynı zamanda karısı Rana ile birlikte bir tiyatro grubunda Arthur Miller’ın Satıcı’nın Ölümü oyununu sahneliyor ve başrollerde oynuyorlar. Zaman içinde çocuk sahibi olmayı düşünen, neşeli, birbirini seven, mutlu insanlar… Yeni bir ev arayışı sırasında Tahran’da ev bulmanın güçlüğünü, kiraların nasıl da yüksek olduğunu, bizim çiftin geçim derdi bulunduğunu öğreniyoruz. Orada burada kaldıkları sürede üzerinde çatlaklar oluşan binadaki dairelerine eşya almaya gittikleri her defasında elektirik çarpması riski yaşamaları filmde gelişecek gerilimin habercisi oluyor.
Bir Travmatik Olay ve Oluşan Çatlaklar Üzerine
Evde yalnız olduğu bir gün Rana, kocasıyla telefonda konuşup gelmek üzere olduğunu öğrendikten sonra duşa girmek için hazırlanırken dış kapının zili çalar, kapıyı açar, kocasının geldiğini düşünerek daire kapısını da açık bırakır. Bir sonraki sahnede gelen adamın kocası olmadığını, Rana’nın duştayken saldırıya uğradığını ve hastanede olduğunu, saldırganınsa kaçtığını öğreniriz. Duşta saldırıya uğramak olasılığı hayli tedirgin edicidir, seyircide de öyle bir etki bırakır. Evinizde güvende olduğunuzu düşünmek istediğiniz alanda, küçük bir mekanda çıplak ve suda olduğunuz durumda saldırıya üstelik cinsel saldırıya uğramak en korkutucu olasılıklardan biridir insan zihni için. Hitchock’un ünlü filmi Sapık’ın unutulmaz saldırı sahnesindeki gibi... Film böylesine korkutucu ve acı bir olayla açılış yapar ancak en sonunda banyoda yaşananların üzerimizdeki izi Hitchock’un canavar, tümüyle kötü saldırganın yarattığından son derece farklı olacaktır. Satıcı, bu izin farklılaşma serüvenini çarpıcı biçimde anlatır.

Film boyunca ne tacizci ne de Rana banyoda yaşanan olayların bütününü anlatmaz. Çünkü, sözün kolay kurulamadığı bir olaydır yaşadıkları... Duygunun söze gelişi hem travmada hem ne yazık ki travmanın toprağı haline gelen Doğu’da kolay değildir. Rana’yı harika bir oyunculukla canlandıran Taraneh Alidoosti’nin bize gösterdiği gibi, konuşulması zor olandır. Banyoda yaşananlar, Emad ve Rana’nın ilişkisini dönüşsüz biçimde değiştirir. Durum tıpkı duvarlarındaki çatlaklar yüzünden oturulamaz hale gelen, elektirik kaçağı bulunan binada olduğu gibidir. İlişkide o bina gibi içinde yaşanamaz hale gelmek üzeredir.
Hiç görmediğimiz bir sahnenin (duşta saldırı) filmin tamamını belirlemesi, temel gerilim ve kaygının bu sahnenin üzerine kurulması Farhadi sinemasının ilgi çekiciliğini anlatan öğelerden birini gösteriyor. 1979’da İran’da olanların ardından gelişen ambargoların, önyargıların, cadı masallarının arkasında kalan ülkeyi bize, gündelik ilişkilerdeki haliyle anlatıyor.
Saldırının ardından Rana’nın nasıl etkilendiğini izliyoruz. Acıyla, dehşetle bakan gözleri, sahneden bakarken seyircilerden ürkmesi, saldırganın bakışlarını her yerde gördüğünü söylemesi, evlerine çöken hüzün, yalnız kalmak istemeyişi ama her durumda kendini yalnız hissetmesi, banyoya girememesi böylesi bir olayın ardından yaşanabileceklerin tutarlı bir anlatısı. Rana’nın ne denli yaralı olduğu onu gördüğümüz her an karşımızda duran bir gerçekliktir artık.
Emad’ı ise karısı için bir şeyler yapmaya çalışırken kendi acısı, çaresizliği ve güçlükleri ile boğuşurken, gündelik yaşamını sürdürmekte zorlanırken görürüz. Öğretmen olarak çalıştığı lisede öğrencilerle ilişki kurmakta son derece başarılı iken olayın ardından tökezlediğini okuldaki ilişkilerini bozduğunu görüyoruz. Tiyatrodaki durum, eşiyle ilişkisi yani artık her şey değişmiştir. Geceleri iyi uyuyamadığı için derste uyuyakalır, tiyatroda ekip uyumunu bozacak denli hırçın davranır, karısını teselli etmek, onarımına katkı sunmak konusunda da pek başarılı olamaz.
Tam da bu noktadan filmin kadınlarına ve erkeklerine genel olarak bakmakta fayda var. Farhadi kadınlardan yana, kadının gücünü gösteren filmler yapıyor kanımca. Aksini iddia eden, filmlerindeki kadınların silik karakterler olduğunu söyleyenler de var ama erkek dünyasında güç gibi gösterilen güçsüzlükleri, adalet gibi sunulan haksızlıkları başarılı biçimde anlattığını düşünüyorum.
Öyküdeki Kadınlar
Filmdeki kadınlar üzerine düşünmeye Rana ile başlamalı. İyi bir oyuncu olan Rana, yaşadığı travmatik olayın ardından, yeniden güçlenmenin kendini onarmanın yollarını ararken bir hayli yalnız kalıyor. Olay bizzat kendisinin başına gelmiş olmasına rağmen kocasından daha başarılı biçimde başa çıktığını gözlüyoruz. Her şey olup biterken bir yandan da kocasının şiddetli duyguları ile uğraşmak zorunda kalması, buna karşın sonuna dek dayanması, sonunda tacizci ile karşı karşıya geldiğinde kocasının kendi başına gelen olayın adaletini sağlıyormuş gibi davranması, karısının önerilerini, onun bağışlayıcılığını yok sayması karşısında dahi sonuna dek durabilmesi bile Rana’nın gücünü bize gösteriyor. Rana da tacize tecavüze uğrayan pek çok kadın gibi hem olayın sonuçlarıyla hem de sevgilisinin “yara”larıyla uğraşmak zorunda kalıyor.
Rana genel olarak yalnız hissediyor kendisini. Tiyatro grubundaki çocuklu kadın Sanam’la olduğu bir kaç sahnede biraz canlandığını görüyoruz ya da onun çocuğunu evine getirdiğinde mutlu olduğunu ama hep kısa anlar ve genellikle Emad tarafından bozulan zamanlar…
Kırmızı trençkotlu oyuncu diye hatırlatabileceğim Sanam, çocuğuyla birlikte setlerde dolaşan güçlü kadın ve iyi bir oyuncudur. Her yanı kapalı kıyafetle oynadığı halde karakterinin bir fahişe olduğunu bize kahkahaları ve beden duruşu ile anlatmayı başarır. Diğer oyunculardan farklı olarak daha hassas, daha alıngandır ama nasıl olmasın ki…
Ahu, Emad ve Rana’nın taşındığı yeni evin onlardan önceki kiracısı. Onun da Sanam’in çocuğunun  yaşlarında bir çocuğu var. Geçinebilmek için seks işçiliği yaptığını anlıyoruz. Eşyalarını alması için gelmesini bekliyoruz ama o hiç gelmiyor. Acaba Babak’la yaşadıkları yüzünden mi? Naser ile de ilişkisi olduğunu öğreniyoruz ama Ahu’yu hiç görmüyoruz. Filmin diğer kadınları Naser’in (tacizci adam) karısı ve kızı... Onlar da seven fedakar kadınlar olarak karşımıza çıkıyor.
Öyküdeki Adamlar
Emad, iyi yürekli, yardım sever, öğretmenlik mesleğini ve oyunculuğunu seven İranlı bir aydın. Dolmuşta yanına oturan kadın onun varlığından rahatsız olduğunda dahi anlayış gösteriyor ve durumu öğrencisine 'Başka adamlar ona dolmuşta kötü davranmıştır muhtemelen, onun için bütün erkeklerin kötü olduğunu düşünüyordur' diye açıklıyor. Oysa karısının başına gelen taciz olayında aynı şefkati gösteremiyor.
Tiyatroda sansüre rağmen oyun sergilemeye çalışıyor, lisede öğrencilerine filmler izletmek, kitaplar okutmak istiyor. Zorlanıyor, devlet sürekli oyuna müdahale ediyor, okul için istediği kitaplar da sansürden geçmiyor. Onun yılmadan uğraşması bana Farhadi’nin tüm zorluklarına rağmen İran’da sinema yapma çabasını anımsatıyor. Bu çabaya saygı duyulması gerektiğini düşünüyorum. Bir ülkedeki güçlüklere dayanamayarak gidene sözüm yok ama kalanın yaptığının zor olanı seçmek olduğunu da unutmamak gerektiğini düşünüyorum. Farhadi’nin İran’dan seslenen, bize İran’ı anlatan, bize bizi de anlatan sinemasını çok değerli buluyorum. Filmi izlerken benzer türde saygıyı Emad’a da duyuyoruz.
Emad’ın gücü eşi Rana’nın uğradığı saldırıyla ciddi biçimde yara alıyor. Kendi içindeki uğraş öylesine yoğunlaşıyor ki dışarıdaki tüm ilişkileri bozuluyor. Eşiyle, tiyatro grubundaki arkadaşlarıyla, okuldaki öğrencileriyle… İçindeki öfke ve adaleti sağlama uğraşı hayatına egemen oluyor ama nihayetinde bir intikam arayışına dönüşüyor.
Evde genellikle o kadar gergin ki karısının ürkmesine ve uzaklaşmasına yol açıyor. Öğrencisinin telefonuna el koyduğunu onlara karşı öğretmen otoritesini sert biçimde kullandığını da gördüğümüzde onun epeyce dönüştüğünü anlıyoruz. Emad’ın geçirdiği dönüşümün filmin içindeki filmle de anlatıldığını görüyoruz. Karısının uğradığı saldırı öncesi Emad öğrencilerine 1971 İran yapımı İnek filminden söz ediyor. Film, çok sevdiği ineği ölen adamın bir ineğe dönüşmesini anlatıyor. Çocuklardan biri “Öğretmenim bir adam nasıl ineğe dönüşür?” dediğinde “Yavaş yavaş” yanıtını veriyor Emad. Ve kendisi de gözümüzün önünde yavaş yavaş dönüşüyor film boyunca.
Tacizci adam Naser’i oynayan oyuncu (Farid Sajjadihosseini) da Emad’ı (Shahab Hosseini) oynayan oyuncu gibi çok başarılı.  Naser’in ailesi tarafından sevilen biri olduğunu filmin sonunda öğreniyoruz. Naserin ailesi, Emad ile Rana’nın taşındıkları evin eski kiracısı Ahu ile yaşadığı ilişkiyi bilmiyor.
Naser hepimizin sokakta karşılaşabileceği akrabaları arasında görebileceği aile babası adamlardan biri. Tam da böyle bir adam üzerinden hepimize ama özellikle erkeklere sorular soruyor. Naser’in yaşadıkları üzerine yeniden düşünmemizi istiyor. Seks işçiliği yaptığını düşündüğümüz Ahu tarafından muhtemelen eşyalarını alması için çağrılıyor. Epeydir görüşmemişler. Binaya geliyor, kapı açılıyor, daireye çıkıyor, kapı açık, evdeki eşyalar eskisinden farklı, koliler var ve Ahu’nun onun çocuğuna aldığı bisiklet göz önünde duruyor. Bir gariplik olduğunu sezmemek pek mümkün değil ama Naser kendi tabiriyle “şeytana uyuyor” ve tüm işaretleri boş verip soyunuyor, duşa giriyor. Gelebilir miyim diye sormadan, içerideki kadının kim olduğuna bakmadan... Gördüğü kadının Ahu olmadığını anladığında ne yaptığını tam olarak bilemiyoruz ama hemen durmadığını anlıyoruz Naser ve Emad arasındaki son diyaloglardan. Peki Naser’in yerinde olan adamlar nasıl davranırdı acaba? Tandıklarınız misal, bizzat kendiniz. Kolaylıkla o duşa öylece girmezlerdi ya da özür dileyerek hemen çıkarlardı ya da korktuğu için yaralanan kadını yalnız bırakmazlardı diyebiliyor musunuz? İslam’da bir inanış vardır; “Kimse sınanmadığı günahın masumu değildir”. Farhadi sineması böylesi sınamaların öykülerini içerir.
Son sahnelerde Naser, Emad’a yalvarırken Rana’nın yüzüne bile bakamayışı, ailesi karşısında da çok utanması ve sonucunda utançtan ölmesi (bazıları öldü mü belli değil diyor belki de öyledir ben ölmüş gibi gördüm, düşündüm) evet tokattan değil utançtan, güçsüzlükten ölmesi, onu kolaylıkla suçlayamamıza neden oluyor.
Naser ve Emad arasındaki düşmanlık-utanç ilişkisi, kendisini kurban gibi hisseden Emad’ın yeniden gücü ve kontrolü ele geçirme çabası ve güce sahip olduğunda onunla ne yapacağını tam olarak bilememesi üzerine kuruluyor. Filmin bazı yorumlarında Emad’ın bir zalime bir cellata dönüştüğünden söz ediliyor ama ben katılmıyorum. Emad, karısı kadar bağışlayıcı olmasa da ailesine Naser’in gerçeğini açıklamıyor, onu öldürmüyor aslında o da ele geçirdiği güçle çaresiz kalıyor. Bir tokat atıyor. Bir tacize hatta belki tecavüz girişimine karşı sadece bir tokat... Ama Doğu’nun makus talihi o tokatta gizli işte. O tokatların söze, düşünceye, soyutlamaya dönüşmesi iken Doğu’nun umudu bir kez daha Emad’ın elinde adaletin intikama dönüşmesi anlamını taşıyor o tokat... Hamlet’in amcasının, annesinin arkasından geliştirdiği tiradlar bir yanda Emad’ın tokadı diğer yanda duruyor o an karşımızdaki sahnede...
Mülkiyete Dair Meseleler, Ahlaki Dini Kurallar…
Farhadi sinemasında adaleti ve ahlakı sorguluyor. Suçun net değil muğlak olduğu zamanları, kazaları, zor durumları, krizleri… Bu tema bize Suç ve Ceza’yı, Sefilleri anımsatıyor. Ancak Dostoyevski gibi Victor Hugo okur gibi taraf olmuyor, zorlanıyor izleyici, kıvranıyor bir sinema salonundaki koltukta. Doğu’da hava puslu, suç belirsiz alanlarda… Hakkaniyetli bir hakim gibi aslında hakim gibi de değil kadı gibi düşünmesini istiyor izleyicinin ve kusuru pay etmesini, suçun yer değiştirişini, adamın, adamların yavaş yavaş dönüşümünü görmemizi yani... Siyah-beyazlara alışan çağımız insanı için zor işler bunlar. İnceliğini çoktan yitiren çağımız insanına Rana’nın gözlerinden bir zerafet sunuluyor. Ahlaki, dini kuralları zorluyor Farhadi; “Çalmayacaksın”, “Yalan söylemeyeceksin”, “Zina yapmayacaksın”… Peki yaparsan? Hangi koşullarda? Kim? Öyle kolay değil diyor karar vermek suça dair...
Diğer filmleri gibi Satıcı’da da hak, hukuk, sınırlara ilişkin sorunlar başat ve görünür oluyor. Yeni bir ev yaparken Emad ve Rana’nın yaşadığı evi oturulamaz hale getirmek açık bir haksızlık olarak görülüyor örneğin. Ardından taşındıkları evde bulunan eşyalar, o evi tam olarak kendilerinin gibi hissettmelerini engellerken içindeki eşyaları ne sokağa atabiliyorlar ne de kullanabiliyorlar. Aynı şekilde Naser’in pikap arabasına ilişkin de sorunlar oluşuyor. Emad ve Rana’nın hatta komşularının arabayla kurduğu ilişki mülkiyete ilişkin belirsizlikleri beraberinde getiriyor. Evde bulunan yüklü miktarda para ve onun kullanımı da büyük sorun oluşturuyor.
Rana, Emad ve Sanam’in oğlunun birlikte yemek yedikleri sahne taciz sonrası kasvetin dağıldığı karı-kocanın mutlu olduğu yegane anı gösterirken, tacizcinin bıraktığı paranın yanlışlıkla karısı tarafından bulunması ve o parayla yapılan alışveriş sonucunda yemeğin yapıldığını öğrenen Emad’ın yemeği yarım bıraktırması ve suratının asılması ile sona eriyor. Mutlu bir anın yarım kalması, kursakta kalan heves Farhadi sinemasının ana duygusu gibidir. Berbat bir haberle bozulan mutlu bir an...
Her mutluluğun yarım kaldığı Doğu’nun çok zorlu sınavlarla sınanan ilişkilerini anlatan Farhadi’nin verdiği evrensel mesaj, Oscar törenlerinde verdiği mesajı anımsatıyor. Oscarödülünü film ekibi adına İran kökenli NASA mühendislerinden Firuz Naderi ve NASA’nın kadın astronotlarından Anushe Ansari tarafından alınmasını yani... Böyle bir tercihle Farhadi ne demek istemiştir? Hepimizde az çok bulunan bir Doğulu kibri ile “Vay canına ne laf söyledi Amerika’ya” Evet doğru Amerika’ya sözünü sağlam söylüyor. Ama İran bürokrasisine de bir sözü var. O sözü “Bu kadar değerli insanlar bizim ülkemizde bilim yapamıyor” diye de okuyabilirsiniz, “Düşman bellediğiniz Amerika’daki bu insanlara yakın hissediyorum ve siz onları kapsayamıyorsunuz” diye de... Dolayısıyla ne kendi ülkesindeki iktidara ne emperyalist devletlere yaranamayan böyle bir derdi de olmayan Farhadi’nin yaşayamadığı mutluluğu görüyoruz bir anlamda bu sahnelerde. Dünyanın en popüler sinema ödüllerinden birine hak kazanmak ancak almaya gidememek gibi… Ülkeni topyekun kötüleyememek ya da Amerika’yı topyekun şeytan ilan edememek gibi… Doğucu olmayan bir Doğulu’nun temel ikilemleri Farhadi’nin bende yarattığı duyguya denk düşüyor genellikle… Ve onun sözleriyle söylersek “uzaydan bakıldığında hiçbir yerde sınır yok"...
Yazıyı filmde beni en çok etkileyen sahneyi sizlerle paylaşarak bitirmek istiyorum. Prova sırasında fahişe kadını oynayan Sanam, her tarafı kapalı elbisesi ile çıplak olduğunu ima ederek “giysilerim olmadan dışarı çıkamam” dediğinde oyunculardan biri “çıplak olduğunu söylüyor ama üstünde pardösü var” der, diğer oyuncular gülmeye başlar, Sanam sinirlenir ve ağlayarak sahneyi terk eder. O sahnede hepimiz güleriz ama gerçek bir acıyla.. O sahneden bize gösterilen İran toplumunun en çok da kadının ve sanatının yarasıdır. O yaraya iyi bakmalı, o tokat üzerine iyi düşünmeliyiz. Çünkü Karl Marx’ın dediği gibidir mevzu... “Aldırmıyorsun ama anlatılan senin hikayendir.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder